Özgür Zeybek'in Merih Akoğul ile söyleşisi…
Özgür Zeybek: “Nesnelerin kayboluşunu, yok edilişini, ortadan kalkışını anlatan bir nesne. Kendinden söz etmeyen, başkalarını anlatan bir nesne… Onları da içine katabilecek mi acaba?” Jasper Johns’un bu sorusunu hem fotoğraf hem de nesneyi sözcüklere uyarlayarak şiir bağlamında sormak istiyorum. Elbette ki uzun uzadıya konuşulabilecek bir soru fakat kısaca bahseder misiniz? Şiir ve fotoğraf düzleminde imgenin kullanımı açısından ne gibi farklılıklar ya da zıtlıklar var?
Merih Akoğul: Fotoğraf, özellikle an fotoğrafları üzerinden bir okuma yaptığımızda, yerleşik imgenin devreye giremeyeceği kadar bir üst hızı içerir. Burada konuştuğumuz, imgeyi tetikleyecek düşüncenin saniyenin 1/125’i gibi bir sürede bilincin katmanlarına etki edemeyeceği gerçeğidir. Yani çekim sırasında bir fotoğrafçının imge ile olan ilişkisi, nesnelerin varlığı ve bu nesnelerin mekân ile zaman üzerinden ürettiği bağlam kapsamında değerlendirilebilir.
İmgenin açığa salınabilmesi için yeterli alana (boşluğa/zamana) gereksinimi vardır. Johns’a da gönderme yaparak, rahatlıkla şunu diyebiliriz: Nesneyi yok etmenin en güzel yolu onu dil düzleminde ele almak, ondan söz açmaktır. Şiirde imgenin rolünü çoğaltmak için anlamı biraz ötelemek her zaman olumlu sonuç verir. Oysa fotoğraf, söylemek için nesneleri işaret etmek, onları iki boyutlu olarak bir paydada eşitleyerek görüntü olarak bize vermek zorundadır.
Bu arada, Roland Barthes’ın bir fotoğraftan ve onunla ilintili olan “punctum”undan söz edebilmek için, o fotoğrafın bir nesne olarak gözümüzün önünden kaybolması önerisini de unutmayalım. Nesne karşımızda olduğu sürece, onun fiziksel özelliklerini betimlemekten başka bir şey yapmamız mümkün değildir. İmge, bir kısmıyla tarife kapalı olup daha çok metafizik yanları da olan sezme eylemiyle harekete geçer. Şiirde imgeye ulaşmanın en kısa yolu sözcükler ve kanıksanmış anlamları dahil her şeyi aradan çıkarmaktır. Şiir günlük dili dışlayarak, fotoğraf da yaşarken farkında olmadığımız anları bizim için çerçeveleyerek bunu yapar.
Özgür Zeybek: Sanat, insanlara görmediği ya da artık kanıksadığı şeyleri, bütün gerçekliği ve çıplaklığı ile aktarır fakat bunu yaparken de imgesel çağrışımlar, anlamsal derinlikler ve kurgusu ile görünenin ardında bir seyahate çıkarır. Sanatın gücü, var olanın yeniden ele alınması ile bu varoluş üzerinden kurgulanan düşsel gerçekliğin insan zihninde yeni anlamlar ve kapılar açmasından değil midir?
Fotoğraf, karşılaşılan nesnel gerçeklikten yola çıkarak, sanatçının göstermeye çalıştığı asıl gerçekliğe doğru akan bir nehrin yatağı gibidir. Şiirse bunu bütün gizemi ve düşselliği ile yapar. Fakat netice de, göstermeye çalıştıkları her ikisi içinde çok katmanlıdır ve ansal bir kavrama kabiliyeti ve niyeti gerektirir.
George Tice, “Hayatta yalnızca görmeye hazır olduğunuz şeyleri -o belirli anda zihninizin aynasında yansıyan şeyleri- görebilirsiniz.” diyor. Emmet Gowin ise, fotoğraflarını “Benim fotoğraflarım sizin görmediğiniz şeyleri göstermeyi amaçlıyor.” diye tanımlıyor.
Bütün bu anlattıklarımdan ve bu iki sözden yola çıkarak, Fotoğraf ve Şiir ilişkisini, kurgu ile nesnellik ve anlam yaratma açısından benzer ve ayrılan yanları ile nasıl değerlendiriyorsunuz?
Merih Akoğul: Fotoğraf, karşılaşılan nesnel gerçeklikten yola çıkarak, sanatçının göstermeye çalıştığı kendi gerçekliğine doğru akan bir nehrin yatağı gibidir. Algıya seslenecek her ileti belirli bir nitelik taşımalı ve bunu alımlayacak izleyici de belirli bir kültüre sahip olmalıdır. Yani seçilmek için bir nedensellik taşımak zorundadır.
Sanatın en büyük gücü yaratıcılıktır ama bu yaratıcılık, içinde yüksek bir akıl barındırır. Bilginin kültürle sonuçlandığı bir durumdur bu. Sanatçı genellikle üretimini gerçekleştirirken ne yeni bir malzeme icat eder, ne yeni bir kelime uydurur; var olanı kendi potasında eriterek izleyicinin önüne faklı bir yapı çıkarır.
Sanatçıyı, rampadan hedefine doğru ateşlenecek bir füzeye benzetirsek, onun biri sanat tarihi, diğeri de estetik olan iki ana yakıt tankı vardır. Sanat tarihi, tüm dünyaya mal olmuş, akılda kalmış ve üzerinde sanat otoritelerinin anlaştığı bütüncül bir yapıdır. Sanatın bir çeşit yargıcı gibidir sanat tarihi. Sanatçı yapıtını üretirken ya bu hiyerarşiye ayak uyduracak ya da karşı çıkacaktır. Renkleri, cisimleri, yapıtları konuşulur, tartışılır yapan, güzelliğin bilimi ve felsefesi olarak kabul ettiğimiz estetik de, sanat yapıtını değerlendirirken başvurduğumuz en önemli kriterdir. Ben de bir alıntı ile konuyu sürdüreyim: Nietzsche “Bir şeyi güzel olarak görmek, onu zorunlu olarak yanlış görmek demektir.” cümlesini kurmaktadır. Algıda seçicilik, özellikle son yüz yılda görme üzerinden en çok fikir üretilen konulardan biridir. Bilimden sanata kadar her şey, gözün referansları ile ilerleyerek son biçimini bulur. Herkesin üzerinde çalıştığı alan ve alanının gerekliliği olan “dikkat” o kişinin görme koşullarını oluşturur. Diğer yandan da psikolojik etmenlere bağlı olan durum görmeyi ikincil anlamda belirler. Bazı akıl hastalıklarında da olmayan şeyleri görür insanlar. Görmek düşüncenin cisimleşmiş halidir ve gördüğüne inanır insan.
