Vay Canına
Forum Üyesi
İnsanların biyolojik olduğu kadar örf ve adetleri vb. açılardan da birbirlerinden farklı yönleri bulunmaktadır. Dolayısıyla tarihin bütün devirlerinde insanlar arasında tabakalaşmanın varlığı bilinmektedir.
Sosyal tabakalaşma terimi belirli bir nüfusun hiyerarşik olarak sosyal manada üst üste gelen sınıflar halinde farklılaşması ve genel olarak otorite statü ve güç gibi çeşitli değişkenlere göre nüfusun farklılaşmasının hiyerarşik sıralanması anlamında kullanılmaktadır. Tarih boyunca görülen sosyal tabakalaşma çeşitleri şu başlıklar altında toplanabilir:İlkel toplumlarda görülen yaygın köleliğin doğurduğu tabakalaşma.
Ortaçağ Avrupa’sında geniş toprak mülkiyetine dayanan feodal sistem.
Kast sistemi.
Statü tabakalaşmasının doğurduğu sosyal sınıflar.
Sosyal sınıf kavramı ise modern toplumlarda ise sosyal farklılaşma ve politik hiyerarşi artmıştır.
Osmanlı Devleti’nde batılı anlamda sosyal tabakalaşma ve sosyal sınıflar oluşmamıştır. Pek çok tarihçi ve sosyolog bu konuda fikir birliği içerisindedir. Batıda görülen serf-senyör ne bir kast ne de feodal sistem olarak tanımlamak mümkün değildir.
Batıda oluşan sosyal tabakalaşma ve sosyal sınıfların benzer şekilde Osmanlı Devleti’nde gelişememesinin nedeni bu nedenle yönetici-yöneten arasındaki ilişki bir tahakküm değil bir sorumluluk ilişkisi şeklini almıştır. Yönetimin en başındaki sultan “uyruklarının babası” olma gibi bir telakkiden çok “tebaanın refahlarından şahsen sorumlu olduğu” kanaatını taşımış ve tebaasını kendisine “Cenab-ı Hakkın bir vediası” yani emaneti olarak değerlendirmiştir.
Osmanlı Devleti’nde sınıf anlayışının batıda görülen anlayıştan farklı olması nedeniyle bir asiller sınıfı ve aristokratlar doğmamıştır. Devlet kapitalistleşmeye karşı olduğu gibi âlimler ve askerlerden oluştuğu ve bu grupları yönetenlerin tercih ve tafdili için bir sebeb olmadığını belirtirler.
Toprak mülkiyetini devletin uhdesine alması yukarda belirttiğimiz gibi sermayenin belirli ellerde toplanmasını engelleyen ilke ve asalete dayanan eski Türk aşiret anlayışına son verilmesi Osmanlıda batı türü sınıflaşmayı engelleyen en önemli âmil olmuştur. Böylece siyasi iktidarı etkileyebilecek toprak asilleri ve büyük sermaye sahipleri gibi güçlerin oluşması engellenmiştir.
Osmanlıda sosyal tabakalaşmayı belirleyen önemli bir ayrım yönetilenler re’âyâdır. Bu ayrımda mali kaygılar yatmaktadır. Dinî ayrım; müslim-gayr-ı müslim şeklindedir. Hukukî ayrım; hür-köle ayrımıdır. Ayrıca XVII. yüzyıldan itibaren âyan denilen yeni bir sosyal tabaka daha belirmiştir.
Bu tür çoklu bir ayrımın dışında toplumu iki ana sınıfa ayırarak değerlendirme yapar İnalcık:
“Osmanlı toplumu iki ana sınıfa ayrılıyordu. Askerî denen ilki fakat hükümete katılmayan bütün Müslüman ve Müslüman olmayan uyrukları içine alıyordu Uyruklarını askerilerden uzak tutmak devletin temel bir kuralıydı. Yalnızca sınırlarda fiilen savaşçılık eden ve medresede düzenli bir eğitimden geçerek ulema zümresine girenler padişahın beratını alıp askeri sınıfın üyeleri olabilirlerdi.”
Konuyu toprak mülkiyeti açısından değerlendiren Mustafa Akdağ ne de Batıda hiç örneği bulunmayan” bir hususiyet taşır.
