Futbol, milletlerin ruhunu, toplumların sosyal dokusunu yansıtan bir ayna, bazen de bir laboratuvar…
Türk futbolunun hikayesinde son zamanlarda yaşanan sahneler, "Bu kadarı da olmaz!" denilecek cinsten. Ancak ne yazık ki, bizim için "bu kadarı da oluyor" ve hatta fazlası…
Karadeniz’in hırçın dalgalarından nasibini alan Trabzon, coşkulu bir insan karakterine, tutkulu ve hırçın bir futbol kültürüne sahip. Öyle ki bu tutku kimi zaman çirkinleşme, vandalizm, şiddet sınırında dans ediyor ve adımını karanlık tarafa atıyor.
Yakın geçmişte Trabzon'un adının ulusal ve uluslar arası çapta yankı uyandıran olaylarla anılması belki de tesadüf değildir… Birtakım trajik şiddet olayları ve cinayetler, özünde (bir zamanlar) çağdaş, demokrat insanların yaşadığı bir kent olan Trabzon’un barışçıl ve demokratik yüzünü gölgelemiştir ve gölgelemeye devam etmektedir.
Halbuki başarılı bir Anadolu kulübü olarak Trabzonspor’un birleştirici bir futbol gücü olması beklenirdi. Zira Trabzonspor'un başarıları, Diyarbakır'dan Batman'a, Urfa'ya kadar geniş bir coğrafyada mahallelerin renklerini değiştirmiş, şehirler arası sınırları aşan bir kardeşlik ve sempati ağı oluşturmuştur.
Ancak geçen akşam yaşananlar bu birleştirici ruhun ve kardeşliğin nasıl da pamuk ipliğine bağlı olduğunu ve kolayca sarsılabileceğini acı bir şekilde gözler önüne sermiştir.
Pazar günkü Trabzonspor-Fenerbahçe maçı, futbolun ötesinde bir çatışmanın arenası haline geldi. Tribünlerden inen şiddet dalgası, sahadaki centilmen mücadele ruhunu esir aldı. Kardeşlik üzerine inşa edilmesi beklenen futbol kültürünün dokusunu parçalayarak, sporun birleştirici ruhuna zehri bir kez daha zerk etti.
Tribünlerden atılan ve hem oyunculara, hem de teknik direktöre isabet eden cisimler…
Hakeme atılan ses bombası…
Ceza sahasına atılan meşale…
Zincirleme şiddet sarmalı, barbarlık…
Sanki futbol sahası değil, savaş arenası…
Ve tüm bunlara rağmen, hayret verici bir şekilde, iptal edilmeyen bir müsabaka!
UEFA’da yaşansa lisans iptaline kadar varacak sonuçlar doğurması muhtemel bir olay…
Üstelik gerginlik yeni değil; belirli çevreler tarafından sürekli olarak kışkırtılıyor. Yani perşembenin gelişi çarşambadan belli.
Olayların, önlemlerin yetersizliği sebebiyle bu seviyeye ulaşmasına izin verilmesi kabul edilemez.
Sahalarda şiddeti körükleyen, özendiren, kışkırtan ve provokatif davranışlarda bulunanlara yönelik en ağır cezaların uygulanması şarttır. Mevcut cezaların yetersizliği, bu tür davranışların önlenmesinde caydırıcılık etkisini kaybetmiştir. Futbolun ruhuna ve toplumsal barışa zarar veren bu eylemler, ancak katı ve etkili yaptırımlarla engellenebilir.
Olaylardan sonra Ali Koç'un, ligden çekilme ihtimalinden bahsetmesi ve Kulüpler Birliği Başkanlığı'ndan istifasını açıklaması, yaşananların vahametini gözler önüne seriyor. Fenerbahçe'nin, adalet arayışı ve protesto için dahi olsa, bir alt lige düşmeyi göze alması, olayların futbol kültürümüze verdiği zararın boyutunu ortaya koyuyor.
İş insanı kimliği, demokrat, laik, aydın, medeni kişiliği ile Ali Koç, bir yandan kapitalizmin arenalarında dövüşürken, diğer yanda Fenerbahçe'nin başında, futbolun çamurlu sularında yüzmeye çalışıyor.