İlerleyen aşamada, yanılsamayı da konunun dışında bırakmayı yeğleyip, olayın psikolojik boyutuna vurgu yapmak istiyorum. Yanılgılar ve dil/el sürçmeleri şiirde yepyeni cepheler açabilir. Yanlış bir harf, bilinçle gidilemeyecek sokaklara çıkarır şairi. Fotoğraf da insanın normal akış içinde fark edemeyeceği detayları anlar üzerinden ustaca sabitler. Bakış, fotoğrafa dönüşmedikçe kendi hızıyla akmakta olan yaşama paralel hareket edecektir. Bizi kendimize getiren, farkındalığımızı artıran ve bugün de herkesin buyruğu altında yaşadığı buluşun adı fotoğraftır.
Göz doğru görür ama beyin farklı algılar. Zaten sanatçının ve sanatsal üretimin farkı burada belirir. İster bunu bir mekanik oluşum, isterseniz bir kimya bozukluğu ya da farklı görüş olarak algılayabilirsiniz. Delilik, dahilik ve sanatsal yaratıcılık gibi konuların sanat tarihine baktığımızda ne kadar iç içe olduğunu görebiliyoruz. Yanılgıların, rüyalarla birlikte psikanalizde ne kadar değerli olduğunu biliyoruz. Sanat konusunda, bir kısmı aşılmış da olsa Freud’un psikanalitik açılımlarını kendi adıma hâlâ çok kıymetli buluyorum.
Fotoğrafta da şiirde de ben anlık karşılaşmanın büyüsünü severim. İlk dizenin bir ilham, sonrasının da çaba olduğunu bilirim. Yani, dize olarak size gelenin şiir olduğunu anlamak gerekiyor. Fotoğrafta da konuyu görüp etkilenilen ilk an çok önemli. Her yeni alternatif kare deneyiminde, teknik anlamda daha ustaca fotoğraflar elde edilse de, deklanşöre bastığınız zaman diliminden uzaklaştıkça fotoğrafın duygusu geriler. Ve teknik giderek yalnızca payandası gibi kalır fotoğrafın. Her iki sanat dalında da önemli olan “öz”ü sımsıkı korumaktır.
Ben sanat yapıtlarında dozunda acemiliği severim; sevecenlik, insanilik ve samimiyet olduğu zaman izleyici karşı karşıya geldiği yapıtlarla daha iyi bağlantı kurar. Sanat yapıtları otlar, ağaçlar, kayalar gibi doğada kendiliğinden bulunmaz. Ormanın fizyolojik yapısı içinde bir Picasso resmine rastlayamazsınız. Sanat yapıtı ne kadar üstün özellikler taşısa da sonunda bir insan tarafından yapılmıştır. Ama özenle, sanatla, ruhla yoğrularak…
Şiirde de, fotoğrafta da tek ölçüt biliyorum: Yüreğin tellerini kıpırdatması. Bu yalnızca sanatçının üretim sürecinde duyduğu heyecanla ilgili değildir. Sanat yapıtı, bir açık yapıttır. Bir ucunda sanatçı, diğer ucunda da izleyici bulunur. Bunun için de izleyicinin sanat yapıtı ile karşılaşmaya hem bilgi birikimi hem de ruh haliyle hazır olması gerekiyor. İşte ruhumuzu titreten, bu üçgenin yarattığı o çok özel -bana göre metafizik- alandır.
Özgür Zeybek: Sanat öte taraftan da bir karşı koyuş, bir reddetme isteğinden doğar. Bunu estetize edilmiş ve insan zihninin el verdiği ölçüde genişletilmiş bir anlatım biçimi ile ortaya koyarak, eylemini gerçekleştirir. İnsan alışık olmadığı bir durum ya da tat ile karşılaştığında, verdiği ilk tepki bir dışa vurumdur. İstemsizce iter, uzaklaşır ya da kusar.
Sanatçı da, alışık olmadığı ya da alışılmaması gerektiği bir durum karşısında bu ilk refleksi genel bir tutum olarak benimsemiştir. Bu anlamda bir çocuk ile bir sanatçı arasında bunu estetize ederek, anlamlı bir bütünlük içerisinde ifade etmek dışında çokça bir fark yok bana kalırsa.
Peki fotoğraf böyle bir ihtiyaçtan doğan ve bunun eyleme dönüşmüş hali midir?
Yani fotoğraf sanatı bir itiraz mı yoksa bir tespit midir? Keza şiir içinde aynısı sorulabilir.
Anlam aktarıcı ne zaman anlam yaratıcıya evrilir?
Bu bağlamda kendi fotoğraflarınız ve şiirleriniz için neler söyleyebilirsiniz?
Merih Akoğul: Fotoğraf her şeyden önce bir tespittir. Elimizde fotoğraf makinesi varken, fiziksel olarak yapabileceğimiz fazla bir şey yoktur. Fotoğraf makinesi, her dilde yer alan bazı kelimeler gibi, onlarca kelimenin yerine geçer ve tüm anlamların üzerini örter ve tüm sıradan eylemlerden uzak tutar fotoğrafçıyı. İyi de yapar. İtiraz konusuna gelince; fotoğrafçıyı fotoğraf çekmeye yönlendiren itki, tüm sanatçıların yaşadığı sorunsal ile aynıdır. Buradaki mesele, gerçeklik olarak belletilen nesne, olay ve durumlardan kurulu-kanıksanmış olan dünyayla olan sürtüşmedir. İnsanlara verilen dünya tasarımı ile sanatçının kendi dünyasının arakesitinde doğar sanat. Fotoğraf da şiir de burada döllenir.
Çocukların saflıkları, bozulmamışlıkları onların dışavurumlarını daha rahat gerçekleştirmelerini yanında getirir. Daha orijinal, daha saf ve daha içtendir üretimleri. Üzerinde kuralların yarattığı baskı yoktur. Ama bu da yetmez. Dahi çocuklar büyüdüklerinde bunun devamını getiremiyorlarsa, bu yalnızca albümlerdeki hatıra fotoğraflarında geçici başarılarının karşılığı olarak tutsak kalacaktır. Çocukların gerçeği masallardır. Ruhu oyalayan, onları gerçeklerden nitelikli biçimde uzaklaştıran tek yol sanattır. Bu nedenle, gelişmiş ülkelerde kitapçıların, galerilerin, kütüphanelerin ve müzelerin yeri çok önemlidir. Elde olan değerler, insanlara sunulup paylaşılmadığı zaman hiçbir anlam taşımaz. O çocukların bir gün büyüyeceklerini ve bir yetişkin kuşağını oluşturacaklarını asla unutmamak gerekiyor.
