Tarih boyunca zaman zaman uluslar ve toplumlar baskı, kötü yönetim, görevi kötüye kullanma, kamu kaynaklarını kendi çıkarları için kullanma ve zulme karşı hep değişim ve yenilenme aramış, kendisine daha iyi bir yaşam, daha düzenli bir kamu servisi, daha namuslu bir yönetim, daha demokrat bir politika ve adil bir yönetim umudu vermiş olan bazı kişilerin arkasına düşmüşlerdir. Bu kişiler kendilerini bir kurtarıcı gibi pazarlamayı bilmişler, halkın kafasında yarattıkları hayali dürüstlük ve işbilirlik imajı ile onların tüm rüyalarını ve hayallerini olduğu kadar oylarını da almayı başarmışlar fakat sonuçta kişisel çıkarları uğruna ülkelerini batırmışlardır.
Çoğu kere evrim değil adeta devrim yapabileceği inancı ve belki de kararı ile iktidara gelen kişiler, asıl duygu ve niyetlerle ise başlayabilirler. İlk olarak kendilerine rakip olanların ayaklarını kaydırmakla uygulamaya geçerler, bir kaç kötü örneği hızlı kararlar ve yargılamalarla cezalandırırlar. Bazan yanlışlıklar ve acemilikler, hatta haksızlıklar da olsa, halk büyük bir umutla, daha iyi günler göreceğiz beklentisi ile bu haksızlıkları görmezden gelebilir ve yeni lideri alkışlamayı sürdürür. Herkes daha zengin bir ülke, daha parlak bir gelecek için ufak tefek yanlışlıkları, haksızlıkları onaylar ve ses çıkarmaz taa ki seçtiği kişinin yaptığı tahribat kendisine zarar vermeye başladığı zamana kadar.
İngiliz tarihçi ve politikacı Lord Acton’un gene tarihe geçmiş ve adeta eski deyim ile darb-ı-mesel olmuş şu sözlerini bir hatırlayalım. ”İktidar yozlaştırır, mutlak iktidar mutlaka yozlaştırır”. Çünkü iktidar olmanın doğası gereği yozlaşma gayetle kolay gerçekleşir ve tarih boyunca bunun pek çok örneği görülmüştür.
Bu konuyu araştıran bilimsel bir çalışma 2009 yılında: Brain: A Journal of Neurology isimli sınır sistemine ilişkin araştırmalar yayımlayan akademik derginin Şubat sayısında yayımlandı. İngiliz eski Dış İşleri Bakanı ve tıp doktoru Lord David Owen ile Amerikanın Duke Üniversitesinde Vehim ve Travmatik Stres uzmanı psikiyatr Profesör Dr.Jonathan Davidson tarafından kaleme alınan araştırma son 100 yıl içinde Amerikan Başkanları ile İngiliz Başbakanlarının geçirdikleri sonradan ortaya çıkan kişilik bozukluklarını incelemişler. Lord David Owen çalışmalarını daha önce 2007 yılında kitap olarak yayımlamıştı. Tıpta “Hubris Syndrome-Aşırı Kibir Hastalığı” adı verilen bu kişilik bozukluğu uzun süre iktidarda kalan siyasilerin halk deyimi ile “dediğim dedik, çaldığım düdük” deyimi ile anlatılacak bir ruhsal bozukluğa dönüştüklerini, hiç kimseyi dinlemeyen, görüşlerine itiraz kabul etmeyen, konuları iyi inceleyip öğrenmeden ani kararlar alan ve sonuçta ülkelerini felaketlere sürükleyebilecek yanlışlıklar yaptıklarını ortaya koyuyor. Makalenin kısaca bulgusu şöyle:
" Karizma, cazibe, insanları teşvik etme,ikna edebilme, vizyon genişliği, risk alma isteği, büyük idealler ve aşırı kendine güven-genel olarak başarılı liderlere atfedilen özelliklerdir. Buna karşın bu profilin bir başka yani ise; birden bire ortaya çıkan-kimseyi dinlememe veya söz dinlememe ve aniden düşüncesizce ve derinliğine inmeden; sonuçlarını düşünmeden kararlar alma yeteneksizliğidir. Bunun sonucu ise felaketle sonuçlanan bir liderliğe ve büyük çapta tahribata neden olabilmesidir".
