Vay Canına
Forum Üyesi
Tarihî süreçte atalarımızın gözü hep batı istikametinde olmuştur. Orta Asya'dan nice Türk kavmi hep batıya doğru gelmiş ve zaman içinde çeşitli sebeplerle kimliğini yitirmiştir. Fakat Türk boyları İslâm dinini benimsedikten sonra bu durum farklı bir hüviyet kazanmıştır. Osmanlılar devrinde gerçek kıvamını bulan 'Kızılelma' ideali de, İslâmî düşünce ile şuur kazanan fetih sevdalılarına hep batı istikametini işaret etmiştir.
Selçukluların siyasî gücünü yitirmeye başladığı dönemlerde 'uç beyliği' olarak tarih sahnesine çıkan Osmanlılar, Edirne'yi 1362'de, Varna'yı 1444'te, İstanbul'u 1453'te, Trabzon'u 1461'de fethetmiştir. Kesinlikle ne tahrip ne de yağma maksadı taşımayan, yerli ahaliye din, vicdan ve teşebbüs hürriyeti tanımayı esas alan fetihler, iskân siyaseti ile desteklenerek plânlı bir büyümeye zemin hazırlamıştır. Böylece Türk-İslâm kültürü geniş bir coğrafyada kök salmış ve kalıcı hâle gelmiştir.
Fatih Sultan Mehmed, bir mecburiyet neticesinde 1473'te Otlukbeli'nde Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan'ın üzerine yürümüştür. Galip geldikten sonra yenik ve perişan vaziyetteki Akkoyunlu ordusunu takip etmek yerine, yine batıya yönelmiş ve Rumeli fetihlerine devam etmiştir. Kumandanları büyük bir fırsatın kaçtığını düşünürlerken Fatih, bütün enerjisini batı istikametinde kullanmak, Rumeli topraklarını devletin ana üssü hâline getirmek istiyordu ve öyle de yaptı. Siyasî ve askerî bir dâhi olan Yavuz Sultan Selim Han da İslâm Birliği'ni tesis etme gayesi hâricinde doğuda zaman kaybetmek ve bir mânâda Osmanlıyı 'aile kavgaları' içinde boğmak istememiştir. Şayet ömrü vefa etseydi, o da batıya doğru hareket edecekti; ama bu hamle, basiretli hükümdara nasip olmadı. Yavuz, oğlu Kanunî Sultan Süleyman'a her sahada güçlü, hazinesi 'ağzına kadar dolu' ahalisi müreffeh bir devlet bıraktı. Hülâsa Osmanlı'yı bir cihan devleti hâline getiren kudretli padişahlar, devletin temel eksenini, varlığını, bekâsını ve savunma stratejilerini çok doğru bir zemine oturtmuşlardı.
Farklı dinlere mensup etnik unsurların yaşadığı Anadolu ve Balkan topraklarında hâkimiyet kuran ecdadımız, fethettiği yerlere beraberinde zengin bir medeniyet de götürüyordu. Fütuhat ve İ'lâ-yı kelimetullah mülâhazası açısından istikbali batıda gören Osmanlı, hem siyasî ve askerî açıdan hem de medenî sahada batıya meydan okuyordu. İnsanî ve ahlâkî değerlerle bezeli güçlü bir medeniyetin, hâkimiyet altına alınan topraklarda kök salması, günümüzde sosyal, iktisadî, siyasî ve dinî çatışmalara sahne olan bir coğrafyanın Osmanlı idaresi altında uzun süre barış ve huzur içinde yaşaması acaba ne ile izah edilebilirdi?
Hiçbir zaman hatırdan çıkarmamak gerekir ki, bu durum her şeyden evvel Devlet-i Âliye'nin hem İslâm hem de dünya tarihi bakımından sahip olduğu konumu ortaya koymaktadır. Osmanlıların, kendilerinden çok daha güçlüler arasından sıyrılarak İslâm kültür ve medeniyetine sahip çıkmaları, fethettikleri beldelerde kalıcı izler bırakmaları hâlâ üzerinde durulan mühim bir mevzudur. Bu hususu tetikleyen birçok dinamik söz konusudur. Sadece din, hukuk, insan hakları ve hoşgörü sahalarındaki tatbikatlar bile binlerce çarpıcı misâlle doludur.