Sanat için kültür ve disiplin şarttır. Yalnızca ilhamla sanatçı olunmaz. Yaratı, zihnin payandası olan akılla birleşmeden bir forma ulaşamaz. Bu yüzden aklı kurgulayan kültür ve doğasının en önemli yapı taşı bilgi olmadan, tüm üretimler ya da tasarımlar birer hayal ya da uyandığında unutulan rüyalar gibi boşlukta kaybolmaya mahkûmdurlar. Fotoğrafın yapısı nedeniyle; bilim ve teknik, fizik, kimya ve optik gerçeği sabitlemeye kalkışırken gereken araçlardır. Var olan ile algılananın arasındaki uçurumda yuvasını kurar sanat. Yumurtalarını bırakır ve artık gerisi izleyicinin tasarrufundadır.
Anlamlandırma çabası, olan biteni anlamlı bulmayan sanatçının, elindeki malzeme üzerinden kaygısını belirtme yoludur. Fotoğraf ve şiir, özlerindeki keskinlik ve kararlılıkla birbirlerine benzerler. İkisi de diğer sanatlara göre daha yoğundurlar ve anlamın açığa çıkması için, izleyicinin yapıtlarla uzun süre karşı karşıya kalması gerekir.
Sözcüklerin büyüsüne yaslanan şiir, bunu bütün gizemi ve düşselliği ile yapar. Fakat neticede, hem fotoğrafın, hem de şiirin göstermeye çalıştıkları çok katmanlıdır ve anlık bir kavrama kabiliyeti ve “iyi” niyet gerektirir. Bir şeyi anlamadan ve kavramadan sevmek mümkün değildir. Tersi platonik aşklara benzer. Sanatın belleği yalnızca -ve ne yazık ki- sanat tarihinden bize kalmış mirasın parçalarıdır.
Şiir bir tüme varım işidir. Parçadan bütüne doğru gidersiniz. Gitmezsiniz hatta, o size gelir. Şair yönümle ilhama inanmayı seçerim ama sıkı bir şiir için de çok fazla çalışmak gerektiğini iyi biliyorum. Tabi ki şiirin hangi burcunda olduğunuz da önemli. Önünüzde kağıt ve elinizde kalemle hazır beklemek gerekiyor. Tıpkı rüyalar gibi, unutmadan önce gördüklerinizi, kağıda dökülmelisiniz
Elde kalem defter daha mükemmele dönüştürmeye, zihninizde biçimlenen ideal yapıya doğru yaklaştırmaya çalışırsınız şiirinizi. Bazen beş dakikada bazen de beş sene sonunda durmaya karar verirsiniz. Fotoğrafta ise bir ânı mekân ve kişiler üzerinden çerçeveye bir kompozisyon dahilinde yerleştirirsiniz. Deklanşöre basıp fotoğraf çekmek, saniyenin 1/125’inde gerçekleşen bir süreçtir. O anda başlar ve biter her şey. Belgesel kategorisinde ele alabileceğimiz klasik bir an fotoğrafına çekimden sonra yapılacak fazla bir şey yoktur. Bu özellik onu bütün sanatlardan ayırır.
Özgür Zeybek: Ben fotoğraf ve şiirin birçok benzeş yanı olduğunu düşünenlerdenim. Kitabı hazırlama nedenim de bu. Fakat bana göre en değerli ve en benzer tarafları her ikisinin de kullandıkları dili eksiltili ele almaları, içerisinde yer alan nesne ya da sözcüklerden çok, yer almayanlar ile de oluşturdukları anlatım zenginliği. Şiir verili dilin olanaklarını zorlayan değiştiren, dönüştüren, bozan, yeniden kuran bir yapı.
Fotoğraf ise, kullanılan dil bileşenlerini, fotoğrafçının kendi özgünlüğü ile ele almasına olanak tanıyan bir tür. Bu anlamda, kullandıkları dilin, anlatıma ve kurguya kazandırdıkları ve sanatçının kullanılan dile özgür müdahalesi açısından her ikisi içinde neler söyleyebiliriz?
Merih Akoğul: Şiir müdahale eder, karışır. Koca bir edebiyat tarihini kapınızın önüne bırakır; zili çalıp kaçar. İfadenizi görülür/işitilir bir hale getirmeye çalışırken birçok nokta ile karşı karşıya kalırsınız: Hem bir geleneği sürdürmek, hem yeni bir söylem bulmak, hem de yazdıklarınızın zihnin katmanları ile anlaşıyor olması gerekir. Yani ben böyle hissettim deyip işin içinden çıkamazsınız. Dünyada nefes alan her canlı bir şey hissediyor. Ama sanat tarihi ifadenin -ifade edebilmenin- tarihidir. Sözcükler, neyi nasıl anlatırız diye yeryüzüne gönderilmiş parçacıklardır. Anlaşmak için konuşmanın ötesinde, bir anlamlar imparatorluğu olduğunun da altını çizer edebiyat. Şiir de bunun en yaşlı ve etkileyici koludur. Dini eserlerden destanlara kadar her şey manzumdur.
Stili belirleyen özellik, sanatçının hangi konuyu ele aldığı ile çok ilgilidir. Biçem, üslup, tarz; adına ne derseniz deyin sonuç algıyı yoğun bir biçimde etkiler. Her iki dalda da güncel konular, dünya meseleleri, içsel sıkıntılardan ya da psikolojinizden yola çıkabilirsiniz. Günü kurtarmak için tribünlere de oynayabilirsiniz, onlarca yıl sonra çıkarmak üzere arşivinize de gömebilirsiniz ürettiklerinizi. Tanınmak için de kullanabilirsiniz, geleceğe bir efsane olarak kalmak adına da muzipçe saklayabilirsiniz.
Fotoğraf değişimlere bağlı olarak durduğu yerde kıymetlenir. 50 yıl sakladığınız bir fotoğrafınızı çıkarırsınız, beş yaşınızdaki halinizi görürsünüz. Adı hayattır bunun. Şiirse asla böyle eskimez ve bu tarz uçurumları barındırmaz yapısında. Sanatların güzelliği ve farklılığı da buradadır. Birinin söyleyemediğini diğeri cesurca söyler. Şiirin zamanı yoktur: Zamansızdır şiir. Fotoğrafta küçücük bir kesitini görünür kılabilirsiniz zamanın, gerisi safradır. En yalın biçimde, en önemli iki yapısal farkını söylemek gerekirse; fotoğrafı seçersiniz, şiiri top(ar)larsınız.
