Her zamankinden de daha güzel giyindi o gün. İncecik, tiril tiril beyaz bir gömlek, siyah bir etek. O günün şerefine narçiçeği rengindeki ipek fularını da taktı. Kendisi ve üzerindeki her şey temiz ve güzel olmalıydı. Zaten hep öyleydi ama o gün her zaman olduğundan da daha güzel ve temiz olmalıydı her şey. Yıllar önceki “Şanlı Haziran Yürüyüşü”ne katılmış o işçi kadının, sonradan anlattıkları geldi aklına yine. 16 Haziran 1970 işçi yürüyüşüne katılmış olan kadın, daha sonra o günü anlatırken, “o sabah yepyeni iç çamaşırları giydim, hani kötü bir şey olur da ölür kalırsam, amma da pismiş diye konuşmasınlar arkamdan” demiş, o da bu lafı hiç unutmamıştı. Kadın duyarlılığı işte diye düşündü. Gülümsedi.
Dışarı çıkmadan önce boy aynasında kendini inceledi. Güzeldi. Beş yıl sonra can dostu Tezer’in yazacağı gibi güzel bir kadındı. ‘Erkeklerin beğendiği, istediği bir kadınsın. Hep sevildin. Güzelsin, temizsin. Pis kadın olur mu diyeceksin ama kimlerin pis olduğunu sen de çok iyi biliyorsun’. Aynadaki halini beğendi. Gülümsedi.
Binlerce insanla birlikte ve ancak adım adım ilerleyerek meydana yaklaşabildiğinde, saat öğleni çoktan geçmişti bile. O pankart ve afiş okyanusunda, kendi örgütüne ait olanı güçlükle seçebildi. İtişe kakışa ilerledi. Sonunda, “Türkiye Yazarlar Sendikası” pankartı altında toplanmış olan arkadaşlarına ulaştı. Onlarla kol kola girdi. Onlarla el ele tutuştu. O pırıl pırıl mayıs güneşi altında meydanı dolduran beş yüz bin insanla birlikte bağırdı, şarkılar ve marşlar söyledi. Umutlandı. Konuşmacıları dinledi. Hep bir ağızdan söylenen zafer ve umut şarkılarına kulak verdi. “İşçinin, emekçinin bayramı”. Bayram şarkılarına o da katıldı. Gülümsedi.
Akşam oldu. Kalabalık daha da büyüdü. Yoruldu. Güler yüzlü ve kalın bıyıklı adam son konuşmayı yapmak için kürsüye çıktığında, o da arkadaşlarıyla birlikte biraz soluklanabilmek için meydanın hemen yanındaki pastaneye girdi. Yorgun ve mutluydu.
İlk silah seslerini, çayından ilk yudumu alırken duydu. Bir sopayla tahtaya vuruluyormuş gibi tok bir ses. Sonra aynı sesi bir kez daha duydu. Sonra cehennemi gördü. Sonra kıyameti yaşadı. Her cinsten otomatik silahtan çıkan uğultulu sesler. Polis panzerlerinin motor homurtuları. Kulakları yırtan canavar düdükleri. Sonuna kadar açılmış hortumlardan fışkıran kesici, vurucu ve öldürücü bir tazyikli suyun çıkardığı kırbaç ıslıkları.
Sonra insan sesleri. Ölen, yaralanan, biraz önce yan yana yürüdüğü arkadaşının ayakları altında ezilen, duvara sıkışan, düpedüz boğulan insanlardan çıkan o tarif edilemeyen sesler. Bağıran, haykıran, ağlayan, yalvaran, inleyen, küfür eden, yakaran insanların korkunç sesleri.
Çıktı. Ne yana olduğunu bilemeden koşmaya başladı. Yerlerde öylece kımıltısız yatan ya da kıvrılan, ağızları ve gözleri sonsuz bir dehşetle açılmış insanların üzerinden atladı. Narçiçeği rengindeki fuları, boynundan kayıp düştü. Beyaz gömleği lekelendi. Koştu. Elmadağ yönüne doğru koştu. Ardında çığlıklar, haykırışlar, ‘kızıma rastladın mı, babamı gördün mü’ soruları duya duya koştu. Kurtuldu.
Yazar Leyla Erbil, düzenlenen bir tertip sonucunda yüz yirmi altı kişinin yaralandığı ve otuz dört kişinin de öldüğü 1 Mayıs 1977 olaylarında Taksim meydanındaydı ve gerçekten de mutlu bir rastlantıyla canını kurtarabildi. Can dostu Tezer Özlü de yanındaydı ve o da en azından o gün için şanslıydı.
