platnet
Forum Üyesi
Celil CİVAN • 82. Sayı / EDEBİYAT
Mahmud Erol Kılıç’ın Sufi ve Şiir’indeki (2004) en önemli tezlerden biri tasavvufun Halk ve Seçkinci (Divan) edebiyattaki yansımalarının sufî hikmetin şairler ve şiirler noktasındaki tecellilerinden başka bir şey olmadığı. Kılıç’a göre, Divan-Halk edebiyatı ayrımı sunî: “Aslında şu bir gerçek ki klasik edebiyatımızın parçalanarak kısımlara ayrılması modern araştırmacıların kategorize etme teşebbüslerinin sonucunda doğmuş sun’î bir ayrımdan başka bir şey değildir.” Kılıç, Osmanlı toplumunda Halk ve Seçkinler ayrımı yerine, toplumun “ortak düşünce haritası”na vurgu yapıyor: “Osmanlı toplum mozayiğinde yer alan bütün bu sosyal katmanları (ilmiye, seyfiye, esnaf, çiftçi, köylü…) buluşturan ortak düşünce haritası (paradigma) olarak ‘tasavvuf’un ve ortak bir üst-dil olarak tasavvufî dilin rolü çok önemli bir anahtar sunmakta.”
Osmanlı şiirine, şairlerin aralarındaki farklar açısından değil de sufî anlayışın çeşitli şairler nezdindeki yankılarını işaret etmesi açısından bakılabilir. Bu takdirde şiirlerin anlaşılıp anlaşılmaması meselesi de çözüme kavuşur; sufî şiirdeki metaforlar bugünün anlayış ve değerleriyle değil tasavvufla ilgili bağlamı içinde anlam kazanır.
Tasavvufî bağlamda Halk ve Divan Edebiyatı gibi bir ayrım mümkün görünmese de “duyuş, söylem ve dil” açısından bir kategorik ayrıma gidebilir miyiz? Divan Şiiri’nin daha soyut, Halk Şiiri’nin daha somut olduğu; Divan Şiiri’nde dilin, Halk Şiiri’nde ise gözlemin ağırlık kazandığı söylenebilir. Bu kategorilendirmeyi, iki poetik vurguyu yapmak için özellikle kullanıyorum. İki ayrı vurguyla kastım Halk ve Divan Şiiri değil, Batı poetikasıyla sufî poetika (Halk ve Divan şiiri birlikte). Bunlar dış görünüş itibariyle birbirlerine benzeseler de ontolojik olarak temelde farklı.
Sufi ve Şiir’in ana ekseninde İbn Arabî’nin olması tesadüf olmasa gerek. Arabî “sufî poetika” diye adlandırabileceğimiz şiirin temel argümanlarını anlamada yardımcı olacak isim. İbn Arabî’ye göre şiir “icmâl, remz, lugâz ve tevriye sanatı” ve Şeyh’e göre remiz şu işe yarıyor: “Biz bir şeyi remzederiz, olgunlaştırırız ama bizim bundan kasdımız bir başka şeydir.”
Füsus’ül Hikem’de yer alan İlyas Aleyhisselâm bahsinde iki tür mertebeden söz ediliyor. Buna göre Hz. İlyas ilk önce dünyevî hayatın en alt kademesine indi. Bu haldeyken kendisine bir yakaza yaşatıldı ve Lübnan Dağı yarılıp içinden alevden bir at çıktı. Hz. İlyas bu atı görür görmez ona bindi ve kendisinden bütün şehvetler yok oldu. Böylece kendisi “saf akıl” haline geldi. İbn Arabî’ye göre bu saf akıl makamı tenzih ve “İlâhî Mârifet’in ancak yarısı (…) Bu demektir ki fiziksel ve maddesel her şeyden âzâd olan saf akıl, tabîatı gereği, Allah’ı ancak tenzihî olarak görebilir. Fakat tenzîh Hakk’ın temel iki vechesinin ancak biri. Diğer yarısı ise teşbîh” (T. Izutsu).