XVI. yüzyılın ortalarına kadar Osmanlı devlet ve toplum yapısı incelendiğinde bütün toplum fertlerinin başlıca şu üç kategoriye ayrıldığı görülür:
Askeri Sınıfı
Şehirli Sınıfı
Köylüler (çiftçi ra’iyyet sınıfı)
Burada her ne kadar fertleri üç ayrı kategoride ele alarak ayrı ayrı incelemek mümkün ise de askeri sınıfın dışında kalan kesim “ra’iyyet” olarak mütalaa edilmektedir. Bu nedenle bütün devlet teşkilâtında ve kanun metinlerinde bu esasa göre hareket edilerek düzenlemeler ona göre yapılmıştır. Böyle bir ayırım eski İslâm ve Türk Devletlerinde “erbâb-ı seyf“ ve “erbâb-ı kalem“ şeklinde görülmekte idi. Erbab-ı seyf ve erbâb-ı kalemOsmanlıda askeri sınıf kavramı içine dahil edilmektedir. Tarihçi Cengiz Orhonlu ise Osmanlı cemiyetini üç unsura ayırır:
Ulema ümera gibi çeşitli grubları içine alan eşraf.
Köylüler.
Ehl-i örf denen memurlar.
Sosyologlar ise yükselme döneminde toplumu oluşturan fertleri üç tabaka halinde incelemişlerdir. Yukarı tabakada merkezî otoriteyi temsil eden siyasi iktidar sahipleri alt tabakada; re’âyâ (halk) bulunmaktadır.
Re’âyâ veya ra’iyyet yüksek medreselerdeki talebeler ve mezunları (danişmend ve mülâzımler) gibi ilmiye mensubu kişiler berat ve vazife almadıkları zaman bile askeri sıfatını haiz idiler.
Geniş bir kitleyi muhtevi askeri sınıf kavramı içinde mütalaa edilen grublar birbirlerinden çok farklı sosyal statü ve mevki sahibi kişilerden “hem sosyal hiyerarşinin tepesinde bulunan padişahı hem de ücretini bir vakıftan alan bir cami ferraşı”ndan teşekkül ediyordu.
Böylece teşekkül eden bu geniş sınıfın bilhassa vergi konusunda re’âyâdan farklı olarak birçok imtiyazları vardı. Re’âyânın ödemek zorunda olduğu ra’iyyet rüsumu ve diğer vergilerden muaf idiler ve bu muafiyet Osmanlı idari teşkilâtı içerisinde askeriyi re’âyâdan ayırdeden belli başlı bir vasıf sayılıyordu. Askerî kesimin vergiden muaf tutulmaları ve kazasker mahkemesinde yargılanma gibi bir takım ayrıcalıkları bu kesimin sosyal hayatta itibarlarını yükseltmiştir
Sosyal tabakalaşma terimi belirli bir nüfusun hiyerarşik olarak sosyal manada üst üste gelen sınıflar halinde farklılaşması ve genel olarak otorite statü ve güç gibi çeşitli değişkenlere göre nüfusun farklılaşmasının hiyerarşik sıralanması anlamında kullanılmaktadır. Tarih boyunca görülen sosyal tabakalaşma çeşitleri şu başlıklar altında toplanabilir:İlkel toplumlarda görülen yaygın köleliğin doğurduğu tabakalaşma.
Ortaçağ Avrupa’sında geniş toprak mülkiyetine dayanan feodal sistem.
Kast sistemi.
Statü tabakalaşmasının doğurduğu sosyal sınıflar.
Sosyal sınıf kavramı ise modern toplumlarda ise sosyal farklılaşma ve politik hiyerarşi artmıştır.
Osmanlı Devleti’nde batılı anlamda sosyal tabakalaşma ve sosyal sınıflar oluşmamıştır. Pek çok tarihçi ve sosyolog bu konuda fikir birliği içerisindedir. Batıda görülen serf-senyör ne bir kast ne de feodal sistem olarak tanımlamak mümkün değildir.
Batıda oluşan sosyal tabakalaşma ve sosyal sınıfların benzer şekilde Osmanlı Devleti’nde gelişememesinin nedeni bu nedenle yönetici-yöneten arasındaki ilişki bir tahakküm değil bir sorumluluk ilişkisi şeklini almıştır. Yönetimin en başındaki sultan “uyruklarının babası” olma gibi bir telakkiden çok “tebaanın refahlarından şahsen sorumlu olduğu” kanaatını taşımış ve tebaasını kendisine “Cenab-ı Hakkın bir vediası” yani emaneti olarak değerlendirmiştir.
Osmanlı Devleti’nde sınıf anlayışının batıda görülen anlayıştan farklı olması nedeniyle bir asiller sınıfı ve aristokratlar doğmamıştır. Devlet kapitalistleşmeye karşı olduğu gibi âlimler ve askerlerden oluştuğu ve bu grupları yönetenlerin tercih ve tafdili için bir sebeb olmadığını belirtirler.