Basmakalıp deyimle “Türk edebiyatının ayrıksı sesi” Leyla Erbil, 1931’de İstanbul’da doğdu. Orta halli bir ailenin üç kızından ortancasıydı. İlk, orta ve liseden sonra İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nin İngiliz Edebiyatı bölümünde okudu. Edebiyat gibi uçsuz bucaksız bir alanda hemen her şeyin kuru bir neden-sonuç ilişkisine bağlandığı, yazarların ve içinde bulundukları toplumun insan yönünün neredeyse hiç göz önüne alınmadığı biçimsel derslere son sınıfa kadar tahammül etti. Son sınıfta bıraktı.
İnsanların içine girdi. Onların ne düşündüğünü, düşüncelerini ne şekilde ifade ettiklerini anlamaya uğraştı. İnsanların nasıl konuştuklarına baktı. Sokakta ve edebiyatta konuşulan dilin, olan biteni anlatmakta yeterli olup olmadığı konusunda kafa patlattı. Sonunda kararını verdi. “İnsanı anlatmakta artık yetersiz kalan bu dili, bu kalıpları değiştirecekti”.
Değiştirmeye başladı. 1956’da yayınlanan ilk hikayesi ‘Uğraşsız’da, bu değiştirme çabalarının ilk kardelenleri uç verdi. Sadece dilde değil, her türlü edebi kalıpta, siyasi düşüncede nasıl değişik ve değiştirici biri olduğunu ortaya koydu. Gün geldi klasik “solcuları” eleştirdi. Gün geldi, klasik edebiyatçıları yerden yere vurdu. Dinin, ailenin, okulun ve toplumun kendi çıkarlarına uygun olarak ürettiği yasaklarla, tabularla dolu sözüm ona ideolojilere kendi başına bir savaş açtı.
En çok da dille uğraştı. Giderek güdükleşen sözcük ‘hazinesinin’ kofluğunu ortaya koydu. Söz dizimi kurallarını alt üst edip, yazının başka kurallarla da yazılabileceğini kanıtladı. Marks’ı ve Freud’u adeta yeniden yorumladı.
Dille, anlatım biçimleriyle boğuşurken, yaşamdan da hiç kopmadı. İnsanlarla birlikteydi hep. Türkiye Sanatçılar Birliği ve Türkiye Yazarlar Sendikası’nın kurucularından biri oldu. Türkiye İşçi Partisi’ne girdi. Partinin Sanat ve Kültür Bürosu’nda görev yaptı.
Alışılmış, doğruluğu hiç sorgulanmadan öylece kabul edilmiş her şeye meydan okudu. Ezberler bozdu. Dil yapılarına, her köşe başına kurulup çöreklenmiş ‘güya’ değerlere, hayatın her alanında bir mantar gibi bitiveren sözüm ona güvenlikli binalara meydan okudu. Edebiyatın gitgide ticarileşmesine içerledi. Kitapların, karanfilli diş macunlarıyla yan yana satılır olmasına hiddetlendi. Onlara saldırdı. Onlara üç noktalı virgüllerle, iki nokta üst üsteli soru işaretleriyle, virgüllü ünlemlerle saldırdı. Sırça köşkleri un ufak etti. Yel değirmenlerinin kanatlarını ve çarklarını kırıverdi.
Bütün bu savaşında bir tek silahı vardı, dil. Leyla Erbil, ‘dünyanın en despot, en buyurgan erkek egemen toplumunda’ yaşadığını biliyordu ve böyle bir toplumla savaşmak için kullanacağı en iyi silahın dil olduğunun da çoktan farkındaydı.
O silahı kullandı. Kara edebiyatı, yeraltı edebiyatını, gerçeküstücülüğü, nihilizmi sonuna kadar kullandı. Leyla Erbil nasıl bir amansız mücadeleye giriştiğini de biliyordu. O nedenle uzlaşma, serinkanlılık, hoşgörü gibi kavramları fırlattı attı. Öfkeyi, kışkırtmayı ve sivriliği koydu ortaya. Gerildi ve aynı ölçüde gerdi. Yaralıydı ve o da bir o kadar yaraladı.