Teşbih Hz. İlyas’ın ilk makamı. Hz. İlyas başta dünyevî hayatın en alt kademesine indi: Hayvaniyyet mertebesi. Bu mertebede insan aklın kösteklerinden kurtuldu, hayvanî bir keşif ve “dilsizlik” özelliği kazandı. Burada kişi, sağduyuya aykırı tecrübeler yaşıyor. Ancak kişinin hâli bu mertebe ve mertebedeki özelliklerle sınırlı değil. Bu sınıra ulaşmış kişi manevî talimine devam ederse “saf Akla” yükselebilir. Bu ikinci mertebede kişi yeni bir akıl kazanır: akl-ı mücerred. Bu noktada kişi a’yan-ı sabite makamına erişip ârif olur. Arabî’ye göre kişi ancak bu tecrübeleri yaşarsa “insan-ı kâmil” noktasına erişir. Ne ilk ne de ikinci mertebe âriflik makamı için yeterli. Öyleyse ne “saf akıl” (tenzîh) ne de “hayvaniyyet makamı” (teşbîh) ariflik için yeter-gerek şart. Bu makam için gereken aynı zamanda en zor olan: Tenzîh ile teşbîhin tevhidi.
Tabiatın gözlenmesi, somut duyuşun önemi Halk Edebiyatı’nı; “saf akıl” denilen tenzîhse soyuta ve dile önem veren Divan Edebiyatı’nı imâ eder gibi. Ancak görüleceği üzere her ikisi de “İlâhî Mârifetullah”ın birbirinden ayrılmaz parçası. Ne sadece tenzih yeterli ne de teşbih. Nitekim İbn Arabî Hz. İlyas’ın fass’ını bir yolculuk olarak da kat ediyor: Hayvaniyyet makamından ariflik makamına bir yol hikâyesi bu.
Rene Wellek ve Austin Warren Batılı şairleri ikiye ayırıyor: Makers (yapıcılar) ve Possesed (cinlenmiş, delirmiş): “Gerçekten de ‘cin çarpmışlar’la, başka deyişle içinden gelerek, tutkuyla yazan ya da önbilicilik gücü olan ozanlarla, her şeyden önce iyi yetişmiş, usta, sorumluluğunu bilen birer zanaatçı olan yazarlardan, ‘yapıcılar’dan oluşan iki tip var. Bu ayrım bir bakıma tarihsel: ‘Cin çarpmış’ kişi, ilkel ozan, shaman’dır; sonraları buna romantik, dışavurumcu, gerçeküstücü deniliyor. İrlanda ve İzlanda halk ozanlığı geleneği içinde yetişmiş, ozanlığı uğraş edinmiş kişiler, Yenidendoğuş’un, Yeni-Klasikçilik’in ozanları ‘yapıcılar’dır.”
Buradaki “possesed” (aklı başından gitmiş) şairle Arabî’nin “hayvaniyyet makamı”ndaki kişisi arasında benzerlikler var. Bu makamdaki kişi pagan, şaman-rahip gibi sezgilerden, tecrübelerden, doğayla ilişkilerden uzak değil. Ancak tasavvufta burası âriflik makamına geçmek için gerekli yollardan sadece biri. Sufî şair akla aykırı tecrübeler yaşar ancak kemâle ermesi için akıldan azad olmak (possesed) yerine başka bir akla (selim akla) ihtiyacı var. Dolayısıyla şair yoluna devam etmeli. Batılı anlamda “possesed” hayvaniyyet makamını andırsa da kastedilen o değil. Zira “hayvaniyyet” dünyevi bir hayvanlık, nefs değil, seyr-i sülûk’ün bir mertebesi. Benzerlik düpedüz örtüşme anlamını taşımıyor: Hayvaniyyet ile âriflik makamları birbirine dış yüzden ne kadar benzese de içerik olarak aynı değil.
Yazarların “maker” diye ifade ettikleri şairler de tenzîhi, “saf aklı” çağrıştırıyor: Yapıcı şair, sezgiye önem vermez diyemesek de, daha çok işin zanaatıyla, şiirin mimarisiyle, başka bir ifadeyle şairliğin “aklı”yla hareket ediyor. Dolayısıyla Divan Şairi de şiirin soyut düzlemine, ‘dil’ine, ‘yapı’sına önem vermesi açısından bu kategoriye girebilir. Ancak saf akıl-hayvaniyyet (tenzîh-teşbîh) ayrımları maker-şaman ayrımına benzese de önemli bir noktada hemen ayırdedilir: Tasavvuf. Osmanlı şiirinin temel zemini tasavvuftur ve eğer kategorilendirme yapılacaksa bu noktada yapılabilir: Tenzîh ve teşbîh’in görece farklılığı, son tahlilde sufîlikle kesişiyor ve ayrımı aşarak geçersiz kılıyor.