Büyük devrim ve değişim sözleri ile iktidara gelenler, zamanla para aşkının, lüksün, dalkavuk çevrenin, şakşakçılığın ve otoritenin esiri olmaya başlarlar. Yani iktidar bir kimsenin ahlaki yeteneklerini etkileyebilecek güç haline gelebilir. Böylece başlangıçta değişimi öngören etik değerler ve inançlar zaman içinde lüksün, iktidarın ve yağcı, şakşakçı çevrenin etkisiyle değişmeye başlarlar. Bu arada iktidarı kaybetme korkusu (paranoya) başlar. Öksürdüğünün bile manşet olduğunu gören, lüksün, şatafatın, gücün ve her istediğini elde etmeye alışmış, hiç kimseden saklamadığı sözlerinin adeta bir kanun haline döndüğüne tanıklık etmiş olan lider artık korkularının esiri ve iktidarı kaybetme korkusunun vehmi içine düşmüştür. Bu korku ile her türlü karşıt fikre yönelik şiddete başvurur,hakimleri ve savcıları kendine bağlar muhalif sesleri kısacak her türlü korkutma sindirme yollarını seçer.
Yani politikacı giderek beyin kimyası bozulmaya yüz tutmuş, gerçeklerden uzaklaşmış, etiksel değerlerini kaybetmiş, kafasındaki hayali bir dünyada yaşamaya başlamıştır. O artık hakimi mutlaktır, parti onun her dediğini yapan bir araçtır, işine geldikçe parti üyelerinin fikrini alır görünse de sonuçta dediğim dedik haline gelir. Her konuda haklıdır, her sözü bir vecizedir. Yani artık kendisi devlettir kendi kafasında. Hiç bir itiraza tahammülü kalmamıştır.
Kişilik yapısı ile mutlak güç elde etmek veya gerçek lider olmak arasında bir bağlantı var mıdır? Araştırmalar baskı altında yetişen bazı kişiliklerde kızgınlık, aşırı duygusallık ve hatta nefretin zamanla öne çıktığını belirlemişse de, baskı altında büyümemiş bazı diktatörlerin niye birer zalim haline dönüştüklerini tam olarak açıklayamamaktadır. Kabul edilebilir tek açıklama bir ihtimal olarak “mutlak kontrol ve mutlak iktidar peşindeki kişiliklerin mental bir dengesizliğe eğilimleri olabileceği” yönündedir.
Çoğu kere evrim değil adeta devrim yapabileceği inancı ve belki de kararı ile iktidara gelen kişiler, asıl duygu ve niyetlerle ise başlayabilirler. İlk olarak kendilerine rakip olanların ayaklarını kaydırmakla uygulamaya geçerler, bir kaç kötü örneği hızlı kararlar ve yargılamalarla cezalandırırlar. Bazan yanlışlıklar ve acemilikler, hatta haksızlıklar da olsa, halk büyük bir umutla, daha iyi günler göreceğiz beklentisi ile bu haksızlıkları görmezden gelebilir ve yeni lideri alkışlamayı sürdürür. Herkes daha zengin bir ülke, daha parlak bir gelecek için ufak tefek yanlışlıkları, haksızlıkları onaylar ve ses çıkarmaz taa ki seçtiği kişinin yaptığı tahribat kendisine zarar vermeye başladığı zamana kadar.
İngiliz tarihçi ve politikacı Lord Acton’un gene tarihe geçmiş ve adeta eski deyim ile darb-ı-mesel olmuş şu sözlerini bir hatırlayalım. ”İktidar yozlaştırır, mutlak iktidar mutlaka yozlaştırır”. Çünkü iktidar olmanın doğası gereği yozlaşma gayetle kolay gerçekleşir ve tarih boyunca bunun pek çok örneği görülmüştür.