Aslında Koç, Fenerbahçe'yi zorlukların içinden çekip alarak, onu bir şampiyonluk hikayesine dönüştürmek istiyor. Ancak bu hikaye, birilerinin hoşuna gitmiyor. Çünkü futbol, sadece futbol değil… Aynı zamanda iktidar mücadelesi, görünmeyen ellerin çekişme alanı…
Bir diğer mesele; futbolun yönetimi. Daha doğrusu Türkiye’de futbolun yönetilememesi…
Futbol yönetiminde, sahalardan gelen tecrübe ile finansal gücün uyum içinde olması gerektiği aşikâr. Ancak ne yazık ki, kulüplerin başına geçen paralı yöneticiler yanında, futbolun iç yüzünü bilen ve sahalarda yetişmiş tecrübeli kişilere gereken söz hakkı ve yetki verilmiyor. İşi bilenlere yetki verilmiyor, iş bilmeyenlerin ise yetkisi var.
Türk futbolunda yönetim dinamikleri, siyasi arenanın etkileriyle iç içe geçmiş durumda. Federasyon başkanlığı gibi kritik görevlere atanmış isimlerin, genel kabul görmüş bir spor yönetimi uzmanlığından ziyade, üst düzey siyasi kararlarla bu pozisyonlara yerleştirilmesi…
Yöneticilerin görev sürelerinin sona ermesi veya devamı konusundaki kararlarının da siyasi beklentilere göre şekillendiği ve bu durumun sporun otonomisine gölge düştüğüne dair eleştiriler…
Mehmet Büyükekşi'nin de artık görevinden ayrılması gerektiği kulağına usulca fısıldanmış gibi görünüyor.
Büyükekşi'nin görev süresi boyunca yaşanan sayısız çirkin olay ve tartışma göz önünde bulundurulduğunda, aslında onun çok daha önceden görevi bırakması gerekirdi. Son Trabzonspor-Fenerbahçe maçı, eksi hanesine eklenen yeni bir maddeden fazlası değil.
Trabzon ve Fenerbahçe arasındaki gerginlik, tüm bu yönetim zaafiyetlerinin bir yansıması olarak da okunabilir.
Futbol federasyonunun liderliği gibi kritik pozisyonlara, futbolu ve sahaları iyi tanıyan, “yukarıdan” gelen emirlerle hareket eden değil, gerçek anlamda yetkin kişilerin getirilmesi gerektiği gerçeği her zamankinden daha fazla önem kazanıyor. Liyakat her yere lazım…
Türk futbolunun dramı, aslında ülkenin genel durumunun bir yansıması… Yozlaşma, adaletsizlik, vicdansızlık futbolun da içine işlemiş durumda. Günümüzde, yaşadığımız topraklarda ”Spor kardeşliktir" diyebilmek, ne yazık ki mümkün değil. Yeşil sahalar toplumsal çöküşün ve kötülüğün bir aracı haline getirilmeye çalışılıyor.
Daha kötüsü olamaz dedikçe, bir sonraki perdede daha büyük hayal kırıklıklarıyla karşılaşıyoruz. Türk futbolunun, ahlaki değerlerin ayaklar altına alındığı, adalet duygusunun soluk alamadığı bir kaos alanına dönüşmesi kabul edilemez.
Bu durum, sadece mevcut yönetim anlayışının bir yansıması değil; yılların (yazıyla yirmi iki!) birikimi… Adeta sistematik bir zehirlenme süreci.
Peki, bu durumdan çıkış yolu var mı? Futbolun, toplumun ve ülkenin kurtuluş reçetesi ne olabilir?
Belki de cevap, kendimize ve toplumumuza dair derin bir sorgulamadan geçiyor. Bu sorgulama, futbolun sahadaki mücadelesinden çok daha fazlasını içermeli. Toplumsal değerlerimiz, adalet anlayışımız ve bir arada yaşama kültürümüz üzerine yoğunlaşmalı.
Yıllardır biriken, katman katman üzerimize çöken yabancılaşmayı atmalı, insanı insan yapan değerleri yeniden keşfetmeye çalışmalıyız.
Futbolun, toplumun ve bireylerin iyileşmesi için, öncelikle şiddetin her türlüsünün reddedildiği bir zeminde buluşmamız gerekiyor. Sahada ve tribünde şiddete hayır diyebilmek, bunun için gereken toplumsal ve bireysel sorumluluğu alabilmek. Bu, yalnızca futbol otoritelerinin değil, her birimizin görevi.
Kurtuluş reçetemiz, bireysel ve toplumsal bilincimizin yükseltilmesinden geçiyor. Özgür, adil ve eşit bir toplum yaratma ideali, futbolun yeşil sahalarından toplumun en uzak köşelerine kadar her alanda kendini göstermeli.
Asıl galibiyet, barış, adalet ve kardeşlik içinde bir arada yaşamayı başarabilmektedir.