Tasavvuf zıtların inkâr edici olmadığını gösterdiği gibi, şairliğin de tekâmül işi, sürekli yol üzerinde olmak olduğuna işaret ediyor. Gelibolulu Ali’nin şairler konusunda söyledikleri Batılı poetika konusunda yukarıdaki argümanlara denk geliyor: “Şâirler, temeli ilim ve mârifet, binâsı da sülûk ile oluşan ehl-i tarîk âlim[billah] kimselerdir. Rûm diyârının şâirlerinin büyük eksiklikleri, en büyük ayıpları ehl-i sülûk olup hidâyet rehberi bir mürşide bağlanmamalarıdır.”
Osmanlı modernleşmesiyle birlikte Osmanlı şiiri ortadan kalktı. Türk şiiri Batılı poetik standartlarla işlemeye koyuldu. Sufî “geleneğe” atıf yapan şiir ise tek tük örnekleri aşamadığı gibi kendine yaşayacak bir zemin de bulamadı. Burada daha önemli bir nokta var: Batı şiirinin temelinde yer alan Aristoteles’in Poetika’sında, filozof şiiri sadece estetik değil ontolojik, etik düzlemlerde de ele alıyor. Bu durum sadece Batı için geçerli değil. Türkiye’de de şairlerin çoğu hem şiir yazmışlar (poetika) hem de kendi insanının meseleleriyle (ontoloji, etik) ilgilenmekten geri durmamışlar. Fakat sufî bağlamın ortadan kalkmasıyla birlikte şiire olduğu gibi insana bakış da modernleşmenin etkisinde kalmış, Türk şiiri de Gelibolulu Ali’nin söylediği eksikleri taşımaya başlamış.
Mahmud Erol Kılıç’ın Sufi ve Şiir’indeki (2004) en önemli tezlerden biri tasavvufun Halk ve Seçkinci (Divan) edebiyattaki yansımalarının sufî hikmetin şairler ve şiirler noktasındaki tecellilerinden başka bir şey olmadığı. Kılıç’a göre, Divan-Halk edebiyatı ayrımı sunî: “Aslında şu bir gerçek ki klasik edebiyatımızın parçalanarak kısımlara ayrılması modern araştırmacıların kategorize etme teşebbüslerinin sonucunda doğmuş sun’î bir ayrımdan başka bir şey değildir.” Kılıç, Osmanlı toplumunda Halk ve Seçkinler ayrımı yerine, toplumun “ortak düşünce haritası”na vurgu yapıyor: “Osmanlı toplum mozayiğinde yer alan bütün bu sosyal katmanları (ilmiye, seyfiye, esnaf, çiftçi, köylü…) buluşturan ortak düşünce haritası (paradigma) olarak ‘tasavvuf’un ve ortak bir üst-dil olarak tasavvufî dilin rolü çok önemli bir anahtar sunmakta.”
Osmanlı şiirine, şairlerin aralarındaki farklar açısından değil de sufî anlayışın çeşitli şairler nezdindeki yankılarını işaret etmesi açısından bakılabilir. Bu takdirde şiirlerin anlaşılıp anlaşılmaması meselesi de çözüme kavuşur; sufî şiirdeki metaforlar bugünün anlayış ve değerleriyle değil tasavvufla ilgili bağlamı içinde anlam kazanır.
Tasavvufî bağlamda Halk ve Divan Edebiyatı gibi bir ayrım mümkün görünmese de “duyuş, söylem ve dil” açısından bir kategorik ayrıma gidebilir miyiz? Divan Şiiri’nin daha soyut, Halk Şiiri’nin daha somut olduğu; Divan Şiiri’nde dilin, Halk Şiiri’nde ise gözlemin ağırlık kazandığı söylenebilir. Bu kategorilendirmeyi, iki poetik vurguyu yapmak için özellikle kullanıyorum. İki ayrı vurguyla kastım Halk ve Divan Şiiri değil, Batı poetikasıyla sufî poetika (Halk ve Divan şiiri birlikte). Bunlar dış görünüş itibariyle birbirlerine benzeseler de ontolojik olarak temelde farklı.