Fetihler sonrasında yeni bir din ve kültürün taşındığı coğrafyalarda yaşayan farklı toplumların dinlerine, örflerine, âdetlerine, geleneklerine müdahale edilmemiştir. Himaye altına alınan milletlerin inançlarına, yaşayışlarına ve sosyal hayattaki faaliyetlerine karışılmamıştır. Böylece Osmanlı, temsil ettiği âdil ve hoşgörülü yönetim şekliyle cami, kilise ve havranın yan yana durduğu bir üst kültür tesis etmeyi ve harikulâde eserleri içinde barındıran birbirinden güzel şehirler kurmayı başarmıştır. Fetih sonrası İstanbul, bunun güzel bir örneğidir. Kuruluş dönemlerinde bile kendini gösteren bu hoşgörülü ve müsamahakâr tavırdan dolayıdır ki, Yıldırım Bâyezid'in Ankara Savaşı'nda yaşadığı mağlubiyete rağmen, Balkanlardaki Hıristiyanlar Osmanlı idaresinden kopmamışlardır.
Fetihlerin kalıcı hâle gelmesinde, emniyet ve huzurun tesis edilmesinde çeşitli sebepler, vesileler rol oynamıştır. Bunların başında 'temsil vasfı' gelmektedir. Hemen her yerde her sahada güzel bir temsil ortaya konulmuş; insanlar vicdanları ile baş başa bırakılmış, kimse din değiştirmeye zorlanmamıştır.
Sınırları genişletmek, yeni topraklar kazanmak ve geniş halk kitlelerine hükmetmek Osmanlı idarecisi için asıl ve öncelikli hedef olmamıştır. Onlar, asıl hedef olan 'İ'lâ-yı kelimetullah' idealinin tahakkuku adına fedakârca mücadele etmiştir. Özellikle Horasan erenleri gibi binlerce insan, idealleri uğruna bütün Anadolu ve Rumeli coğrafyasını karış karış dolaşmış, İslâm'ın güzelliklerini bizzat yaşayarak insanlara göstermiş, onların gönüllerinin İslâm'a ısınmasına vesile olmuştur. Dün olduğu gibi bugün de aynı kutsî ve ulvî mefkûrenin ardından yeryüzünde kelebekler gibi uçuşan adanmış ruhlar, benzer bir tavrı sergilemekte ve temsil etmeye çalışmaktadır.
'Vefa ve sadakat' hissine sahip olmak işin ayrı bir buududur. Osmanlılar ellerinde hazır bir millet ve memleket bulmamışlardır. Vefa hissinin güzel bir temsilcisi olarak, günümüz karasevdalılarının selefe duydukları saygı ve hürmet misali, kuruluşlarından itibaren Anadolu Selçuklu Devleti'ne bağlı kalmışlardır. Bu bağlılık, Selçukluların tarih sahnesinden çekilişine kadar devam etmiştir. Osmanlıların ortaya koyduğu bu asil tavır, ALLAH'ın kendilerini mükâfatlandırmalarına vesile olmuştur.
Sömürgeci bir idare anlayışının takip edilmemesi, halklara karşı zulüm ve cinayet işlenmemesi, adalet terazisinin bu hassasiyet çerçevesinde işlemesi gönüllerin fethine zemin hazırlamıştır. İdareciler ilme, âlimlere ve gönül sultanı mânevî şahsiyetlere hürmetkâr davranmış; onların sohbetlerine iştirak edip onlardan istifade etmeye çalışmışlardır. O gönül sultanları da, idarecilerin haksız işleri ve tutumları karşısında gerekli ikazları yapmaktan çekinmemişlerdir. Fethedilen yerlere ışık saçan mâneviyat ve gönül erenleri, alperenler, dervişler, ahîler temsil keyfiyetinde hususi bir rol oynamışlardır. Yerli ahali; samimiyetleri ve fedakârlıklarıyla hem İslâm'ın hem de Devlet-i Âliye'nin gönüllü birer savunucusu olan bu örnek insanların hayatlarından derinden etkilenmiş, onların şahsında İslâm'ı tanımış, sevmiş ve benimsemiştir.
Osmanlı hoşgörüsü ve Balkanlar
Bu mânâda Bosna, ecdadımızın fethettiği yerlerde emperyalist gayeler gütmediğinin, aksine sadece insaniyet, adalet, medeniyet götürme idealine sahip olduğunun güzel bir misâlidir. Tarih boyunca birçok gücün hâkimiyet kurduğu bu coğrafyada, dinî ve kültürel sahada en büyük tesiri Osmanlılar bırakmıştır. İskân siyaseti sonrasında Türk-İslâm kültürü, sadece Bosna'da değil, bütün Balkanlarda kök salmıştır.
