Şiddetin öncü kolu olan morlar eflatunların önüne geçmeye çalışıyor, yıldız tozuna bürünmüş lacivertler, karanlık pembelerin üstüne üstüne gidiyordu. Yedinci gökte fırtınalar kopuyordu. Gökyüzünün efendileri çığlık çığlığa emirler yağdırıyordu. Gökler çatırdıyordu.
Karanlık zamanların büyük üstadı Kral Kronos “Yukarı Göğün Padişahı” olarak, insanlık tarihinin başladığını ilan ediyordu.
Vakit, “evvel zaman içinde” vaktiydi. Zaman hem sıfırı gösteriyor, hem de sonsuzluğa akrep ve yelkovan uzatıyordu.
Günlerden “Dürri meknun”du. Yani o zamana kadar arşıalanın derinliklerinde saklanmış olan kara sedef parıltılı incilerin, yeryüzüne gönderilmesi günüydü.
İnsanoğlunun sonradan Satürn de diyeceği “Feleki Zühal”, yedi gökten ilkinin padişahı olarak arza indiriliyordu.
Sonradan kaybedilecek bir masumiyet ve bolluk çağı başlıyordu.
İnsanlar seviniyor, “Satürnalya” bayramları düzenliyordu…
Nedir, onlar seviniyordu ama, içlerinde bu çağın çarçabuk sona ereceği hissine kapılanlar da vardı.
Bu yüzden herkes gülüp eğlenirken, onlar yüzleri asık, gamlı gamlı dolaşıyordu.
Onlara karasevdalı, malihülyalı denildi.
Onlar Satürn’ün, yani Zühal yıldızının çocuklarıydılar.
Onlar dünyaya kapkara bir hüzün camının arkasından bakıyorlardı.
Onlar “melankolik”tiler…
Çok eski adıyladır
Adam nereye baksa “o kadın”ı görüyordu. Alışmıştı artık buna. Gece yatakta sol yanına dönüyor ve aslında olmayan o kadına sarılıp uyuyordu. Sabah tıraş olurken gelip sırtını okşayan o kadınla konuşuyordu.
İşten eve dönerken köşedeki çiçekçiye uğrayıp, o kadının çok sevdiği kan kırmızı güllerden alıyordu.
Ben onu Cibali’deki balıkçı meyhanesinde gördüğümde, adam duvardaki çatlak aynaya bakıp o kadınla konuşuyordu. “Kimi sevsem sensin” diyordu.
Adam ikide bir elini başına götürüp, olmayan bir şeyi sökmek ister gibi yapıyordu. Sonra da bana dönüp, “Adı mıh gibi aklımda, sökmeye çabalıyorum” diye mırıldanıyordu.
Kadın onu çoktan bırakmış ve kendine yeni bir hayat kurmuştu.
Adam bunu biliyordu. Nedir, kadını kor bir alevle sevmeyi yine de sürdürüyordu.
Adam kadını kapkara bir sevdayla sevmeye devam ediyor, ne olduğunu kendisinin de bilmediği bir umudu ısrarla gönlünde gezdirip duruyordu. “Umudum biterse düşerim ki, Himalaya uçurumları kaç para” diyordu.
Fırsat bulup da ona aşkını söylediğinde ise kadın, “senin bu sevgine marazi aşk derler” diye cevap veriyordu.
Adam bunu da biliyordu. Yüreğinde gezdirdiği aşkın olağan olmadığını, hastalıklı bir yanının, marazi bir boyutunun bulunduğunu da elbette fark ediyordu. Ama elinde değildi. Çünkü o bir kara sevdalıydı.
O bir melankolikti...
Yazıcıoğlu Ahmet’in anlattıkları
Aşkın karanlık yüzünden bahsediyorum. Marazi aşktan, kara sevdadan, malihülyadan bahsediyorum. Karşılıksız, imkansız sevgilerin ateşinde cayır cayır yananlardan bahsediyorum.
Ruh bilimcilere göre, melankoli, karasevda bir hastalık. Onlar, “her melankoli bir karasevda vakasıdır” diyorlar.
Gelibolulu Yazıcıoğlu Ahmet de on beşinci yüzyılda yazdığı ansiklopedide, Satürn ya da Zühal’in, yedi gökten birincisinin padişahı olduğunu, Adem’in ve dolayısıyla insanlığın bu zamanda dünyada ortaya çıktığını yazıyor.