Özgür Zeybek: Sizce Türkiye’de ve dünya da Fotoğraf sanatı, çarpıcılığı ve bir belge niteliği taşıması dışında, şiirse coşkusu ve hazzı dışında amacına ulaşıyor mu? Bundan da ziyade hak ettiği değeri ve gelişimi gösteriyor mu?
Merih Akoğul: Fotoğraf, yeryüzündeki en farklı ve garip buluşların başında gelir. Günümüzde de artık bir ihtiyaç. Herkes her ânı kayıt altına almak istiyor. Gördüklerim, tanıklıklarım ile geleceğe kalayım düşüncesinin ardına düşüyor. Fotoğraf en kısa ve kolay yoldan insanlara bunu veriyor. “Ben varım; vardım, yaşadım.” demek için her şey. Kendileri olmadıklarında, suretleri olacak, nokta olmaktan kurtulacak bu insanlar. Öyle sanıyorlar. Ama şimdiden görsel bir karmaşanın çöplüğüne düşmüşler. Haberleri yok. Gelecekle, bugünden bir köşe kapmaca oynanıyor adeta.
Fotoğrafın başlangıçta doğayı ve insanı kopyalamak gereksiniminden çıktığı kesin. İnsan, kaçırdıklarının, üzerinde yeterince düşünemediklerinin kalmasını istiyor. Çünkü yaşarken her şey, anlara sırtını dayamış soyut imgelerden ibarettir. Anında yaşanamayan her şey sonradan değerlendirilir. İnsan beyni kendi yapısı içinde çok hızlı çalışabilir ama idrakı ve eylemleri sanıldığı kadar hızlı değildir. Bu bir etki-tepki meselesidir. İnsanın genetiği ile ilgilidir. Güdüdür aslında. Fotoğrafı bu kadar basitleştiren ve küçülten şey yeryüzünde bir çılgınlık gibi yayılan delice fotoğraf çekme dürtüsüdür. Yaratılan kargaşa ile soy fotoğraftan uzaklaşılıyor ve sanat öteleniyor. Ama günlük yaşamın içindeki fotoğraf, sanattan daha fazla bir kullanıma sahip. Özetle, hatıra için çekilen fotoğraflar, belge fotoğrafının debisi en yüksek koludur.
Fotoğrafın 200 yıla yakın bir tarihi olduğu için çoktan genetik bir koda dönüşmüştür. İnsanoğlu fotoğraf çekmeden duramıyor artık. Fotoğraf çektirme dürtüsü, giderek yerini fotoğraf çekmeye bırakıyor. Anların değil, anıların peşinden koşuyor insanlar. Kalmak, varlıklarını ispatlamak istiyorlar. Sürekli fotoğraf çekiliyor. Fotoğrafın çarpıcılığı, anların hoyratça kaydedilmesi nedeniyle değerini her gün yitiriyor. Gerçek fotoğraf kıymetleniyor ama bu kargaşa içinde bunu görebilmek zorlaşıyor. Oysa insanlar fotoğrafın varlığından çok hoşnutlar.
Günlük yaşamın parçası olarak paydayı ancak böyle eşitleyebiliyorlar.
Her ne olursa olsun, bana göre evrenin en büyük iki sanatı şiir ve fotoğraftır. Büyük bir çöplüğün içinde bir elmas yüzük olduğunu düşünün. Var mı; var elbette. Bulabilir misin? Belki, çok ararsan bulursun. Şiir bir duygu ve akıl işi olduğu için bu kadar kolay üretilemiyor. Bir de insanların bakmaya ayırdıkları süreden dolayı okumaya zamanlarının kalmadığını görüyoruz. Kimsenin elinde gazete yok artık, ama herkes cep telefonlarında saatler harcıyorlar. O yüzden de şiir bu kadar hızlı tüketilemiyor. Dijital devrimin fotoğraf üzerinden hızla yaşandığı bu dönemde fotoğrafçılık yakın bir gelecekte kaybolmaya mahkûm. Eğer tarih/mekân ve kişiler (fotoğrafı çeken ve fotoğrafta yer alan) belirtildiyse sadece bir görsel belge olarak kalacaktır fotoğraflar. Şiir mi, o sonsuza dek yaşayacak.
Evet, her iki sanat da hak ettiği yerdedir. Ne az, ne de fazla. Her şey olması gerektiği gibi…
Özgür Zeybek: “Nesnelerin kayboluşunu, yok edilişini, ortadan kalkışını anlatan bir nesne. Kendinden söz etmeyen, başkalarını anlatan bir nesne… Onları da içine katabilecek mi acaba?” Jasper Johns’un bu sorusunu hem fotoğraf hem de nesneyi sözcüklere uyarlayarak şiir bağlamında sormak istiyorum. Elbette ki uzun uzadıya konuşulabilecek bir soru fakat kısaca bahseder misiniz? Şiir ve fotoğraf düzleminde imgenin kullanımı açısından ne gibi farklılıklar ya da zıtlıklar var?
Merih Akoğul: Fotoğraf, özellikle an fotoğrafları üzerinden bir okuma yaptığımızda, yerleşik imgenin devreye giremeyeceği kadar bir üst hızı içerir. Burada konuştuğumuz, imgeyi tetikleyecek düşüncenin saniyenin 1/125’i gibi bir sürede bilincin katmanlarına etki edemeyeceği gerçeğidir. Yani çekim sırasında bir fotoğrafçının imge ile olan ilişkisi, nesnelerin varlığı ve bu nesnelerin mekân ile zaman üzerinden ürettiği bağlam kapsamında değerlendirilebilir.
İmgenin açığa salınabilmesi için yeterli alana (boşluğa/zamana) gereksinimi vardır. Johns’a da gönderme yaparak, rahatlıkla şunu diyebiliriz: Nesneyi yok etmenin en güzel yolu onu dil düzleminde ele almak, ondan söz açmaktır. Şiirde imgenin rolünü çoğaltmak için anlamı biraz ötelemek her zaman olumlu sonuç verir. Oysa fotoğraf, söylemek için nesneleri işaret etmek, onları iki boyutlu olarak bir paydada eşitleyerek görüntü olarak bize vermek zorundadır.
