Öylece oturup bekliyoruz. Sessiz. Kımıltısız. O kadar uzun bir zamandır bekliyoruz ki, korkuyu da unuttuk artık. Bundan daha korkutucu ne olabilir ki? Hiçbir şey yapamadan onları beklemek. Onları yani sadece isimlerini bildiğimiz, kendilerini hiç görmediğimiz, neye benzedikleri konusundaki fısıltılı söylentiler ve imparatorluğun şehrin duvarlarına, meydanlara, parklara yapıştırdığı soluk renkli afişlerdeki ürkütücü resimlerinden başka hiçbir şey bilmediğimiz "barbarları" beklemek kadar korkutucu ne olabilir ki?
Barbarlar. Onları gördüklerini iddia eden sınır boyu devriyelerinin betimlemelerine göre, hayvan postları giyen, sürüler halinde yaşayan, dondurucu soğuklar başladığında göl kıyısındaki kulübelerini bırakıp, dağlardaki karanlık mağaralara sığınan insanlar. Çölde, o kavurucu sıcaklarda bile kertenkele ve kaktüs yiyerek hayatta kalmayı başarabilen "kara kafalılar".
Nedir, biz "şehirlileri" paniğe sürükleyen bunlar değil, son üç yıldır yoğunlaşan başka söylentiler oldu. Sınır devriyesi atlı askerlerinin betimlemelerini dinleye dinleye ve yine büyük ölçüde bu betimlemelere göre yapılan resimlerin yer aldığı afişlere baka baka, barbarları az çok tanımış, hatta onlara biraz alışmıştık. Onların koyu renk tenleri, düz perçemli kuzguni saçları, siyah gözleri bizi pek ürkütmez olmuştu artık. Hayvan postundan yapılmış eğreti elbiseleri, kalın çizmeleri ve ellerindeki ucu sivriltilmiş kalın sopalarına da iyi kötü aşina olmuştuk. İmparatorluğun gizlice desteklediği propaganda kampanyalarına göre, barbarlar örgütlenme yetenekleri bulunmayan canlılardı. Bu nedenle bir araya gelemezler, belirli bir amacı olan topluluklar kuramazlardı. Böylece, asırlardır onları dışlayışımızın, surlarla çevrili şehre sokmayışımızın, onları sürek avlarında zevk için öldürüşümüzün öcünü alamazlardı.
Oysa son üç yıldır söylentiler inanılmaz bir biçimde değişmişti. Yok. Barbarların neye benzedikleri, onların "kara kafalı hayvanımsı insanlar" olduğu yolundaki resmi söylemde en küçük bir değişiklik olmamıştı. Barbarlar afişlerde yine postlar içindeki çirkin yaratıklar olarak çiziliyor, onların yaşadığı yerlerde görev yaptıkları söylenen atlı askerler de dönüşlerinde onları yine aynı şekilde betimliyordu.
Değişen şey, barbarların yüzlerce yıldır bize söylenegeldiği gibi örgütsüz sürüler halinde olmadıklarıydı. Son anlatılanlara göre barbarlar, ata binen, vurucu ve yakıcı silahları olan, bunları çok iyi kullanabilen, gelişmiş bir dilleri bulunan, hatta yazılı olmasa bile sözlü bir edebiyata sahip insanlardı.
O zaman, barbarların kin duyabilen ve intikam alabilecek canlılar olduğu da ortaya çıkıyordu ki, bizleri bir anda dehşete düşüren de işte asıl bu olmuştu. Ata binen, savaş arabalı, silahlı ve örgütlü binlerce kişi. En kötüsü de bu insanların intikam duygusuyla yüklü olmalarıydı.
Gelecekler ve onlara yaptığımız akıl almaz kötülüklerin intikamını alacaklardı. Neler yapmamıştık ki onlara? Yüzlerce insanın katıldığı sürek avları düzenlemiş ve karanlıkta yüzlerini hiç görmeden barbarları toplu halde öldürüp, ölülerine bile bakmadan dönmüştük. Sırf onlar barınamasın diye göl kenarındaki sazlıkları ve eğri büğrü barakalarını tutuşturmuştuk. Korktuğumuz için onların olmadığı zamanlarda kışlık mağaralarına gidip, her tarafa öldürücü zehirli yiyecekler koymuştuk.