Melankoliklere “Zühal’in çocukları” adını veren psikologlara göre, bu kişiler “tarihsel karamsarlığa düşmüş” kişiler. Geleceği parlak görmüyorlar, ama yine de hayata olan onulmaz sevdaları yüzünden, eninde sonunda geleceğine inandıkları bir “yeniden doğuş” bayramını da her zaman yüreklerinde yaşatıyorlar.
Melankoli, Yunanca “Melankholia” sözcüğünden geliyor ve bu kelimenin tam Türkçesi, “kara safra”.
Bizim Yazıcıoğlu Ahmet de insan vücudunun kan, balgam, safra ve sevdadan oluştuğunu söylüyor. Bu durumda kara sevda, insan vücudundaki sevda unsurunun çoğalması ve sonunda bir “kara safra” halini almasından ortaya çıkıyor...
Bir “hayatı zorlaştırma” ustası
Bilimsel tanımlamalara göre melankolikler, bütün tutarsız görünüşlerine rağmen, hayat üzerinde yoğunlaşmalarını sağlayabilen kişilere karşı çok derin bir vefa ve sevgi bağı ile bağlanıyorlar.
Zamanın neresinde olduklarını kestiremedikleri için de, bu yoğunlaşmayı uzun yıllar önce bile yaşasalar, yeniden sürdürebiliyorlar. Ruh bilimciler, “eğer onunla böyle bir derinleşme yaşadıysanız ve sonra ondan uzaklaştıysanız, yıllar sonra karşılaştığınızda onu yine aynı yerde bulursunuz, o sizi içinde yaşatmıştır” diyorlar.
Melankolik kişi bir “hayatı zorlaştırma” ustası. Bir “çelişkiler insanı”.
Melankolik kişi, kara sevda çekiyor. Zihni sürçmüş. Mantığı tersyüz olmuş.
Yüzüne bütün kapılar kapanmış. Çıkılamayan yıldızlar, gidilemeyen iklimler arasında yapayalnız kalmış.
Kör kuyularda sevdadan delirmiş. Aklında fikrinde takılamayan telli duvaklar, verilemeyen mendiller.
Melankoli işte bu marazi aşkların ve insanların öyküsü dostlar...
Karanlık zamanların büyük üstadı Kral Kronos “Yukarı Göğün Padişahı” olarak, insanlık tarihinin başladığını ilan ediyordu.
Vakit, “evvel zaman içinde” vaktiydi. Zaman hem sıfırı gösteriyor, hem de sonsuzluğa akrep ve yelkovan uzatıyordu.
Günlerden “Dürri meknun”du. Yani o zamana kadar arşıalanın derinliklerinde saklanmış olan kara sedef parıltılı incilerin, yeryüzüne gönderilmesi günüydü.
İnsanoğlunun sonradan Satürn de diyeceği “Feleki Zühal”, yedi gökten ilkinin padişahı olarak arza indiriliyordu.
Sonradan kaybedilecek bir masumiyet ve bolluk çağı başlıyordu.
İnsanlar seviniyor, “Satürnalya” bayramları düzenliyordu…
Nedir, onlar seviniyordu ama, içlerinde bu çağın çarçabuk sona ereceği hissine kapılanlar da vardı.
Bu yüzden herkes gülüp eğlenirken, onlar yüzleri asık, gamlı gamlı dolaşıyordu.
Onlara karasevdalı, malihülyalı denildi.
Onlar Satürn’ün, yani Zühal yıldızının çocuklarıydılar.
Onlar dünyaya kapkara bir hüzün camının arkasından bakıyorlardı.
Onlar “melankolik”tiler…
Çok eski adıyladır
Adam nereye baksa “o kadın”ı görüyordu. Alışmıştı artık buna. Gece yatakta sol yanına dönüyor ve aslında olmayan o kadına sarılıp uyuyordu. Sabah tıraş olurken gelip sırtını okşayan o kadınla konuşuyordu.
İşten eve dönerken köşedeki çiçekçiye uğrayıp, o kadının çok sevdiği kan kırmızı güllerden alıyordu.
Ben onu Cibali’deki balıkçı meyhanesinde gördüğümde, adam duvardaki çatlak aynaya bakıp o kadınla konuşuyordu. “Kimi sevsem sensin” diyordu.