Bu arada, Roland Barthes’ın bir fotoğraftan ve onunla ilintili olan “punctum”undan söz edebilmek için, o fotoğrafın bir nesne olarak gözümüzün önünden kaybolması önerisini de unutmayalım. Nesne karşımızda olduğu sürece, onun fiziksel özelliklerini betimlemekten başka bir şey yapmamız mümkün değildir. İmge, bir kısmıyla tarife kapalı olup daha çok metafizik yanları da olan sezme eylemiyle harekete geçer. Şiirde imgeye ulaşmanın en kısa yolu sözcükler ve kanıksanmış anlamları dahil her şeyi aradan çıkarmaktır. Şiir günlük dili dışlayarak, fotoğraf da yaşarken farkında olmadığımız anları bizim için çerçeveleyerek bunu yapar.
Özgür Zeybek: Sanat, insanlara görmediği ya da artık kanıksadığı şeyleri, bütün gerçekliği ve çıplaklığı ile aktarır fakat bunu yaparken de imgesel çağrışımlar, anlamsal derinlikler ve kurgusu ile görünenin ardında bir seyahate çıkarır. Sanatın gücü, var olanın yeniden ele alınması ile bu varoluş üzerinden kurgulanan düşsel gerçekliğin insan zihninde yeni anlamlar ve kapılar açmasından değil midir?
Fotoğraf, karşılaşılan nesnel gerçeklikten yola çıkarak, sanatçının göstermeye çalıştığı asıl gerçekliğe doğru akan bir nehrin yatağı gibidir. Şiirse bunu bütün gizemi ve düşselliği ile yapar. Fakat netice de, göstermeye çalıştıkları her ikisi içinde çok katmanlıdır ve ansal bir kavrama kabiliyeti ve niyeti gerektirir.
George Tice, “Hayatta yalnızca görmeye hazır olduğunuz şeyleri -o belirli anda zihninizin aynasında yansıyan şeyleri- görebilirsiniz.” diyor. Emmet Gowin ise, fotoğraflarını “Benim fotoğraflarım sizin görmediğiniz şeyleri göstermeyi amaçlıyor.” diye tanımlıyor.
Bütün bu anlattıklarımdan ve bu iki sözden yola çıkarak, Fotoğraf ve Şiir ilişkisini, kurgu ile nesnellik ve anlam yaratma açısından benzer ve ayrılan yanları ile nasıl değerlendiriyorsunuz?
Merih Akoğul: Fotoğraf, karşılaşılan nesnel gerçeklikten yola çıkarak, sanatçının göstermeye çalıştığı kendi gerçekliğine doğru akan bir nehrin yatağı gibidir. Algıya seslenecek her ileti belirli bir nitelik taşımalı ve bunu alımlayacak izleyici de belirli bir kültüre sahip olmalıdır. Yani seçilmek için bir nedensellik taşımak zorundadır.
Sanatın en büyük gücü yaratıcılıktır ama bu yaratıcılık, içinde yüksek bir akıl barındırır. Bilginin kültürle sonuçlandığı bir durumdur bu. Sanatçı genellikle üretimini gerçekleştirirken ne yeni bir malzeme icat eder, ne yeni bir kelime uydurur; var olanı kendi potasında eriterek izleyicinin önüne faklı bir yapı çıkarır.
Sanatçıyı, rampadan hedefine doğru ateşlenecek bir füzeye benzetirsek, onun biri sanat tarihi, diğeri de estetik olan iki ana yakıt tankı vardır. Sanat tarihi, tüm dünyaya mal olmuş, akılda kalmış ve üzerinde sanat otoritelerinin anlaştığı bütüncül bir yapıdır. Sanatın bir çeşit yargıcı gibidir sanat tarihi. Sanatçı yapıtını üretirken ya bu hiyerarşiye ayak uyduracak ya da karşı çıkacaktır. Renkleri, cisimleri, yapıtları konuşulur, tartışılır yapan, güzelliğin bilimi ve felsefesi olarak kabul ettiğimiz estetik de, sanat yapıtını değerlendirirken başvurduğumuz en önemli kriterdir. Ben de bir alıntı ile konuyu sürdüreyim: Nietzsche “Bir şeyi güzel olarak görmek, onu zorunlu olarak yanlış görmek demektir.” cümlesini kurmaktadır. Algıda seçicilik, özellikle son yüz yılda görme üzerinden en çok fikir üretilen konulardan biridir. Bilimden sanata kadar her şey, gözün referansları ile ilerleyerek son biçimini bulur. Herkesin üzerinde çalıştığı alan ve alanının gerekliliği olan “dikkat” o kişinin görme koşullarını oluşturur. Diğer yandan da psikolojik etmenlere bağlı olan durum görmeyi ikincil anlamda belirler. Bazı akıl hastalıklarında da olmayan şeyleri görür insanlar. Görmek düşüncenin cisimleşmiş halidir ve gördüğüne inanır insan.
İlerleyen aşamada, yanılsamayı da konunun dışında bırakmayı yeğleyip, olayın psikolojik boyutuna vurgu yapmak istiyorum. Yanılgılar ve dil/el sürçmeleri şiirde yepyeni cepheler açabilir. Yanlış bir harf, bilinçle gidilemeyecek sokaklara çıkarır şairi. Fotoğraf da insanın normal akış içinde fark edemeyeceği detayları anlar üzerinden ustaca sabitler. Bakış, fotoğrafa dönüşmedikçe kendi hızıyla akmakta olan yaşama paralel hareket edecektir. Bizi kendimize getiren, farkındalığımızı artıran ve bugün de herkesin buyruğu altında yaşadığı buluşun adı fotoğraftır.
Göz doğru görür ama beyin farklı algılar. Zaten sanatçının ve sanatsal üretimin farkı burada belirir. İster bunu bir mekanik oluşum, isterseniz bir kimya bozukluğu ya da farklı görüş olarak algılayabilirsiniz. Delilik, dahilik ve sanatsal yaratıcılık gibi konuların sanat tarihine baktığımızda ne kadar iç içe olduğunu görebiliyoruz. Yanılgıların, rüyalarla birlikte psikanalizde ne kadar değerli olduğunu biliyoruz. Sanat konusunda, bir kısmı aşılmış da olsa Freud’un psikanalitik açılımlarını kendi adıma hâlâ çok kıymetli buluyorum.
Fotoğrafta da şiirde de ben anlık karşılaşmanın büyüsünü severim. İlk dizenin bir ilham, sonrasının da çaba olduğunu bilirim. Yani, dize olarak size gelenin şiir olduğunu anlamak gerekiyor. Fotoğrafta da konuyu görüp etkilenilen ilk an çok önemli. Her yeni alternatif kare deneyiminde, teknik anlamda daha ustaca fotoğraflar elde edilse de, deklanşöre bastığınız zaman diliminden uzaklaştıkça fotoğrafın duygusu geriler. Ve teknik giderek yalnızca payandası gibi kalır fotoğrafın. Her iki sanat dalında da önemli olan “öz”ü sımsıkı korumaktır.