Bugün Sırplar dahi, "Bizi 530 yıl idare ettiniz; ne dilimize, ne dinimize müdahale ettiniz. Siz gideli bir asır oldu; ancak sizden sonra bölgede huzur diye bir şey kalmadı." itirafında bulunuyorlar. Bölgenin etnik yapısını bilenler "Beş asrı aşkın bir zaman, burada nasıl durabildiniz?" diyerek hayretlerini ifade ediyorlar. Diğer yandan ecdadımızın hoşgörülü ve âdil idaresi ile bunca zaman bölgede nasıl kaldığını teyit eden en çarpıcı gelişmelerden birisi Bosna Savaşı sırasında Belgrat'ta düzenlenen bir mitingde yaşanmış ve bir Sırp göstericinin elinde bulunan 'Neredesin Osmanlı' yazılı pankart herkesin dikkatini çekmiştir.
Bosna'daki Türk-İslâm kültürünün derinliğini aksettiren en önemli mekânlardan biri de Blagay (Alperenler) Tekkesi'dir. Mostar şehrinin Blagay köyündeki bulunan tekke, ziyaretçilerini duygulandırmaktadır. Lavanta tarlalarının arasında geçilerek gidilen, Avrupa'nın en büyük ve en temiz tabiî su kaynaklarından Buna Nehri'nin doğduğu devasâ bir kayanın dibinde yer alan iki katlı tekke binası, Osmanlı'nın bu coğrafyada inşa ettiği manevî dünyanın bugün bile hâlâ devam ettiğinin müşahhas bir örneğidir.
Aşk, gönül ve aksiyon insanı Ahmed Yesevî Hazretleri'nden feyz alan derviş ruhlu alperenlerin, Sarı Saltukların Osmanlı'dan evvel 'hicret ufku' ile buralara gelerek İ'lâ-yı Kelimetullah adına yöre halkına İslâm'ı hâl diliyle anlatmaları ve ahalide bir merak uyandırıp kalblerini İslâm'a ısındırmaları fevkalâde mühim bir hâdisedir. Bir kanaate göre Blagay Tekkesi, Osmanlı Devleti'nin Bosna'yı fethedişinden elli sene evvel inşâ edilmiştir. Bu durum da tekkeye adını veren alperenlerin, Osmanlı'dan çok daha evvel buralara geldiğini ortaya koymaktadır.
O zamanın 'önden giden atlıları'; sevginin, hoşgörünün ve paylaşımın temsilcileri, sırtlarını sıvazlayan mâneviyat erenlerinden aldıkları güçle dağları, tepeleri, dereleri aşarak vazife şuurunun gereğini yerine getirmişlerdir. Tekkeleri ve gönülleri mekân tutan dervişler, diğerkâm ruhlar ve fedakâr eller sayesinde İslâmiyet, Orta Avrupa'ya Osmanlı akıncılarından daha evvel girmiştir. Bütün bu samimi gayretler Osmanlı ordularının önünü açmış ve Balkanların fethine zemin hazırlamıştır.
Asrımızın kara sevdalıları da, ahlâkî değerler adına dünyaya yeni şeyler taşırlarken geçmişin tecrübelerinden ve güzel misallerinden yararlanmayı ihmal etmemişlerdir. Dünyanın farklı yerlerine hâlisane niyetlerle giden gönül erleri, temsildeki derinliği yakalama gayretlerini, insaniyet ve medeniyet götürme ideali ile taçlandırmaktadır. Tıpkı geçmişte olduğu gibi mânevî, insanî ve ahlâkî değerlerin yanında, imkânlar zorlanarak yörenin diğer ihtiyaçlarına da yardım eli uzatılmaktadır. Günümüzün adanmış ruhlarının, ecdadımızdan miras kalan bu şuuru temsil etmeleri, hem milletimizin hem de insanlığın kurtuluşu adına büyük önem arz etmektedir. Dünyada meydana gelen hâdiseler ve Anadolu'dan beş kıtada yüz elliyi aşkın ülkeye yayılan eğitim merkezli hizmetler, bu tespitin haklılığını her geçen gün daha fazla ortaya çıkarmaktadır. Dün olduğu gibi bugünün alperenlerinin, 'Yeryüzü Mirasçıları'nın da -ALLAH'ın izni ve inayetiyle- mukaddes vazifeyi göğüsleyeceklerine olan inancımız tamdır.