Adam ikide bir elini başına götürüp, olmayan bir şeyi sökmek ister gibi yapıyordu. Sonra da bana dönüp, “Adı mıh gibi aklımda, sökmeye çabalıyorum” diye mırıldanıyordu.
Kadın onu çoktan bırakmış ve kendine yeni bir hayat kurmuştu.
Adam bunu biliyordu. Nedir, kadını kor bir alevle sevmeyi yine de sürdürüyordu.
Adam kadını kapkara bir sevdayla sevmeye devam ediyor, ne olduğunu kendisinin de bilmediği bir umudu ısrarla gönlünde gezdirip duruyordu. “Umudum biterse düşerim ki, Himalaya uçurumları kaç para” diyordu.
Fırsat bulup da ona aşkını söylediğinde ise kadın, “senin bu sevgine marazi aşk derler” diye cevap veriyordu.
Adam bunu da biliyordu. Yüreğinde gezdirdiği aşkın olağan olmadığını, hastalıklı bir yanının, marazi bir boyutunun bulunduğunu da elbette fark ediyordu. Ama elinde değildi. Çünkü o bir kara sevdalıydı.
O bir melankolikti...
Yazıcıoğlu Ahmet’in anlattıkları
Aşkın karanlık yüzünden bahsediyorum. Marazi aşktan, kara sevdadan, malihülyadan bahsediyorum. Karşılıksız, imkansız sevgilerin ateşinde cayır cayır yananlardan bahsediyorum.
Ruh bilimcilere göre, melankoli, karasevda bir hastalık. Onlar, “her melankoli bir karasevda vakasıdır” diyorlar.
Gelibolulu Yazıcıoğlu Ahmet de on beşinci yüzyılda yazdığı ansiklopedide, Satürn ya da Zühal’in, yedi gökten birincisinin padişahı olduğunu, Adem’in ve dolayısıyla insanlığın bu zamanda dünyada ortaya çıktığını yazıyor.
Melankoliklere “Zühal’in çocukları” adını veren psikologlara göre, bu kişiler “tarihsel karamsarlığa düşmüş” kişiler. Geleceği parlak görmüyorlar, ama yine de hayata olan onulmaz sevdaları yüzünden, eninde sonunda geleceğine inandıkları bir “yeniden doğuş” bayramını da her zaman yüreklerinde yaşatıyorlar.
Melankoli, Yunanca “Melankholia” sözcüğünden geliyor ve bu kelimenin tam Türkçesi, “kara safra”.
Bizim Yazıcıoğlu Ahmet de insan vücudunun kan, balgam, safra ve sevdadan oluştuğunu söylüyor. Bu durumda kara sevda, insan vücudundaki sevda unsurunun çoğalması ve sonunda bir “kara safra” halini almasından ortaya çıkıyor...
Bir “hayatı zorlaştırma” ustası
Bilimsel tanımlamalara göre melankolikler, bütün tutarsız görünüşlerine rağmen, hayat üzerinde yoğunlaşmalarını sağlayabilen kişilere karşı çok derin bir vefa ve sevgi bağı ile bağlanıyorlar.
Zamanın neresinde olduklarını kestiremedikleri için de, bu yoğunlaşmayı uzun yıllar önce bile yaşasalar, yeniden sürdürebiliyorlar. Ruh bilimciler, “eğer onunla böyle bir derinleşme yaşadıysanız ve sonra ondan uzaklaştıysanız, yıllar sonra karşılaştığınızda onu yine aynı yerde bulursunuz, o sizi içinde yaşatmıştır” diyorlar.
Melankolik kişi bir “hayatı zorlaştırma” ustası. Bir “çelişkiler insanı”.
Melankolik kişi, kara sevda çekiyor. Zihni sürçmüş. Mantığı tersyüz olmuş.
Yüzüne bütün kapılar kapanmış. Çıkılamayan yıldızlar, gidilemeyen iklimler arasında yapayalnız kalmış.
Kör kuyularda sevdadan delirmiş. Aklında fikrinde takılamayan telli duvaklar, verilemeyen mendiller.
Melankoli işte bu marazi aşkların ve insanların öyküsü dostlar...
Misafirler için gizlenen link, görmek için
Giriş yap veya üye ol.