Baktı ki, cinsellik de ‘erkeklerin’ tekelinde, bu kez cinselliği de kullandı. ‘Cinsellik öyle yazılmaz, böyle yazılır’ der gibi yazdı. Her zamanki gibi, meydan okuyarak yazdı. Tuhaf Bir Kadın, Karanlığın Günü, Mektup Aşkları ve Cüce adlı eserlerinde okuyanı allak bullak eden bir cinsellik yazdı.
Mektup Aşkları kitabında üç kız çocuğunun ‘birbirlerine ayna tutarak oralarının nasıl olduğuna baktıklarını’ yazdı. Karanlığın Günü’nde çocukların ‘donlarını çıkarıp ötekininkine bakmasını’ yazdı. Ensesti de yazdı, küçük çocuklara ‘önlerini göstererek doyuma ulaşmak isteyen morukları’ da yazdı. ‘Bir beygirle ilişkiye girmeyi düşleyen’ kadınları da yazdı.
Hallaç, Gecede, Eski Sevgili, Tuhaf Bir Kadın, Karanlığın Günü, Mektup Aşkları, Cüce, Üç Başlı Ejderha, Düşler Öyküler ve Zihin Kuşları gibi eserlerin sahibi olan Leyla Erbil, ‘düzgün, efendi, aklı başında’ romanların ötesine geçmek üzere yazmaya başlamıştı. ‘Erkek egemen dilin insanı hep yanlış, eksik anlattığını’ düşünmüştü. Ona göre, ‘özellikle cinsellik alanında kadını dışlayan yalanlar, tabular’ sanki onu bekliyordu.
O da bu tabuları yıkmak için işe girişti ve yıktı. Hesapsız, plansız ve alabildiğine korkusuz bir yazardı. Yazdıklarının kimilerini incitebileceğini, kırabileceğini, düşmanlar kazanacağını çok iyi biliyordu. Hiç tınmadı. Okuyucudan bile çekinmedi. Göğsünü gere gere, “yazarken asla okuyucuyu düşünmedim, kendi dilimi, metni yaratmaktan başka, okuru eğlendirmeyi, kaç satacağını, beğenilip beğenilmeyeceğini, eleştirmenlerin hoşlanacağı gibi yazmayı filan hiç düşünmedim” dedi.
Leyla Erbil’i anlamaya yanaşmayanlar ya da onu anlama yeteneğinden yoksun olanlar, Erbil için ‘tuhaf biri işte’ deyip, işin içinden çıkmayı denediler.
Bir bakıma doğruydu bu. Oturup yazarlığının keyfini çıkaracağı yerde insanları ve insanlığı sorguladığı için, düşlerini anlattığı için Leyla Erbil gerçekten de “tuhaf bir kadın”dı.
İyi ki tuhaftı…
Dışarı çıkmadan önce boy aynasında kendini inceledi. Güzeldi. Beş yıl sonra can dostu Tezer’in yazacağı gibi güzel bir kadındı. ‘Erkeklerin beğendiği, istediği bir kadınsın. Hep sevildin. Güzelsin, temizsin. Pis kadın olur mu diyeceksin ama kimlerin pis olduğunu sen de çok iyi biliyorsun’. Aynadaki halini beğendi. Gülümsedi.
Binlerce insanla birlikte ve ancak adım adım ilerleyerek meydana yaklaşabildiğinde, saat öğleni çoktan geçmişti bile. O pankart ve afiş okyanusunda, kendi örgütüne ait olanı güçlükle seçebildi. İtişe kakışa ilerledi. Sonunda, “Türkiye Yazarlar Sendikası” pankartı altında toplanmış olan arkadaşlarına ulaştı. Onlarla kol kola girdi. Onlarla el ele tutuştu. O pırıl pırıl mayıs güneşi altında meydanı dolduran beş yüz bin insanla birlikte bağırdı, şarkılar ve marşlar söyledi. Umutlandı. Konuşmacıları dinledi. Hep bir ağızdan söylenen zafer ve umut şarkılarına kulak verdi. “İşçinin, emekçinin bayramı”. Bayram şarkılarına o da katıldı. Gülümsedi.
Akşam oldu. Kalabalık daha da büyüdü. Yoruldu. Güler yüzlü ve kalın bıyıklı adam son konuşmayı yapmak için kürsüye çıktığında, o da arkadaşlarıyla birlikte biraz soluklanabilmek için meydanın hemen yanındaki pastaneye girdi. Yorgun ve mutluydu.