İşte şimdi bunların hesabını vereceğimiz günlere gelmiştik. Sınır boylarında birkaç atlı barbarın görüldüğü yolundaki cılız söylentilerle başlamıştı her şey. Kimse inanmamıştı buna ve görülen kişilerin atlı sınır devriyeleri olabileceği söylenmişti. Sonra dedikodular yoğunlaşmış, görüldüğü iddia edilen atlılar çoğalmış, bunların geceleri çok büyük ateşler etrafında toplandığı söylenmiş ve en sonunda da sınırın hemen dibinde binlerce kişilik atlı orduların, ellerindeki mızrakları savurarak düpedüz saldırı hazırlıkları içinde olduklarının görüldüğüne kadar varmıştı söylentiler.
O kadar korkmuştuk ki, hiçbirimizin aklına bu korkutucu sözlerin ne zaman başladığını düşünmek gelmemişti. Bir iki tapınak bilgesi, bu söylentilerin, imparatorluğun öteki imparatorlukla yüzlerce yıldır yapmakta olduğu söylenen savaşta yenilmiş olduğu haberlerinin hemen ardından çıktığına dikkat çekmişlerdi. Savaşta yenildiğimiz söylentileri üzerine hemen sıkıyönetim ilan edilmiş, insanlara verilen günlük et, süt ve ekmek tayını yarıya düşürülmüş, her türlü siyasi faaliyet ile toplantılar yasaklanmış, yerel gazeteler kapatılmış ve semtten semte gezerek insanlara günlük haberleri aktaran "görevli haberciler" gözaltına alınmıştı. Tapınak bilgeleri bunlara dikkat etmemizi söylediklerinin neredeyse hemen ertesi günü ortadan kaybolmuşlardı. Derken, örgütlü, silahlı ve intikam çığlıkları atan binlerce barbarın saldırdı saldıracak bir şekilde sınıra yığıldıkları yolundaki haberler neredeyse her saat tekrarlanmaya başlayınca, bizlere artık hiçbir şey düşünmeden öylece oturup, barbarları beklemek kalmıştı...
İşte şimdi öylece oturup bekliyoruz. Sessiz. Kımıltısız. O kadar uzun bir zamandır bekliyoruz ki, korkuyu da unuttuk artık. Barbarları bekliyoruz. Kış geldi. Ne garip? Barbarlar artık mağaralarına gitmiyorlar. Biz de artık ateş yakmayı gereksiz bulduğumuz odalarımızda, alnımızı soğuk camlara dayayıp, dışarıya bakıyor ve barbarları bekliyoruz.
Bütün gün camdan dışarıyı seyrediyoruz. Tozlu bir gökyüzünde turuncu bir güneş yükseliyor ve akşama doğru can acıtan bir bakır kırmızısına dönüşerek batıyor. Siyah ve mor çizgiler, onların bekledikleri söylenen uzak ufuklarda inceliyor. İşte o zaman battaniyelerin, yorganların ve postların altına girip, sevişmeye koyuluyoruz. Ruhsuz, mekanik ve ezbere hareketlerle birbirimizi kızıştırmaya, heveslendirmeye çalışıyoruz. Oramıza buramıza dokunuyoruz. Konuşmuyoruz. Sevişmenin alışageldik inlemelerini bile çıkartmıyoruz. Yok. Kulağımız kirişte değil. Sadece bir bıkkınlık içindeyiz. Barbarları bekliyoruz...
Nobel Edebiyat Ödülü'nü 2003 yılında alan Joan Maxwell Coetzee, en ünlü kitabı olan "Barbarları Beklerken'de buna benzer şeyler yazdı. Coetzee, bu romanında hayali bir imparatorlukta geçen olayları anlattı. Nedir, kendisi de Güney Afrika'da doğup büyüyen Coetzee'nin, o sıralarda kanlı bir ırkçılığın kol gezdiği 1970'lerin Güney Afrikası'nı anlattığı da hemen anlaşıldı.
Coetzee, kitabında geniş topraklara yayılmış bir imparatorluğun en ucundaki bölgede yaşayan 'Barbarlar'ın, sözüm ona isyan etmek ve 'uygarların' yaşadığı şehirleri zaptedip, kendilerine yapılmış olan kötülüklerin öcünü almaya hazırlandıklarını yazdı. Sonra da bu söylentilerin siyasi iktidar tarafından kasıtlı olarak uydurulduğunu, yöneticilerin halkı istediği gibi yönetebilmek, her türlü hakkı askıya alabilmek ve en önemlisi de uygulanmakta olan koyu ırkçılığı gizleyebilmek için bunları kullandığını anlattı.