Ben sanat yapıtlarında dozunda acemiliği severim; sevecenlik, insanilik ve samimiyet olduğu zaman izleyici karşı karşıya geldiği yapıtlarla daha iyi bağlantı kurar. Sanat yapıtları otlar, ağaçlar, kayalar gibi doğada kendiliğinden bulunmaz. Ormanın fizyolojik yapısı içinde bir Picasso resmine rastlayamazsınız. Sanat yapıtı ne kadar üstün özellikler taşısa da sonunda bir insan tarafından yapılmıştır. Ama özenle, sanatla, ruhla yoğrularak…
Şiirde de, fotoğrafta da tek ölçüt biliyorum: Yüreğin tellerini kıpırdatması. Bu yalnızca sanatçının üretim sürecinde duyduğu heyecanla ilgili değildir. Sanat yapıtı, bir açık yapıttır. Bir ucunda sanatçı, diğer ucunda da izleyici bulunur. Bunun için de izleyicinin sanat yapıtı ile karşılaşmaya hem bilgi birikimi hem de ruh haliyle hazır olması gerekiyor. İşte ruhumuzu titreten, bu üçgenin yarattığı o çok özel -bana göre metafizik- alandır.
Özgür Zeybek: Sanat öte taraftan da bir karşı koyuş, bir reddetme isteğinden doğar. Bunu estetize edilmiş ve insan zihninin el verdiği ölçüde genişletilmiş bir anlatım biçimi ile ortaya koyarak, eylemini gerçekleştirir. İnsan alışık olmadığı bir durum ya da tat ile karşılaştığında, verdiği ilk tepki bir dışa vurumdur. İstemsizce iter, uzaklaşır ya da kusar.
Sanatçı da, alışık olmadığı ya da alışılmaması gerektiği bir durum karşısında bu ilk refleksi genel bir tutum olarak benimsemiştir. Bu anlamda bir çocuk ile bir sanatçı arasında bunu estetize ederek, anlamlı bir bütünlük içerisinde ifade etmek dışında çokça bir fark yok bana kalırsa.
Peki fotoğraf böyle bir ihtiyaçtan doğan ve bunun eyleme dönüşmüş hali midir?
Yani fotoğraf sanatı bir itiraz mı yoksa bir tespit midir? Keza şiir içinde aynısı sorulabilir.
Anlam aktarıcı ne zaman anlam yaratıcıya evrilir?
Bu bağlamda kendi fotoğraflarınız ve şiirleriniz için neler söyleyebilirsiniz?
Merih Akoğul: Fotoğraf her şeyden önce bir tespittir. Elimizde fotoğraf makinesi varken, fiziksel olarak yapabileceğimiz fazla bir şey yoktur. Fotoğraf makinesi, her dilde yer alan bazı kelimeler gibi, onlarca kelimenin yerine geçer ve tüm anlamların üzerini örter ve tüm sıradan eylemlerden uzak tutar fotoğrafçıyı. İyi de yapar. İtiraz konusuna gelince; fotoğrafçıyı fotoğraf çekmeye yönlendiren itki, tüm sanatçıların yaşadığı sorunsal ile aynıdır. Buradaki mesele, gerçeklik olarak belletilen nesne, olay ve durumlardan kurulu-kanıksanmış olan dünyayla olan sürtüşmedir. İnsanlara verilen dünya tasarımı ile sanatçının kendi dünyasının arakesitinde doğar sanat. Fotoğraf da şiir de burada döllenir.
Çocukların saflıkları, bozulmamışlıkları onların dışavurumlarını daha rahat gerçekleştirmelerini yanında getirir. Daha orijinal, daha saf ve daha içtendir üretimleri. Üzerinde kuralların yarattığı baskı yoktur. Ama bu da yetmez. Dahi çocuklar büyüdüklerinde bunun devamını getiremiyorlarsa, bu yalnızca albümlerdeki hatıra fotoğraflarında geçici başarılarının karşılığı olarak tutsak kalacaktır. Çocukların gerçeği masallardır. Ruhu oyalayan, onları gerçeklerden nitelikli biçimde uzaklaştıran tek yol sanattır. Bu nedenle, gelişmiş ülkelerde kitapçıların, galerilerin, kütüphanelerin ve müzelerin yeri çok önemlidir. Elde olan değerler, insanlara sunulup paylaşılmadığı zaman hiçbir anlam taşımaz. O çocukların bir gün büyüyeceklerini ve bir yetişkin kuşağını oluşturacaklarını asla unutmamak gerekiyor.
Sanat için kültür ve disiplin şarttır. Yalnızca ilhamla sanatçı olunmaz. Yaratı, zihnin payandası olan akılla birleşmeden bir forma ulaşamaz. Bu yüzden aklı kurgulayan kültür ve doğasının en önemli yapı taşı bilgi olmadan, tüm üretimler ya da tasarımlar birer hayal ya da uyandığında unutulan rüyalar gibi boşlukta kaybolmaya mahkûmdurlar. Fotoğrafın yapısı nedeniyle; bilim ve teknik, fizik, kimya ve optik gerçeği sabitlemeye kalkışırken gereken araçlardır. Var olan ile algılananın arasındaki uçurumda yuvasını kurar sanat. Yumurtalarını bırakır ve artık gerisi izleyicinin tasarrufundadır.
Anlamlandırma çabası, olan biteni anlamlı bulmayan sanatçının, elindeki malzeme üzerinden kaygısını belirtme yoludur. Fotoğraf ve şiir, özlerindeki keskinlik ve kararlılıkla birbirlerine benzerler. İkisi de diğer sanatlara göre daha yoğundurlar ve anlamın açığa çıkması için, izleyicinin yapıtlarla uzun süre karşı karşıya kalması gerekir.
Sözcüklerin büyüsüne yaslanan şiir, bunu bütün gizemi ve düşselliği ile yapar. Fakat neticede, hem fotoğrafın, hem de şiirin göstermeye çalıştıkları çok katmanlıdır ve anlık bir kavrama kabiliyeti ve “iyi” niyet gerektirir. Bir şeyi anlamadan ve kavramadan sevmek mümkün değildir. Tersi platonik aşklara benzer. Sanatın belleği yalnızca -ve ne yazık ki- sanat tarihinden bize kalmış mirasın parçalarıdır.