İlk silah seslerini, çayından ilk yudumu alırken duydu. Bir sopayla tahtaya vuruluyormuş gibi tok bir ses. Sonra aynı sesi bir kez daha duydu. Sonra cehennemi gördü. Sonra kıyameti yaşadı. Her cinsten otomatik silahtan çıkan uğultulu sesler. Polis panzerlerinin motor homurtuları. Kulakları yırtan canavar düdükleri. Sonuna kadar açılmış hortumlardan fışkıran kesici, vurucu ve öldürücü bir tazyikli suyun çıkardığı kırbaç ıslıkları.
Sonra insan sesleri. Ölen, yaralanan, biraz önce yan yana yürüdüğü arkadaşının ayakları altında ezilen, duvara sıkışan, düpedüz boğulan insanlardan çıkan o tarif edilemeyen sesler. Bağıran, haykıran, ağlayan, yalvaran, inleyen, küfür eden, yakaran insanların korkunç sesleri.
Çıktı. Ne yana olduğunu bilemeden koşmaya başladı. Yerlerde öylece kımıltısız yatan ya da kıvrılan, ağızları ve gözleri sonsuz bir dehşetle açılmış insanların üzerinden atladı. Narçiçeği rengindeki fuları, boynundan kayıp düştü. Beyaz gömleği lekelendi. Koştu. Elmadağ yönüne doğru koştu. Ardında çığlıklar, haykırışlar, ‘kızıma rastladın mı, babamı gördün mü’ soruları duya duya koştu. Kurtuldu.
Yazar Leyla Erbil, düzenlenen bir tertip sonucunda yüz yirmi altı kişinin yaralandığı ve otuz dört kişinin de öldüğü 1 Mayıs 1977 olaylarında Taksim meydanındaydı ve gerçekten de mutlu bir rastlantıyla canını kurtarabildi. Can dostu Tezer Özlü de yanındaydı ve o da en azından o gün için şanslıydı.
Basmakalıp deyimle “Türk edebiyatının ayrıksı sesi” Leyla Erbil, 1931’de İstanbul’da doğdu. Orta halli bir ailenin üç kızından ortancasıydı. İlk, orta ve liseden sonra İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nin İngiliz Edebiyatı bölümünde okudu. Edebiyat gibi uçsuz bucaksız bir alanda hemen her şeyin kuru bir neden-sonuç ilişkisine bağlandığı, yazarların ve içinde bulundukları toplumun insan yönünün neredeyse hiç göz önüne alınmadığı biçimsel derslere son sınıfa kadar tahammül etti. Son sınıfta bıraktı.
İnsanların içine girdi. Onların ne düşündüğünü, düşüncelerini ne şekilde ifade ettiklerini anlamaya uğraştı. İnsanların nasıl konuştuklarına baktı. Sokakta ve edebiyatta konuşulan dilin, olan biteni anlatmakta yeterli olup olmadığı konusunda kafa patlattı. Sonunda kararını verdi. “İnsanı anlatmakta artık yetersiz kalan bu dili, bu kalıpları değiştirecekti”.
Değiştirmeye başladı. 1956’da yayınlanan ilk hikayesi ‘Uğraşsız’da, bu değiştirme çabalarının ilk kardelenleri uç verdi. Sadece dilde değil, her türlü edebi kalıpta, siyasi düşüncede nasıl değişik ve değiştirici biri olduğunu ortaya koydu. Gün geldi klasik “solcuları” eleştirdi. Gün geldi, klasik edebiyatçıları yerden yere vurdu. Dinin, ailenin, okulun ve toplumun kendi çıkarlarına uygun olarak ürettiği yasaklarla, tabularla dolu sözüm ona ideolojilere kendi başına bir savaş açtı.
En çok da dille uğraştı. Giderek güdükleşen sözcük ‘hazinesinin’ kofluğunu ortaya koydu. Söz dizimi kurallarını alt üst edip, yazının başka kurallarla da yazılabileceğini kanıtladı. Marks’ı ve Freud’u adeta yeniden yorumladı.
Dille, anlatım biçimleriyle boğuşurken, yaşamdan da hiç kopmadı. İnsanlarla birlikteydi hep. Türkiye Sanatçılar Birliği ve Türkiye Yazarlar Sendikası’nın kurucularından biri oldu. Türkiye İşçi Partisi’ne girdi. Partinin Sanat ve Kültür Bürosu’nda görev yaptı.