Romandaki bu kurgunun aslında Güney Afrika'daki durumu anlattığı kısa sürede anlaşıldı. İş başında olan ve ırk ayrımını resmen benimsemiş olan hükümet, Coetzee üzerindeki baskılarını artırdı ve yazar uzun bir süre yurtdışında yaşamak zorunda kaldı.
John Maxwell Coetzee, 9 Şubat 1940'da Cape Town'da doğdu. Bu kentin üniversitesinde matematik ve İngilizce okudu. Daha sonra Londra'ya taşındı ve bir bilgisayar firmasında programcı olarak çalıştı. Çocukluk ile Delikanlılık adlı romanlarını da bu dönemde yazmaya başladı.
1971'de Amerika'ya gitti. Birleşik Devletler vatandaşlığına geçip orada kalmak istedi. Nedir, Amerika'da düzenlenen Vietnam savaşı karşıtı birçok gösteriye katılmıştı. Başvurusu reddedildi ve gerekçe olarak kendisine CIA, FBI ve polisteki kayıtları gösterildi. Coetzee daha sonra o günleri anlatırken, 'beni elimde pankartla gösteren çok sayıda resmim çekilmişti ve dehşete düştüm" diye konuştu.
Güney Afrika'ya döndü. Irkçı hükümet tarihe karışmıştı ama kendisine karşı olan resmi güvensizlik de sürüyordu. Daha rahat yaşayabileceğini düşündüğü Avustralya'ya gitti ve Adelaid'e yerleşti. Sonra da Avustralya vatandaşı oldu. Yazmaya devam etti. Barbarları Beklerken, Michael K. Yaşamı ve Yaşadığı Dönem, Düşman, Demir Çağı, Petersburglu Usta, Utanç, Yavaş Adam ve Romancının Romanı adlı kitapları yayımlandı.
Barbarları Beklerken adlı kitabı ünlenip, çok sayıda dile çevrildikten sonra bir gün, Coeetze'ye, aynı isimde bir şiir yazmış olan meşhur Yunan Şair Konstantinos Kavafis'in bu şiirini okuyup okumadığı soruldu.
Coetzee gülerek, "sadece son dizelerini" dedi. O son dizeler, 'hava karardı ve barbarlar gelmedi / peki, biz ne yapacağız şimdi barbarlar olmadan / bir çeşit çözümdü onlar sorunlarımıza' diyordu...
Barbarlar. Onları gördüklerini iddia eden sınır boyu devriyelerinin betimlemelerine göre, hayvan postları giyen, sürüler halinde yaşayan, dondurucu soğuklar başladığında göl kıyısındaki kulübelerini bırakıp, dağlardaki karanlık mağaralara sığınan insanlar. Çölde, o kavurucu sıcaklarda bile kertenkele ve kaktüs yiyerek hayatta kalmayı başarabilen "kara kafalılar".
Nedir, biz "şehirlileri" paniğe sürükleyen bunlar değil, son üç yıldır yoğunlaşan başka söylentiler oldu. Sınır devriyesi atlı askerlerinin betimlemelerini dinleye dinleye ve yine büyük ölçüde bu betimlemelere göre yapılan resimlerin yer aldığı afişlere baka baka, barbarları az çok tanımış, hatta onlara biraz alışmıştık. Onların koyu renk tenleri, düz perçemli kuzguni saçları, siyah gözleri bizi pek ürkütmez olmuştu artık. Hayvan postundan yapılmış eğreti elbiseleri, kalın çizmeleri ve ellerindeki ucu sivriltilmiş kalın sopalarına da iyi kötü aşina olmuştuk. İmparatorluğun gizlice desteklediği propaganda kampanyalarına göre, barbarlar örgütlenme yetenekleri bulunmayan canlılardı. Bu nedenle bir araya gelemezler, belirli bir amacı olan topluluklar kuramazlardı. Böylece, asırlardır onları dışlayışımızın, surlarla çevrili şehre sokmayışımızın, onları sürek avlarında zevk için öldürüşümüzün öcünü alamazlardı.