Murat DUMAN
Selçukluların siyasî gücünü yitirmeye başladığı dönemlerde 'uç beyliği' olarak tarih sahnesine çıkan Osmanlılar, Edirne'yi 1362'de, Varna'yı 1444'te, İstanbul'u 1453'te, Trabzon'u 1461'de fethetmiştir. Kesinlikle ne tahrip ne de yağma maksadı taşımayan, yerli ahaliye din, vicdan ve teşebbüs hürriyeti tanımayı esas alan fetihler, iskân siyaseti ile desteklenerek plânlı bir büyümeye zemin hazırlamıştır. Böylece Türk-İslâm kültürü geniş bir coğrafyada kök salmış ve kalıcı hâle gelmiştir.
Fatih Sultan Mehmed, bir mecburiyet neticesinde 1473'te Otlukbeli'nde Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan'ın üzerine yürümüştür. Galip geldikten sonra yenik ve perişan vaziyetteki Akkoyunlu ordusunu takip etmek yerine, yine batıya yönelmiş ve Rumeli fetihlerine devam etmiştir. Kumandanları büyük bir fırsatın kaçtığını düşünürlerken Fatih, bütün enerjisini batı istikametinde kullanmak, Rumeli topraklarını devletin ana üssü hâline getirmek istiyordu ve öyle de yaptı. Siyasî ve askerî bir dâhi olan Yavuz Sultan Selim Han da İslâm Birliği'ni tesis etme gayesi hâricinde doğuda zaman kaybetmek ve bir mânâda Osmanlıyı 'aile kavgaları' içinde boğmak istememiştir. Şayet ömrü vefa etseydi, o da batıya doğru hareket edecekti; ama bu hamle, basiretli hükümdara nasip olmadı. Yavuz, oğlu Kanunî Sultan Süleyman'a her sahada güçlü, hazinesi 'ağzına kadar dolu' ahalisi müreffeh bir devlet bıraktı. Hülâsa Osmanlı'yı bir cihan devleti hâline getiren kudretli padişahlar, devletin temel eksenini, varlığını, bekâsını ve savunma stratejilerini çok doğru bir zemine oturtmuşlardı.
Farklı dinlere mensup etnik unsurların yaşadığı Anadolu ve Balkan topraklarında hâkimiyet kuran ecdadımız, fethettiği yerlere beraberinde zengin bir medeniyet de götürüyordu. Fütuhat ve İ'lâ-yı kelimetullah mülâhazası açısından istikbali batıda gören Osmanlı, hem siyasî ve askerî açıdan hem de medenî sahada batıya meydan okuyordu. İnsanî ve ahlâkî değerlerle bezeli güçlü bir medeniyetin, hâkimiyet altına alınan topraklarda kök salması, günümüzde sosyal, iktisadî, siyasî ve dinî çatışmalara sahne olan bir coğrafyanın Osmanlı idaresi altında uzun süre barış ve huzur içinde yaşaması acaba ne ile izah edilebilirdi?
Hiçbir zaman hatırdan çıkarmamak gerekir ki, bu durum her şeyden evvel Devlet-i Âliye'nin hem İslâm hem de dünya tarihi bakımından sahip olduğu konumu ortaya koymaktadır. Osmanlıların, kendilerinden çok daha güçlüler arasından sıyrılarak İslâm kültür ve medeniyetine sahip çıkmaları, fethettikleri beldelerde kalıcı izler bırakmaları hâlâ üzerinde durulan mühim bir mevzudur. Bu hususu tetikleyen birçok dinamik söz konusudur. Sadece din, hukuk, insan hakları ve hoşgörü sahalarındaki tatbikatlar bile binlerce çarpıcı misâlle doludur.