Sufi ve Şiir’in ana ekseninde İbn Arabî’nin olması tesadüf olmasa gerek. Arabî “sufî poetika” diye adlandırabileceğimiz şiirin temel argümanlarını anlamada yardımcı olacak isim. İbn Arabî’ye göre şiir “icmâl, remz, lugâz ve tevriye sanatı” ve Şeyh’e göre remiz şu işe yarıyor: “Biz bir şeyi remzederiz, olgunlaştırırız ama bizim bundan kasdımız bir başka şeydir.”
Füsus’ül Hikem’de yer alan İlyas Aleyhisselâm bahsinde iki tür mertebeden söz ediliyor. Buna göre Hz. İlyas ilk önce dünyevî hayatın en alt kademesine indi. Bu haldeyken kendisine bir yakaza yaşatıldı ve Lübnan Dağı yarılıp içinden alevden bir at çıktı. Hz. İlyas bu atı görür görmez ona bindi ve kendisinden bütün şehvetler yok oldu. Böylece kendisi “saf akıl” haline geldi. İbn Arabî’ye göre bu saf akıl makamı tenzih ve “İlâhî Mârifet’in ancak yarısı (…) Bu demektir ki fiziksel ve maddesel her şeyden âzâd olan saf akıl, tabîatı gereği, Allah’ı ancak tenzihî olarak görebilir. Fakat tenzîh Hakk’ın temel iki vechesinin ancak biri. Diğer yarısı ise teşbîh” (T. Izutsu).
Teşbih Hz. İlyas’ın ilk makamı. Hz. İlyas başta dünyevî hayatın en alt kademesine indi: Hayvaniyyet mertebesi. Bu mertebede insan aklın kösteklerinden kurtuldu, hayvanî bir keşif ve “dilsizlik” özelliği kazandı. Burada kişi, sağduyuya aykırı tecrübeler yaşıyor. Ancak kişinin hâli bu mertebe ve mertebedeki özelliklerle sınırlı değil. Bu sınıra ulaşmış kişi manevî talimine devam ederse “saf Akla” yükselebilir. Bu ikinci mertebede kişi yeni bir akıl kazanır: akl-ı mücerred. Bu noktada kişi a’yan-ı sabite makamına erişip ârif olur. Arabî’ye göre kişi ancak bu tecrübeleri yaşarsa “insan-ı kâmil” noktasına erişir. Ne ilk ne de ikinci mertebe âriflik makamı için yeterli. Öyleyse ne “saf akıl” (tenzîh) ne de “hayvaniyyet makamı” (teşbîh) ariflik için yeter-gerek şart. Bu makam için gereken aynı zamanda en zor olan: Tenzîh ile teşbîhin tevhidi.
Tabiatın gözlenmesi, somut duyuşun önemi Halk Edebiyatı’nı; “saf akıl” denilen tenzîhse soyuta ve dile önem veren Divan Edebiyatı’nı imâ eder gibi. Ancak görüleceği üzere her ikisi de “İlâhî Mârifetullah”ın birbirinden ayrılmaz parçası. Ne sadece tenzih yeterli ne de teşbih. Nitekim İbn Arabî Hz. İlyas’ın fass’ını bir yolculuk olarak da kat ediyor: Hayvaniyyet makamından ariflik makamına bir yol hikâyesi bu.
Rene Wellek ve Austin Warren Batılı şairleri ikiye ayırıyor: Makers (yapıcılar) ve Possesed (cinlenmiş, delirmiş): “Gerçekten de ‘cin çarpmışlar’la, başka deyişle içinden gelerek, tutkuyla yazan ya da önbilicilik gücü olan ozanlarla, her şeyden önce iyi yetişmiş, usta, sorumluluğunu bilen birer zanaatçı olan yazarlardan, ‘yapıcılar’dan oluşan iki tip var. Bu ayrım bir bakıma tarihsel: ‘Cin çarpmış’ kişi, ilkel ozan, shaman’dır; sonraları buna romantik, dışavurumcu, gerçeküstücü deniliyor. İrlanda ve İzlanda halk ozanlığı geleneği içinde yetişmiş, ozanlığı uğraş edinmiş kişiler, Yenidendoğuş’un, Yeni-Klasikçilik’in ozanları ‘yapıcılar’dır.”