Oysa son üç yıldır söylentiler inanılmaz bir biçimde değişmişti. Yok. Barbarların neye benzedikleri, onların "kara kafalı hayvanımsı insanlar" olduğu yolundaki resmi söylemde en küçük bir değişiklik olmamıştı. Barbarlar afişlerde yine postlar içindeki çirkin yaratıklar olarak çiziliyor, onların yaşadığı yerlerde görev yaptıkları söylenen atlı askerler de dönüşlerinde onları yine aynı şekilde betimliyordu.
Değişen şey, barbarların yüzlerce yıldır bize söylenegeldiği gibi örgütsüz sürüler halinde olmadıklarıydı. Son anlatılanlara göre barbarlar, ata binen, vurucu ve yakıcı silahları olan, bunları çok iyi kullanabilen, gelişmiş bir dilleri bulunan, hatta yazılı olmasa bile sözlü bir edebiyata sahip insanlardı.
O zaman, barbarların kin duyabilen ve intikam alabilecek canlılar olduğu da ortaya çıkıyordu ki, bizleri bir anda dehşete düşüren de işte asıl bu olmuştu. Ata binen, savaş arabalı, silahlı ve örgütlü binlerce kişi. En kötüsü de bu insanların intikam duygusuyla yüklü olmalarıydı.
Gelecekler ve onlara yaptığımız akıl almaz kötülüklerin intikamını alacaklardı. Neler yapmamıştık ki onlara? Yüzlerce insanın katıldığı sürek avları düzenlemiş ve karanlıkta yüzlerini hiç görmeden barbarları toplu halde öldürüp, ölülerine bile bakmadan dönmüştük. Sırf onlar barınamasın diye göl kenarındaki sazlıkları ve eğri büğrü barakalarını tutuşturmuştuk. Korktuğumuz için onların olmadığı zamanlarda kışlık mağaralarına gidip, her tarafa öldürücü zehirli yiyecekler koymuştuk.
İşte şimdi bunların hesabını vereceğimiz günlere gelmiştik. Sınır boylarında birkaç atlı barbarın görüldüğü yolundaki cılız söylentilerle başlamıştı her şey. Kimse inanmamıştı buna ve görülen kişilerin atlı sınır devriyeleri olabileceği söylenmişti. Sonra dedikodular yoğunlaşmış, görüldüğü iddia edilen atlılar çoğalmış, bunların geceleri çok büyük ateşler etrafında toplandığı söylenmiş ve en sonunda da sınırın hemen dibinde binlerce kişilik atlı orduların, ellerindeki mızrakları savurarak düpedüz saldırı hazırlıkları içinde olduklarının görüldüğüne kadar varmıştı söylentiler.
O kadar korkmuştuk ki, hiçbirimizin aklına bu korkutucu sözlerin ne zaman başladığını düşünmek gelmemişti. Bir iki tapınak bilgesi, bu söylentilerin, imparatorluğun öteki imparatorlukla yüzlerce yıldır yapmakta olduğu söylenen savaşta yenilmiş olduğu haberlerinin hemen ardından çıktığına dikkat çekmişlerdi. Savaşta yenildiğimiz söylentileri üzerine hemen sıkıyönetim ilan edilmiş, insanlara verilen günlük et, süt ve ekmek tayını yarıya düşürülmüş, her türlü siyasi faaliyet ile toplantılar yasaklanmış, yerel gazeteler kapatılmış ve semtten semte gezerek insanlara günlük haberleri aktaran "görevli haberciler" gözaltına alınmıştı. Tapınak bilgeleri bunlara dikkat etmemizi söylediklerinin neredeyse hemen ertesi günü ortadan kaybolmuşlardı. Derken, örgütlü, silahlı ve intikam çığlıkları atan binlerce barbarın saldırdı saldıracak bir şekilde sınıra yığıldıkları yolundaki haberler neredeyse her saat tekrarlanmaya başlayınca, bizlere artık hiçbir şey düşünmeden öylece oturup, barbarları beklemek kalmıştı...
İşte şimdi öylece oturup bekliyoruz. Sessiz. Kımıltısız. O kadar uzun bir zamandır bekliyoruz ki, korkuyu da unuttuk artık. Barbarları bekliyoruz. Kış geldi. Ne garip? Barbarlar artık mağaralarına gitmiyorlar. Biz de artık ateş yakmayı gereksiz bulduğumuz odalarımızda, alnımızı soğuk camlara dayayıp, dışarıya bakıyor ve barbarları bekliyoruz.