Fetihler sonrasında yeni bir din ve kültürün taşındığı coğrafyalarda yaşayan farklı toplumların dinlerine, örflerine, âdetlerine, geleneklerine müdahale edilmemiştir. Himaye altına alınan milletlerin inançlarına, yaşayışlarına ve sosyal hayattaki faaliyetlerine karışılmamıştır. Böylece Osmanlı, temsil ettiği âdil ve hoşgörülü yönetim şekliyle cami, kilise ve havranın yan yana durduğu bir üst kültür tesis etmeyi ve harikulâde eserleri içinde barındıran birbirinden güzel şehirler kurmayı başarmıştır. Fetih sonrası İstanbul, bunun güzel bir örneğidir. Kuruluş dönemlerinde bile kendini gösteren bu hoşgörülü ve müsamahakâr tavırdan dolayıdır ki, Yıldırım Bâyezid'in Ankara Savaşı'nda yaşadığı mağlubiyete rağmen, Balkanlardaki Hıristiyanlar Osmanlı idaresinden kopmamışlardır.
Fetihlerin kalıcı hâle gelmesinde, emniyet ve huzurun tesis edilmesinde çeşitli sebepler, vesileler rol oynamıştır. Bunların başında 'temsil vasfı' gelmektedir. Hemen her yerde her sahada güzel bir temsil ortaya konulmuş; insanlar vicdanları ile baş başa bırakılmış, kimse din değiştirmeye zorlanmamıştır.
Sınırları genişletmek, yeni topraklar kazanmak ve geniş halk kitlelerine hükmetmek Osmanlı idarecisi için asıl ve öncelikli hedef olmamıştır. Onlar, asıl hedef olan 'İ'lâ-yı kelimetullah' idealinin tahakkuku adına fedakârca mücadele etmiştir. Özellikle Horasan erenleri gibi binlerce insan, idealleri uğruna bütün Anadolu ve Rumeli coğrafyasını karış karış dolaşmış, İslâm'ın güzelliklerini bizzat yaşayarak insanlara göstermiş, onların gönüllerinin İslâm'a ısınmasına vesile olmuştur. Dün olduğu gibi bugün de aynı kutsî ve ulvî mefkûrenin ardından yeryüzünde kelebekler gibi uçuşan adanmış ruhlar, benzer bir tavrı sergilemekte ve temsil etmeye çalışmaktadır.
'Vefa ve sadakat' hissine sahip olmak işin ayrı bir buududur. Osmanlılar ellerinde hazır bir millet ve memleket bulmamışlardır. Vefa hissinin güzel bir temsilcisi olarak, günümüz karasevdalılarının selefe duydukları saygı ve hürmet misali, kuruluşlarından itibaren Anadolu Selçuklu Devleti'ne bağlı kalmışlardır. Bu bağlılık, Selçukluların tarih sahnesinden çekilişine kadar devam etmiştir. Osmanlıların ortaya koyduğu bu asil tavır, ALLAH'ın kendilerini mükâfatlandırmalarına vesile olmuştur.
Sömürgeci bir idare anlayışının takip edilmemesi, halklara karşı zulüm ve cinayet işlenmemesi, adalet terazisinin bu hassasiyet çerçevesinde işlemesi gönüllerin fethine zemin hazırlamıştır. İdareciler ilme, âlimlere ve gönül sultanı mânevî şahsiyetlere hürmetkâr davranmış; onların sohbetlerine iştirak edip onlardan istifade etmeye çalışmışlardır. O gönül sultanları da, idarecilerin haksız işleri ve tutumları karşısında gerekli ikazları yapmaktan çekinmemişlerdir. Fethedilen yerlere ışık saçan mâneviyat ve gönül erenleri, alperenler, dervişler, ahîler temsil keyfiyetinde hususi bir rol oynamışlardır. Yerli ahali; samimiyetleri ve fedakârlıklarıyla hem İslâm'ın hem de Devlet-i Âliye'nin gönüllü birer savunucusu olan bu örnek insanların hayatlarından derinden etkilenmiş, onların şahsında İslâm'ı tanımış, sevmiş ve benimsemiştir.
Osmanlı hoşgörüsü ve Balkanlar
Bu mânâda Bosna, ecdadımızın fethettiği yerlerde emperyalist gayeler gütmediğinin, aksine sadece insaniyet, adalet, medeniyet götürme idealine sahip olduğunun güzel bir misâlidir. Tarih boyunca birçok gücün hâkimiyet kurduğu bu coğrafyada, dinî ve kültürel sahada en büyük tesiri Osmanlılar bırakmıştır. İskân siyaseti sonrasında Türk-İslâm kültürü, sadece Bosna'da değil, bütün Balkanlarda kök salmıştır.