Bu konuyu araştıran bilimsel bir çalışma 2009 yılında: Brain: A Journal of Neurology isimli sınır sistemine ilişkin araştırmalar yayımlayan akademik derginin Şubat sayısında yayımlandı. İngiliz eski Dış İşleri Bakanı ve tıp doktoru Lord David Owen ile Amerikanın Duke Üniversitesinde Vehim ve Travmatik Stres uzmanı psikiyatr Profesör Dr.Jonathan Davidson tarafından kaleme alınan araştırma son 100 yıl içinde Amerikan Başkanları ile İngiliz Başbakanlarının geçirdikleri sonradan ortaya çıkan kişilik bozukluklarını incelemişler. Lord David Owen çalışmalarını daha önce 2007 yılında kitap olarak yayımlamıştı. Tıpta “Hubris Syndrome-Aşırı Kibir Hastalığı” adı verilen bu kişilik bozukluğu uzun süre iktidarda kalan siyasilerin halk deyimi ile “dediğim dedik, çaldığım düdük” deyimi ile anlatılacak bir ruhsal bozukluğa dönüştüklerini, hiç kimseyi dinlemeyen, görüşlerine itiraz kabul etmeyen, konuları iyi inceleyip öğrenmeden ani kararlar alan ve sonuçta ülkelerini felaketlere sürükleyebilecek yanlışlıklar yaptıklarını ortaya koyuyor. Makalenin kısaca bulgusu şöyle:
" Karizma, cazibe, insanları teşvik etme,ikna edebilme, vizyon genişliği, risk alma isteği, büyük idealler ve aşırı kendine güven-genel olarak başarılı liderlere atfedilen özelliklerdir. Buna karşın bu profilin bir başka yani ise; birden bire ortaya çıkan-kimseyi dinlememe veya söz dinlememe ve aniden düşüncesizce ve derinliğine inmeden; sonuçlarını düşünmeden kararlar alma yeteneksizliğidir. Bunun sonucu ise felaketle sonuçlanan bir liderliğe ve büyük çapta tahribata neden olabilmesidir".
Büyük devrim ve değişim sözleri ile iktidara gelenler, zamanla para aşkının, lüksün, dalkavuk çevrenin, şakşakçılığın ve otoritenin esiri olmaya başlarlar. Yani iktidar bir kimsenin ahlaki yeteneklerini etkileyebilecek güç haline gelebilir. Böylece başlangıçta değişimi öngören etik değerler ve inançlar zaman içinde lüksün, iktidarın ve yağcı, şakşakçı çevrenin etkisiyle değişmeye başlarlar. Bu arada iktidarı kaybetme korkusu (paranoya) başlar. Öksürdüğünün bile manşet olduğunu gören, lüksün, şatafatın, gücün ve her istediğini elde etmeye alışmış, hiç kimseden saklamadığı sözlerinin adeta bir kanun haline döndüğüne tanıklık etmiş olan lider artık korkularının esiri ve iktidarı kaybetme korkusunun vehmi içine düşmüştür. Bu korku ile her türlü karşıt fikre yönelik şiddete başvurur,hakimleri ve savcıları kendine bağlar muhalif sesleri kısacak her türlü korkutma sindirme yollarını seçer.
Yani politikacı giderek beyin kimyası bozulmaya yüz tutmuş, gerçeklerden uzaklaşmış, etiksel değerlerini kaybetmiş, kafasındaki hayali bir dünyada yaşamaya başlamıştır. O artık hakimi mutlaktır, parti onun her dediğini yapan bir araçtır, işine geldikçe parti üyelerinin fikrini alır görünse de sonuçta dediğim dedik haline gelir. Her konuda haklıdır, her sözü bir vecizedir. Yani artık kendisi devlettir kendi kafasında. Hiç bir itiraza tahammülü kalmamıştır.
Kişilik yapısı ile mutlak güç elde etmek veya gerçek lider olmak arasında bir bağlantı var mıdır? Araştırmalar baskı altında yetişen bazı kişiliklerde kızgınlık, aşırı duygusallık ve hatta nefretin zamanla öne çıktığını belirlemişse de, baskı altında büyümemiş bazı diktatörlerin niye birer zalim haline dönüştüklerini tam olarak açıklayamamaktadır. Kabul edilebilir tek açıklama bir ihtimal olarak “mutlak kontrol ve mutlak iktidar peşindeki kişiliklerin mental bir dengesizliğe eğilimleri olabileceği” yönündedir.
Misafirler için gizlenen link, görmek için
Giriş yap veya üye ol.