Bütün gün camdan dışarıyı seyrediyoruz. Tozlu bir gökyüzünde turuncu bir güneş yükseliyor ve akşama doğru can acıtan bir bakır kırmızısına dönüşerek batıyor. Siyah ve mor çizgiler, onların bekledikleri söylenen uzak ufuklarda inceliyor. İşte o zaman battaniyelerin, yorganların ve postların altına girip, sevişmeye koyuluyoruz. Ruhsuz, mekanik ve ezbere hareketlerle birbirimizi kızıştırmaya, heveslendirmeye çalışıyoruz. Oramıza buramıza dokunuyoruz. Konuşmuyoruz. Sevişmenin alışageldik inlemelerini bile çıkartmıyoruz. Yok. Kulağımız kirişte değil. Sadece bir bıkkınlık içindeyiz. Barbarları bekliyoruz...
Nobel Edebiyat Ödülü'nü 2003 yılında alan Joan Maxwell Coetzee, en ünlü kitabı olan "Barbarları Beklerken'de buna benzer şeyler yazdı. Coetzee, bu romanında hayali bir imparatorlukta geçen olayları anlattı. Nedir, kendisi de Güney Afrika'da doğup büyüyen Coetzee'nin, o sıralarda kanlı bir ırkçılığın kol gezdiği 1970'lerin Güney Afrikası'nı anlattığı da hemen anlaşıldı.
Coetzee, kitabında geniş topraklara yayılmış bir imparatorluğun en ucundaki bölgede yaşayan 'Barbarlar'ın, sözüm ona isyan etmek ve 'uygarların' yaşadığı şehirleri zaptedip, kendilerine yapılmış olan kötülüklerin öcünü almaya hazırlandıklarını yazdı. Sonra da bu söylentilerin siyasi iktidar tarafından kasıtlı olarak uydurulduğunu, yöneticilerin halkı istediği gibi yönetebilmek, her türlü hakkı askıya alabilmek ve en önemlisi de uygulanmakta olan koyu ırkçılığı gizleyebilmek için bunları kullandığını anlattı.
Romandaki bu kurgunun aslında Güney Afrika'daki durumu anlattığı kısa sürede anlaşıldı. İş başında olan ve ırk ayrımını resmen benimsemiş olan hükümet, Coetzee üzerindeki baskılarını artırdı ve yazar uzun bir süre yurtdışında yaşamak zorunda kaldı.
John Maxwell Coetzee, 9 Şubat 1940'da Cape Town'da doğdu. Bu kentin üniversitesinde matematik ve İngilizce okudu. Daha sonra Londra'ya taşındı ve bir bilgisayar firmasında programcı olarak çalıştı. Çocukluk ile Delikanlılık adlı romanlarını da bu dönemde yazmaya başladı.
1971'de Amerika'ya gitti. Birleşik Devletler vatandaşlığına geçip orada kalmak istedi. Nedir, Amerika'da düzenlenen Vietnam savaşı karşıtı birçok gösteriye katılmıştı. Başvurusu reddedildi ve gerekçe olarak kendisine CIA, FBI ve polisteki kayıtları gösterildi. Coetzee daha sonra o günleri anlatırken, 'beni elimde pankartla gösteren çok sayıda resmim çekilmişti ve dehşete düştüm" diye konuştu.
Güney Afrika'ya döndü. Irkçı hükümet tarihe karışmıştı ama kendisine karşı olan resmi güvensizlik de sürüyordu. Daha rahat yaşayabileceğini düşündüğü Avustralya'ya gitti ve Adelaid'e yerleşti. Sonra da Avustralya vatandaşı oldu. Yazmaya devam etti. Barbarları Beklerken, Michael K. Yaşamı ve Yaşadığı Dönem, Düşman, Demir Çağı, Petersburglu Usta, Utanç, Yavaş Adam ve Romancının Romanı adlı kitapları yayımlandı.
Barbarları Beklerken adlı kitabı ünlenip, çok sayıda dile çevrildikten sonra bir gün, Coeetze'ye, aynı isimde bir şiir yazmış olan meşhur Yunan Şair Konstantinos Kavafis'in bu şiirini okuyup okumadığı soruldu.
Coetzee gülerek, "sadece son dizelerini" dedi. O son dizeler, 'hava karardı ve barbarlar gelmedi / peki, biz ne yapacağız şimdi barbarlar olmadan / bir çeşit çözümdü onlar sorunlarımıza' diyordu...