Bugün Sırplar dahi, "Bizi 530 yıl idare ettiniz; ne dilimize, ne dinimize müdahale ettiniz. Siz gideli bir asır oldu; ancak sizden sonra bölgede huzur diye bir şey kalmadı." itirafında bulunuyorlar. Bölgenin etnik yapısını bilenler "Beş asrı aşkın bir zaman, burada nasıl durabildiniz?" diyerek hayretlerini ifade ediyorlar. Diğer yandan ecdadımızın hoşgörülü ve âdil idaresi ile bunca zaman bölgede nasıl kaldığını teyit eden en çarpıcı gelişmelerden birisi Bosna Savaşı sırasında Belgrat'ta düzenlenen bir mitingde yaşanmış ve bir Sırp göstericinin elinde bulunan 'Neredesin Osmanlı' yazılı pankart herkesin dikkatini çekmiştir.
Bosna'daki Türk-İslâm kültürünün derinliğini aksettiren en önemli mekânlardan biri de Blagay (Alperenler) Tekkesi'dir. Mostar şehrinin Blagay köyündeki bulunan tekke, ziyaretçilerini duygulandırmaktadır. Lavanta tarlalarının arasında geçilerek gidilen, Avrupa'nın en büyük ve en temiz tabiî su kaynaklarından Buna Nehri'nin doğduğu devasâ bir kayanın dibinde yer alan iki katlı tekke binası, Osmanlı'nın bu coğrafyada inşa ettiği manevî dünyanın bugün bile hâlâ devam ettiğinin müşahhas bir örneğidir.
Aşk, gönül ve aksiyon insanı Ahmed Yesevî Hazretleri'nden feyz alan derviş ruhlu alperenlerin, Sarı Saltukların Osmanlı'dan evvel 'hicret ufku' ile buralara gelerek İ'lâ-yı Kelimetullah adına yöre halkına İslâm'ı hâl diliyle anlatmaları ve ahalide bir merak uyandırıp kalblerini İslâm'a ısındırmaları fevkalâde mühim bir hâdisedir. Bir kanaate göre Blagay Tekkesi, Osmanlı Devleti'nin Bosna'yı fethedişinden elli sene evvel inşâ edilmiştir. Bu durum da tekkeye adını veren alperenlerin, Osmanlı'dan çok daha evvel buralara geldiğini ortaya koymaktadır.
O zamanın 'önden giden atlıları'; sevginin, hoşgörünün ve paylaşımın temsilcileri, sırtlarını sıvazlayan mâneviyat erenlerinden aldıkları güçle dağları, tepeleri, dereleri aşarak vazife şuurunun gereğini yerine getirmişlerdir. Tekkeleri ve gönülleri mekân tutan dervişler, diğerkâm ruhlar ve fedakâr eller sayesinde İslâmiyet, Orta Avrupa'ya Osmanlı akıncılarından daha evvel girmiştir. Bütün bu samimi gayretler Osmanlı ordularının önünü açmış ve Balkanların fethine zemin hazırlamıştır.
Asrımızın kara sevdalıları da, ahlâkî değerler adına dünyaya yeni şeyler taşırlarken geçmişin tecrübelerinden ve güzel misallerinden yararlanmayı ihmal etmemişlerdir. Dünyanın farklı yerlerine hâlisane niyetlerle giden gönül erleri, temsildeki derinliği yakalama gayretlerini, insaniyet ve medeniyet götürme ideali ile taçlandırmaktadır. Tıpkı geçmişte olduğu gibi mânevî, insanî ve ahlâkî değerlerin yanında, imkânlar zorlanarak yörenin diğer ihtiyaçlarına da yardım eli uzatılmaktadır. Günümüzün adanmış ruhlarının, ecdadımızdan miras kalan bu şuuru temsil etmeleri, hem milletimizin hem de insanlığın kurtuluşu adına büyük önem arz etmektedir. Dünyada meydana gelen hâdiseler ve Anadolu'dan beş kıtada yüz elliyi aşkın ülkeye yayılan eğitim merkezli hizmetler, bu tespitin haklılığını her geçen gün daha fazla ortaya çıkarmaktadır. Dün olduğu gibi bugünün alperenlerinin, 'Yeryüzü Mirasçıları'nın da -ALLAH'ın izni ve inayetiyle- mukaddes vazifeyi göğüsleyeceklerine olan inancımız tamdır.
Murat DUMAN