Türk futbolunun hikayesinde son zamanlarda yaşanan sahneler, "Bu kadarı da olmaz!" denilecek cinsten. Ancak ne yazık ki, bizim için "bu kadarı da oluyor" ve hatta fazlası…
Karadeniz’in hırçın dalgalarından nasibini alan Trabzon, coşkulu bir insan karakterine, tutkulu ve hırçın bir futbol kültürüne sahip. Öyle ki bu tutku kimi zaman çirkinleşme, vandalizm, şiddet sınırında dans ediyor ve adımını karanlık tarafa atıyor.
Yakın geçmişte Trabzon'un adının ulusal ve uluslar arası çapta yankı uyandıran olaylarla anılması belki de tesadüf değildir… Birtakım trajik şiddet olayları ve cinayetler, özünde (bir zamanlar) çağdaş, demokrat insanların yaşadığı bir kent olan Trabzon’un barışçıl ve demokratik yüzünü gölgelemiştir ve gölgelemeye devam etmektedir.
Halbuki başarılı bir Anadolu kulübü olarak Trabzonspor’un birleştirici bir futbol gücü olması beklenirdi. Zira Trabzonspor'un başarıları, Diyarbakır'dan Batman'a, Urfa'ya kadar geniş bir coğrafyada mahallelerin renklerini değiştirmiş, şehirler arası sınırları aşan bir kardeşlik ve sempati ağı oluşturmuştur.
Ancak geçen akşam yaşananlar bu birleştirici ruhun ve kardeşliğin nasıl da pamuk ipliğine bağlı olduğunu ve kolayca sarsılabileceğini acı bir şekilde gözler önüne sermiştir.
Pazar günkü Trabzonspor-Fenerbahçe maçı, futbolun ötesinde bir çatışmanın arenası haline geldi. Tribünlerden inen şiddet dalgası, sahadaki centilmen mücadele ruhunu esir aldı. Kardeşlik üzerine inşa edilmesi beklenen futbol kültürünün dokusunu parçalayarak, sporun birleştirici ruhuna zehri bir kez daha zerk etti.
Tribünlerden atılan ve hem oyunculara, hem de teknik direktöre isabet eden cisimler…
Hakeme atılan ses bombası…
Ceza sahasına atılan meşale…
Zincirleme şiddet sarmalı, barbarlık…
Sanki futbol sahası değil, savaş arenası…
Ve tüm bunlara rağmen, hayret verici bir şekilde, iptal edilmeyen bir müsabaka!
UEFA’da yaşansa lisans iptaline kadar varacak sonuçlar doğurması muhtemel bir olay…
Üstelik gerginlik yeni değil; belirli çevreler tarafından sürekli olarak kışkırtılıyor. Yani perşembenin gelişi çarşambadan belli.
Olayların, önlemlerin yetersizliği sebebiyle bu seviyeye ulaşmasına izin verilmesi kabul edilemez.
Sahalarda şiddeti körükleyen, özendiren, kışkırtan ve provokatif davranışlarda bulunanlara yönelik en ağır cezaların uygulanması şarttır. Mevcut cezaların yetersizliği, bu tür davranışların önlenmesinde caydırıcılık etkisini kaybetmiştir. Futbolun ruhuna ve toplumsal barışa zarar veren bu eylemler, ancak katı ve etkili yaptırımlarla engellenebilir.
Olaylardan sonra Ali Koç'un, ligden çekilme ihtimalinden bahsetmesi ve Kulüpler Birliği Başkanlığı'ndan istifasını açıklaması, yaşananların vahametini gözler önüne seriyor. Fenerbahçe'nin, adalet arayışı ve protesto için dahi olsa, bir alt lige düşmeyi göze alması, olayların futbol kültürümüze verdiği zararın boyutunu ortaya koyuyor.
İş insanı kimliği, demokrat, laik, aydın, medeni kişiliği ile Ali Koç, bir yandan kapitalizmin arenalarında dövüşürken, diğer yanda Fenerbahçe'nin başında, futbolun çamurlu sularında yüzmeye çalışıyor.