Şiir bir tüme varım işidir. Parçadan bütüne doğru gidersiniz. Gitmezsiniz hatta, o size gelir. Şair yönümle ilhama inanmayı seçerim ama sıkı bir şiir için de çok fazla çalışmak gerektiğini iyi biliyorum. Tabi ki şiirin hangi burcunda olduğunuz da önemli. Önünüzde kağıt ve elinizde kalemle hazır beklemek gerekiyor. Tıpkı rüyalar gibi, unutmadan önce gördüklerinizi, kağıda dökülmelisiniz
Elde kalem defter daha mükemmele dönüştürmeye, zihninizde biçimlenen ideal yapıya doğru yaklaştırmaya çalışırsınız şiirinizi. Bazen beş dakikada bazen de beş sene sonunda durmaya karar verirsiniz. Fotoğrafta ise bir ânı mekân ve kişiler üzerinden çerçeveye bir kompozisyon dahilinde yerleştirirsiniz. Deklanşöre basıp fotoğraf çekmek, saniyenin 1/125’inde gerçekleşen bir süreçtir. O anda başlar ve biter her şey. Belgesel kategorisinde ele alabileceğimiz klasik bir an fotoğrafına çekimden sonra yapılacak fazla bir şey yoktur. Bu özellik onu bütün sanatlardan ayırır.
Özgür Zeybek: Ben fotoğraf ve şiirin birçok benzeş yanı olduğunu düşünenlerdenim. Kitabı hazırlama nedenim de bu. Fakat bana göre en değerli ve en benzer tarafları her ikisinin de kullandıkları dili eksiltili ele almaları, içerisinde yer alan nesne ya da sözcüklerden çok, yer almayanlar ile de oluşturdukları anlatım zenginliği. Şiir verili dilin olanaklarını zorlayan değiştiren, dönüştüren, bozan, yeniden kuran bir yapı.
Fotoğraf ise, kullanılan dil bileşenlerini, fotoğrafçının kendi özgünlüğü ile ele almasına olanak tanıyan bir tür. Bu anlamda, kullandıkları dilin, anlatıma ve kurguya kazandırdıkları ve sanatçının kullanılan dile özgür müdahalesi açısından her ikisi içinde neler söyleyebiliriz?
Merih Akoğul: Şiir müdahale eder, karışır. Koca bir edebiyat tarihini kapınızın önüne bırakır; zili çalıp kaçar. İfadenizi görülür/işitilir bir hale getirmeye çalışırken birçok nokta ile karşı karşıya kalırsınız: Hem bir geleneği sürdürmek, hem yeni bir söylem bulmak, hem de yazdıklarınızın zihnin katmanları ile anlaşıyor olması gerekir. Yani ben böyle hissettim deyip işin içinden çıkamazsınız. Dünyada nefes alan her canlı bir şey hissediyor. Ama sanat tarihi ifadenin -ifade edebilmenin- tarihidir. Sözcükler, neyi nasıl anlatırız diye yeryüzüne gönderilmiş parçacıklardır. Anlaşmak için konuşmanın ötesinde, bir anlamlar imparatorluğu olduğunun da altını çizer edebiyat. Şiir de bunun en yaşlı ve etkileyici koludur. Dini eserlerden destanlara kadar her şey manzumdur.
Stili belirleyen özellik, sanatçının hangi konuyu ele aldığı ile çok ilgilidir. Biçem, üslup, tarz; adına ne derseniz deyin sonuç algıyı yoğun bir biçimde etkiler. Her iki dalda da güncel konular, dünya meseleleri, içsel sıkıntılardan ya da psikolojinizden yola çıkabilirsiniz. Günü kurtarmak için tribünlere de oynayabilirsiniz, onlarca yıl sonra çıkarmak üzere arşivinize de gömebilirsiniz ürettiklerinizi. Tanınmak için de kullanabilirsiniz, geleceğe bir efsane olarak kalmak adına da muzipçe saklayabilirsiniz.
Fotoğraf değişimlere bağlı olarak durduğu yerde kıymetlenir. 50 yıl sakladığınız bir fotoğrafınızı çıkarırsınız, beş yaşınızdaki halinizi görürsünüz. Adı hayattır bunun. Şiirse asla böyle eskimez ve bu tarz uçurumları barındırmaz yapısında. Sanatların güzelliği ve farklılığı da buradadır. Birinin söyleyemediğini diğeri cesurca söyler. Şiirin zamanı yoktur: Zamansızdır şiir. Fotoğrafta küçücük bir kesitini görünür kılabilirsiniz zamanın, gerisi safradır. En yalın biçimde, en önemli iki yapısal farkını söylemek gerekirse; fotoğrafı seçersiniz, şiiri top(ar)larsınız.
Özgür Zeybek: Sizce Türkiye’de ve dünya da Fotoğraf sanatı, çarpıcılığı ve bir belge niteliği taşıması dışında, şiirse coşkusu ve hazzı dışında amacına ulaşıyor mu? Bundan da ziyade hak ettiği değeri ve gelişimi gösteriyor mu?
Merih Akoğul: Fotoğraf, yeryüzündeki en farklı ve garip buluşların başında gelir. Günümüzde de artık bir ihtiyaç. Herkes her ânı kayıt altına almak istiyor. Gördüklerim, tanıklıklarım ile geleceğe kalayım düşüncesinin ardına düşüyor. Fotoğraf en kısa ve kolay yoldan insanlara bunu veriyor. “Ben varım; vardım, yaşadım.” demek için her şey. Kendileri olmadıklarında, suretleri olacak, nokta olmaktan kurtulacak bu insanlar. Öyle sanıyorlar. Ama şimdiden görsel bir karmaşanın çöplüğüne düşmüşler. Haberleri yok. Gelecekle, bugünden bir köşe kapmaca oynanıyor adeta.
Fotoğrafın başlangıçta doğayı ve insanı kopyalamak gereksiniminden çıktığı kesin. İnsan, kaçırdıklarının, üzerinde yeterince düşünemediklerinin kalmasını istiyor. Çünkü yaşarken her şey, anlara sırtını dayamış soyut imgelerden ibarettir. Anında yaşanamayan her şey sonradan değerlendirilir. İnsan beyni kendi yapısı içinde çok hızlı çalışabilir ama idrakı ve eylemleri sanıldığı kadar hızlı değildir. Bu bir etki-tepki meselesidir. İnsanın genetiği ile ilgilidir. Güdüdür aslında. Fotoğrafı bu kadar basitleştiren ve küçülten şey yeryüzünde bir çılgınlık gibi yayılan delice fotoğraf çekme dürtüsüdür. Yaratılan kargaşa ile soy fotoğraftan uzaklaşılıyor ve sanat öteleniyor. Ama günlük yaşamın içindeki fotoğraf, sanattan daha fazla bir kullanıma sahip. Özetle, hatıra için çekilen fotoğraflar, belge fotoğrafının debisi en yüksek koludur.