Alışılmış, doğruluğu hiç sorgulanmadan öylece kabul edilmiş her şeye meydan okudu. Ezberler bozdu. Dil yapılarına, her köşe başına kurulup çöreklenmiş ‘güya’ değerlere, hayatın her alanında bir mantar gibi bitiveren sözüm ona güvenlikli binalara meydan okudu. Edebiyatın gitgide ticarileşmesine içerledi. Kitapların, karanfilli diş macunlarıyla yan yana satılır olmasına hiddetlendi. Onlara saldırdı. Onlara üç noktalı virgüllerle, iki nokta üst üsteli soru işaretleriyle, virgüllü ünlemlerle saldırdı. Sırça köşkleri un ufak etti. Yel değirmenlerinin kanatlarını ve çarklarını kırıverdi.
Bütün bu savaşında bir tek silahı vardı, dil. Leyla Erbil, ‘dünyanın en despot, en buyurgan erkek egemen toplumunda’ yaşadığını biliyordu ve böyle bir toplumla savaşmak için kullanacağı en iyi silahın dil olduğunun da çoktan farkındaydı.
O silahı kullandı. Kara edebiyatı, yeraltı edebiyatını, gerçeküstücülüğü, nihilizmi sonuna kadar kullandı. Leyla Erbil nasıl bir amansız mücadeleye giriştiğini de biliyordu. O nedenle uzlaşma, serinkanlılık, hoşgörü gibi kavramları fırlattı attı. Öfkeyi, kışkırtmayı ve sivriliği koydu ortaya. Gerildi ve aynı ölçüde gerdi. Yaralıydı ve o da bir o kadar yaraladı.
Baktı ki, cinsellik de ‘erkeklerin’ tekelinde, bu kez cinselliği de kullandı. ‘Cinsellik öyle yazılmaz, böyle yazılır’ der gibi yazdı. Her zamanki gibi, meydan okuyarak yazdı. Tuhaf Bir Kadın, Karanlığın Günü, Mektup Aşkları ve Cüce adlı eserlerinde okuyanı allak bullak eden bir cinsellik yazdı.
Mektup Aşkları kitabında üç kız çocuğunun ‘birbirlerine ayna tutarak oralarının nasıl olduğuna baktıklarını’ yazdı. Karanlığın Günü’nde çocukların ‘donlarını çıkarıp ötekininkine bakmasını’ yazdı. Ensesti de yazdı, küçük çocuklara ‘önlerini göstererek doyuma ulaşmak isteyen morukları’ da yazdı. ‘Bir beygirle ilişkiye girmeyi düşleyen’ kadınları da yazdı.
Hallaç, Gecede, Eski Sevgili, Tuhaf Bir Kadın, Karanlığın Günü, Mektup Aşkları, Cüce, Üç Başlı Ejderha, Düşler Öyküler ve Zihin Kuşları gibi eserlerin sahibi olan Leyla Erbil, ‘düzgün, efendi, aklı başında’ romanların ötesine geçmek üzere yazmaya başlamıştı. ‘Erkek egemen dilin insanı hep yanlış, eksik anlattığını’ düşünmüştü. Ona göre, ‘özellikle cinsellik alanında kadını dışlayan yalanlar, tabular’ sanki onu bekliyordu.
O da bu tabuları yıkmak için işe girişti ve yıktı. Hesapsız, plansız ve alabildiğine korkusuz bir yazardı. Yazdıklarının kimilerini incitebileceğini, kırabileceğini, düşmanlar kazanacağını çok iyi biliyordu. Hiç tınmadı. Okuyucudan bile çekinmedi. Göğsünü gere gere, “yazarken asla okuyucuyu düşünmedim, kendi dilimi, metni yaratmaktan başka, okuru eğlendirmeyi, kaç satacağını, beğenilip beğenilmeyeceğini, eleştirmenlerin hoşlanacağı gibi yazmayı filan hiç düşünmedim” dedi.
Leyla Erbil’i anlamaya yanaşmayanlar ya da onu anlama yeteneğinden yoksun olanlar, Erbil için ‘tuhaf biri işte’ deyip, işin içinden çıkmayı denediler.
Bir bakıma doğruydu bu. Oturup yazarlığının keyfini çıkaracağı yerde insanları ve insanlığı sorguladığı için, düşlerini anlattığı için Leyla Erbil gerçekten de “tuhaf bir kadın”dı.
İyi ki tuhaftı…
Misafirler için gizlenen link, görmek için
Giriş yap veya üye ol.