Aslında Koç, Fenerbahçe'yi zorlukların içinden çekip alarak, onu bir şampiyonluk hikayesine dönüştürmek istiyor. Ancak bu hikaye, birilerinin hoşuna gitmiyor. Çünkü futbol, sadece futbol değil… Aynı zamanda iktidar mücadelesi, görünmeyen ellerin çekişme alanı…
Bir diğer mesele; futbolun yönetimi. Daha doğrusu Türkiye’de futbolun yönetilememesi…
Futbol yönetiminde, sahalardan gelen tecrübe ile finansal gücün uyum içinde olması gerektiği aşikâr. Ancak ne yazık ki, kulüplerin başına geçen paralı yöneticiler yanında, futbolun iç yüzünü bilen ve sahalarda yetişmiş tecrübeli kişilere gereken söz hakkı ve yetki verilmiyor. İşi bilenlere yetki verilmiyor, iş bilmeyenlerin ise yetkisi var.
Türk futbolunda yönetim dinamikleri, siyasi arenanın etkileriyle iç içe geçmiş durumda. Federasyon başkanlığı gibi kritik görevlere atanmış isimlerin, genel kabul görmüş bir spor yönetimi uzmanlığından ziyade, üst düzey siyasi kararlarla bu pozisyonlara yerleştirilmesi…
Yöneticilerin görev sürelerinin sona ermesi veya devamı konusundaki kararlarının da siyasi beklentilere göre şekillendiği ve bu durumun sporun otonomisine gölge düştüğüne dair eleştiriler…
Mehmet Büyükekşi'nin de artık görevinden ayrılması gerektiği kulağına usulca fısıldanmış gibi görünüyor.
Büyükekşi'nin görev süresi boyunca yaşanan sayısız çirkin olay ve tartışma göz önünde bulundurulduğunda, aslında onun çok daha önceden görevi bırakması gerekirdi. Son Trabzonspor-Fenerbahçe maçı, eksi hanesine eklenen yeni bir maddeden fazlası değil.
Trabzon ve Fenerbahçe arasındaki gerginlik, tüm bu yönetim zaafiyetlerinin bir yansıması olarak da okunabilir.
Futbol federasyonunun liderliği gibi kritik pozisyonlara, futbolu ve sahaları iyi tanıyan, “yukarıdan” gelen emirlerle hareket eden değil, gerçek anlamda yetkin kişilerin getirilmesi gerektiği gerçeği her zamankinden daha fazla önem kazanıyor. Liyakat her yere lazım…
Türk futbolunun dramı, aslında ülkenin genel durumunun bir yansıması… Yozlaşma, adaletsizlik, vicdansızlık futbolun da içine işlemiş durumda. Günümüzde, yaşadığımız topraklarda ”Spor kardeşliktir" diyebilmek, ne yazık ki mümkün değil. Yeşil sahalar toplumsal çöküşün ve kötülüğün bir aracı haline getirilmeye çalışılıyor.
Daha kötüsü olamaz dedikçe, bir sonraki perdede daha büyük hayal kırıklıklarıyla karşılaşıyoruz. Türk futbolunun, ahlaki değerlerin ayaklar altına alındığı, adalet duygusunun soluk alamadığı bir kaos alanına dönüşmesi kabul edilemez.
Bu durum, sadece mevcut yönetim anlayışının bir yansıması değil; yılların (yazıyla yirmi iki!) birikimi… Adeta sistematik bir zehirlenme süreci.
Peki, bu durumdan çıkış yolu var mı? Futbolun, toplumun ve ülkenin kurtuluş reçetesi ne olabilir?
Belki de cevap, kendimize ve toplumumuza dair derin bir sorgulamadan geçiyor. Bu sorgulama, futbolun sahadaki mücadelesinden çok daha fazlasını içermeli. Toplumsal değerlerimiz, adalet anlayışımız ve bir arada yaşama kültürümüz üzerine yoğunlaşmalı.
Yıllardır biriken, katman katman üzerimize çöken yabancılaşmayı atmalı, insanı insan yapan değerleri yeniden keşfetmeye çalışmalıyız.
Futbolun, toplumun ve bireylerin iyileşmesi için, öncelikle şiddetin her türlüsünün reddedildiği bir zeminde buluşmamız gerekiyor. Sahada ve tribünde şiddete hayır diyebilmek, bunun için gereken toplumsal ve bireysel sorumluluğu alabilmek. Bu, yalnızca futbol otoritelerinin değil, her birimizin görevi.
Kurtuluş reçetemiz, bireysel ve toplumsal bilincimizin yükseltilmesinden geçiyor. Özgür, adil ve eşit bir toplum yaratma ideali, futbolun yeşil sahalarından toplumun en uzak köşelerine kadar her alanda kendini göstermeli.
Asıl galibiyet, barış, adalet ve kardeşlik içinde bir arada yaşamayı başarabilmektedir.
Misafirler için gizlenen link, görmek için
Giriş yap veya üye ol.