Fotoğrafın 200 yıla yakın bir tarihi olduğu için çoktan genetik bir koda dönüşmüştür. İnsanoğlu fotoğraf çekmeden duramıyor artık. Fotoğraf çektirme dürtüsü, giderek yerini fotoğraf çekmeye bırakıyor. Anların değil, anıların peşinden koşuyor insanlar. Kalmak, varlıklarını ispatlamak istiyorlar. Sürekli fotoğraf çekiliyor. Fotoğrafın çarpıcılığı, anların hoyratça kaydedilmesi nedeniyle değerini her gün yitiriyor. Gerçek fotoğraf kıymetleniyor ama bu kargaşa içinde bunu görebilmek zorlaşıyor. Oysa insanlar fotoğrafın varlığından çok hoşnutlar.
Günlük yaşamın parçası olarak paydayı ancak böyle eşitleyebiliyorlar.
Her ne olursa olsun, bana göre evrenin en büyük iki sanatı şiir ve fotoğraftır. Büyük bir çöplüğün içinde bir elmas yüzük olduğunu düşünün. Var mı; var elbette. Bulabilir misin? Belki, çok ararsan bulursun. Şiir bir duygu ve akıl işi olduğu için bu kadar kolay üretilemiyor. Bir de insanların bakmaya ayırdıkları süreden dolayı okumaya zamanlarının kalmadığını görüyoruz. Kimsenin elinde gazete yok artık, ama herkes cep telefonlarında saatler harcıyorlar. O yüzden de şiir bu kadar hızlı tüketilemiyor. Dijital devrimin fotoğraf üzerinden hızla yaşandığı bu dönemde fotoğrafçılık yakın bir gelecekte kaybolmaya mahkûm. Eğer tarih/mekân ve kişiler (fotoğrafı çeken ve fotoğrafta yer alan) belirtildiyse sadece bir görsel belge olarak kalacaktır fotoğraflar. Şiir mi, o sonsuza dek yaşayacak.
Evet, her iki sanat da hak ettiği yerdedir. Ne az, ne de fazla. Her şey olması gerektiği gibi…
Merih Akoğul Kimdir?
Merih Akoğul, imgeyi nesneler ve sözcüklerle ustaca kuran bir sanatçı. Fotoğraf sanatına ilişkin çok sayıda çalışması ile ülkenin önemli değerlerinden olan bir akademisyen. Özgün dili, geniş ve estetik anlatımı ile iyi bir şair.
Fotoğraflarındaki anlatım dili de, şiirlerindeki imge örgüsü de insanı binlerce çağrışıma taşıyan sanatın gizemli kapısından hızlıca içeriye alan ve büyüleyen türden.
Onun eserlerinin tanığı olmak, üstüne bir de sohbet etme fırsatı bulmak zihninizde ardı ardına pencereler açıyor ve iyi bir sanatçının naif anlatımı ile sanatın dinamikleri üzerine çok şey öğretiyor.
1963 yılında İstanbul’da doğan Merih Akoğul Mimar Sinan Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Fotoğraf Ana Sanat Dalı mezunu.
Ardından Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Enstitüsü Fotoğraf Ana Sanat Dalı yüksek lisansını tamamlayan, bugüne değin farklı konularda yayınlanmış 14 kitabı, Türkiye’de ve dünyanın çeşitli ülkelerinde 30’un üzerinde fotoğraf sergisi ile sanatseverlere doyumsuz eserler sunan bir sanat insanı.
Birçok gazete ve dergide edebiyat, fotoğraf kuramı, plastik sanatlar ve müzik üzerine yazıları ve eleştirileri yayınlanan çok yönlü sanatçı, 20 yıla yakın bir süredir Türkiye’nin önemli üniversitelerinde fotoğraf dersleri vermeyi sürdürüyor.
Şiirlerindeki yalın ve incelikli anlatımı fotoğraflarında da izlemek mümkün.
Zaman ekseni üzerinden insana dair bütün duyguları estetik ve derinlikli biçimde ele alan Akoğul, fotoğraftaki ustalığı şiirde de yakalamayı başarmış, her iki sanat disiplinine de hakim olması sebebiyle ülkemizin önemli sanatçılarından biri.
Özgür Zeybek’in İmge ve Kurgu Düzleminde Fotoğraf ve Şiir ilişkisi üzerine yazdığı Göz ve Söz adlı kitabı edinmek için;
Onun eserlerinin tanığı olmak, üstüne bir de sohbet etme fırsatı bulmak zihninizde ardı ardına pencereler açıyor ve iyi bir sanatçının naif anlatımı ile sanatın dinamikleri üzerine çok şey öğretiyor.
1963 yılında İstanbul’da doğan Merih Akoğul Mimar Sinan Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Fotoğraf Ana Sanat Dalı mezunu.
Ardından Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Enstitüsü Fotoğraf Ana Sanat Dalı yüksek lisansını tamamlayan, bugüne değin farklı konularda yayınlanmış 14 kitabı, Türkiye’de ve dünyanın çeşitli ülkelerinde 30’un üzerinde fotoğraf sergisi ile sanatseverlere doyumsuz eserler sunan bir sanat insanı.
Birçok gazete ve dergide edebiyat, fotoğraf kuramı, plastik sanatlar ve müzik üzerine yazıları ve eleştirileri yayınlanan çok yönlü sanatçı, 20 yıla yakın bir süredir Türkiye’nin önemli üniversitelerinde fotoğraf dersleri vermeyi sürdürüyor.
Şiirlerindeki yalın ve incelikli anlatımı fotoğraflarında da izlemek mümkün.
Zaman ekseni üzerinden insana dair bütün duyguları estetik ve derinlikli biçimde ele alan Akoğul, fotoğraftaki ustalığı şiirde de yakalamayı başarmış, her iki sanat disiplinine de hakim olması sebebiyle ülkemizin önemli sanatçılarından biri.
Özgür Zeybek’in İmge ve Kurgu Düzleminde Fotoğraf ve Şiir ilişkisi üzerine yazdığı Göz ve Söz adlı kitabı edinmek için;
D&R
Misafirler için gizlenen link, görmek için
Giriş yap veya üye ol.
İDEFİX
Misafirler için gizlenen link, görmek için
Giriş yap veya üye ol.
KİTAP YURDU
Misafirler için gizlenen link, görmek için
Giriş yap veya üye ol.
Misafirler için gizlenen link, görmek için
Giriş yap veya üye ol.