Buradaki “possesed” (aklı başından gitmiş) şairle Arabî’nin “hayvaniyyet makamı”ndaki kişisi arasında benzerlikler var. Bu makamdaki kişi pagan, şaman-rahip gibi sezgilerden, tecrübelerden, doğayla ilişkilerden uzak değil. Ancak tasavvufta burası âriflik makamına geçmek için gerekli yollardan sadece biri. Sufî şair akla aykırı tecrübeler yaşar ancak kemâle ermesi için akıldan azad olmak (possesed) yerine başka bir akla (selim akla) ihtiyacı var. Dolayısıyla şair yoluna devam etmeli. Batılı anlamda “possesed” hayvaniyyet makamını andırsa da kastedilen o değil. Zira “hayvaniyyet” dünyevi bir hayvanlık, nefs değil, seyr-i sülûk’ün bir mertebesi. Benzerlik düpedüz örtüşme anlamını taşımıyor: Hayvaniyyet ile âriflik makamları birbirine dış yüzden ne kadar benzese de içerik olarak aynı değil.
Yazarların “maker” diye ifade ettikleri şairler de tenzîhi, “saf aklı” çağrıştırıyor: Yapıcı şair, sezgiye önem vermez diyemesek de, daha çok işin zanaatıyla, şiirin mimarisiyle, başka bir ifadeyle şairliğin “aklı”yla hareket ediyor. Dolayısıyla Divan Şairi de şiirin soyut düzlemine, ‘dil’ine, ‘yapı’sına önem vermesi açısından bu kategoriye girebilir. Ancak saf akıl-hayvaniyyet (tenzîh-teşbîh) ayrımları maker-şaman ayrımına benzese de önemli bir noktada hemen ayırdedilir: Tasavvuf. Osmanlı şiirinin temel zemini tasavvuftur ve eğer kategorilendirme yapılacaksa bu noktada yapılabilir: Tenzîh ve teşbîh’in görece farklılığı, son tahlilde sufîlikle kesişiyor ve ayrımı aşarak geçersiz kılıyor.
Tasavvuf zıtların inkâr edici olmadığını gösterdiği gibi, şairliğin de tekâmül işi, sürekli yol üzerinde olmak olduğuna işaret ediyor. Gelibolulu Ali’nin şairler konusunda söyledikleri Batılı poetika konusunda yukarıdaki argümanlara denk geliyor: “Şâirler, temeli ilim ve mârifet, binâsı da sülûk ile oluşan ehl-i tarîk âlim[billah] kimselerdir. Rûm diyârının şâirlerinin büyük eksiklikleri, en büyük ayıpları ehl-i sülûk olup hidâyet rehberi bir mürşide bağlanmamalarıdır.”
Osmanlı modernleşmesiyle birlikte Osmanlı şiiri ortadan kalktı. Türk şiiri Batılı poetik standartlarla işlemeye koyuldu. Sufî “geleneğe” atıf yapan şiir ise tek tük örnekleri aşamadığı gibi kendine yaşayacak bir zemin de bulamadı. Burada daha önemli bir nokta var: Batı şiirinin temelinde yer alan Aristoteles’in Poetika’sında, filozof şiiri sadece estetik değil ontolojik, etik düzlemlerde de ele alıyor. Bu durum sadece Batı için geçerli değil. Türkiye’de de şairlerin çoğu hem şiir yazmışlar (poetika) hem de kendi insanının meseleleriyle (ontoloji, etik) ilgilenmekten geri durmamışlar. Fakat sufî bağlamın ortadan kalkmasıyla birlikte şiire olduğu gibi insana bakış da modernleşmenin etkisinde kalmış, Türk şiiri de Gelibolulu Ali’nin söylediği eksikleri taşımaya başlamış.