Toprak mülkiyetini devletin uhdesine alması yukarda belirttiğimiz gibi sermayenin belirli ellerde toplanmasını engelleyen ilke ve asalete dayanan eski Türk aşiret anlayışına son verilmesi Osmanlıda batı türü sınıflaşmayı engelleyen en önemli âmil olmuştur. Böylece siyasi iktidarı etkileyebilecek toprak asilleri ve büyük sermaye sahipleri gibi güçlerin oluşması engellenmiştir.
Osmanlıda sosyal tabakalaşmayı belirleyen önemli bir ayrım yönetilenler re’âyâdır. Bu ayrımda mali kaygılar yatmaktadır. Dinî ayrım; müslim-gayr-ı müslim şeklindedir. Hukukî ayrım; hür-köle ayrımıdır. Ayrıca XVII. yüzyıldan itibaren âyan denilen yeni bir sosyal tabaka daha belirmiştir.
Bu tür çoklu bir ayrımın dışında toplumu iki ana sınıfa ayırarak değerlendirme yapar İnalcık:
“Osmanlı toplumu iki ana sınıfa ayrılıyordu. Askerî denen ilki fakat hükümete katılmayan bütün Müslüman ve Müslüman olmayan uyrukları içine alıyordu Uyruklarını askerilerden uzak tutmak devletin temel bir kuralıydı. Yalnızca sınırlarda fiilen savaşçılık eden ve medresede düzenli bir eğitimden geçerek ulema zümresine girenler padişahın beratını alıp askeri sınıfın üyeleri olabilirlerdi.”
Konuyu toprak mülkiyeti açısından değerlendiren Mustafa Akdağ ne de Batıda hiç örneği bulunmayan” bir hususiyet taşır.
XVI. yüzyılın ortalarına kadar Osmanlı devlet ve toplum yapısı incelendiğinde bütün toplum fertlerinin başlıca şu üç kategoriye ayrıldığı görülür:
Askeri Sınıfı
Şehirli Sınıfı
Köylüler (çiftçi ra’iyyet sınıfı)
Burada her ne kadar fertleri üç ayrı kategoride ele alarak ayrı ayrı incelemek mümkün ise de askeri sınıfın dışında kalan kesim “ra’iyyet” olarak mütalaa edilmektedir. Bu nedenle bütün devlet teşkilâtında ve kanun metinlerinde bu esasa göre hareket edilerek düzenlemeler ona göre yapılmıştır. Böyle bir ayırım eski İslâm ve Türk Devletlerinde “erbâb-ı seyf“ ve “erbâb-ı kalem“ şeklinde görülmekte idi. Erbab-ı seyf ve erbâb-ı kalemOsmanlıda askeri sınıf kavramı içine dahil edilmektedir. Tarihçi Cengiz Orhonlu ise Osmanlı cemiyetini üç unsura ayırır:
Ulema ümera gibi çeşitli grubları içine alan eşraf.
Köylüler.
Ehl-i örf denen memurlar.
Sosyologlar ise yükselme döneminde toplumu oluşturan fertleri üç tabaka halinde incelemişlerdir. Yukarı tabakada merkezî otoriteyi temsil eden siyasi iktidar sahipleri alt tabakada; re’âyâ (halk) bulunmaktadır.
Re’âyâ veya ra’iyyet yüksek medreselerdeki talebeler ve mezunları (danişmend ve mülâzımler) gibi ilmiye mensubu kişiler berat ve vazife almadıkları zaman bile askeri sıfatını haiz idiler.
Geniş bir kitleyi muhtevi askeri sınıf kavramı içinde mütalaa edilen grublar birbirlerinden çok farklı sosyal statü ve mevki sahibi kişilerden “hem sosyal hiyerarşinin tepesinde bulunan padişahı hem de ücretini bir vakıftan alan bir cami ferraşı”ndan teşekkül ediyordu.
Böylece teşekkül eden bu geniş sınıfın bilhassa vergi konusunda re’âyâdan farklı olarak birçok imtiyazları vardı. Re’âyânın ödemek zorunda olduğu ra’iyyet rüsumu ve diğer vergilerden muaf idiler ve bu muafiyet Osmanlı idari teşkilâtı içerisinde askeriyi re’âyâdan ayırdeden belli başlı bir vasıf sayılıyordu. Askerî kesimin vergiden muaf tutulmaları ve kazasker mahkemesinde yargılanma gibi bir takım ayrıcalıkları bu kesimin sosyal hayatta itibarlarını yükseltmiştir