Beş yıllık bir aradan sonra yönetmen Yorgos Lanthimos’un beklenen ve tam on bir dalda aday gösterilen filmi, ülkemizde vizyona nihayet giriyor. Hem komedi, hem “En İyi Kadın Oyuncu” dalında, 2 Altın Küre ödülü aldığını da belirtelim.
Bir başyapıt değil ama farkındalık ve insanoğlu var olduğu andan itibaren yaşamı ve yaşamın içindeki tüm enstrümanları nasıl kullandığına dair bir yüzleşme niteliğinde denilebilir. Zaten Yorgos Lanthimos tüm filmlerinde kendisi ile birlikte izleyiciyi hep bir yukarıya çıkarma eğilimi vardır. Eğer o uçurtmasının kuyruğunu görebilirseniz, elbette. Buna bağlı olarak filmlerinde, her zaman başka bir boyuta çıkarsınız. Bu da tam olarak “ görülemeyeni ya da unutulanı hatırlatmaktır” denilebilir. Burada da sanatın farklı disiplin ve ustalarından yararlanmış. Resim, Müzik ve Antropoloji başta olmak üzere, tek tek açacağız.
Film güldürürken düşündürecek, erkekleri ezmek değil ama ataerkil bakış açısından, kanatları koparılan ve kendi boyundurukları altına almak isteyen zihniyetin vahşiliği, çok net biçimlenmiş olduğunu hissettirecek.
Poor Things / Zavallılar filminin içine, toplasan dört ya da beş kere ama nokta atışı yapacak yerde “Medeniyet adına” yapıldığı sözü kullanılarak belirtilen konuların temelinde, aslında filminde özü olan bir türlü gelişme gösteremeyen insanlığın, hazin durumunu irdelemektedir. İskoçya’nın önemli yazar ve sanatçılarından, Alasdair Gray’in hayal gücünün, özgünlüğü ile harmanlanması, dâhi Lanthimos’un gözünden ekrana öyle güzel taşınıyor ki.
Daha önce Oscar’a giden “Sarayın Gözdesi” filminde olduğu gibi (Emma Stone bu filmde En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu olarak aday gösterilmişti) bu yapıtta da yine saray, burjuvazi kimlikleri arasında dönemsel olarak “ Viktorya Dönemini” kapsayan ama o dönemi, uzay çağı ile bağlarken; bir göz ile ki bu kez izleyicinin yorumuna göre; değişebilecek alt yapı içeriği ile beslenmiş olan; Tanrı, Yaratıcı ama en önemli yanı ile üçüncü gözümüz olan “sağduyu ve vicdan” üzerinden izlenilmesi tavsiye edilir gibi özü gereği. Daha doğrusu intihar etme noktasına gelerek, köprüden atlayan ve yaşamdan kaçan Bella (Emma Stone)’nın kurtuluşu, bilinçaltındaki kayıtlardan da sorgulatıyor.
Filmin en önemli özelliklerinden sayılabilecek olansa; dünya var olduğu andan itibaren ki bunu ilk olarak güzelliği ile nam salmış, ,İskenderiye Kütüphanesinin hocası olan babası gibi (Theon, Antik Yunan’da yaşamış; bilgin ve matematikçi-Öklid elementleri) İskenderiye Okulu’nun ekollerinden olan yeni Platonculuk anlayışının en önemli temsilcilerinden; ilk kadın astronom, matematikçi ve filozof olarak bilimi üzerinde öğretmen olan ve taşlanarak (derisi istiridye kabukları ile soyulmuştur) din cahilleri tarafından katledilen ve dünya tarihinin en büyük katliamına vize verilerek, kesinlikle tarihin akışını değiştirmiş (iyiye gelişimi ve dönüşümü için) ve başrol olan Hyptia ve İskenderiye Kütüphanesi (900 bin el yazması), aynı zamanda yayınevi olan gerçeklerdir. Çağ, kadınların cadı olarak nitelenmesine zemin hazırlayan sürece ön hazırlıklardır. Tabii filminde, kitabı temel alsa da gerçek “Medeniyetsizlik” üzerindeki ve burada ana rolü üstelenen kadını, yaşadığı toprakların yazgısı üzerinden anlatmayı unutmamış, Lanthimos. (Yunanistan,Atina)
İskenderiye kütüphanesinin dünya için kaybını ustaca kullanırken; Bella’nın saf halini, hiçbir şekilde suiistimal etmek istemeyen güzel yürekli müstakbel eş adayı Doktor Max Mc Candels’n (Ramy Youssef) ilk görüşte, “ Hiç bu kadar güzel geri zekâlı görmemiştim” deyişindeki, saflık ve sevginin gerçek güzelliği; bir kadın için doğru insanı bulmak ve görmekteki gerçeği sunmakta. Ve tam nişanlanacağı sırada evlilik sözleşmesi için gelen Avukat, Duncan Wedd (Mark Ruffalo)’in Bella’nın hayatına zorla girmesi, giriş nedeninin ise bir kadının salt güzelliği ve altında yatan düşüncenin sadece cinsel olarak faydalanma arzusu ile başlayan ve de kendini tam keşfetme noktasında olan Bella’nın, süreçte başka yerlerde kaybolmasın diye gemi yolculuğuna çıkaran avukat Duncan’a rağmen o sırada tanıştığı siyahî bir adamın sözlerinde, bağlar.
“Dünyayı değiştiremeyeceksin ama iyi olmaya bak!” der ve aşağıdaki yoksul, yanmış ve yok olmaya terk edilmiş insanları, lüks yolcu gemisinin güvertesinden izlettirir. Gösterilen lokasyon, aslında İskenderiye kütüphanesinden itibaren hâlâ göçmen sorunu nedeni ile yok edilen insanlık onurudur. Tamamen yoksulları düşünerek, parayı buraya teklifsiz veren Bella’nın saf hareketi, özündeki iyiliği/ şimdiye kadar dünyada, iyi niyet elçiliğine soyunan kadın figürleri temsil eder. Ve gemide Duncan’ın, Bella’nın her kitap okuduğunda, elinde okumakta olduğu kitabı, sadece kendisi ile ilgilenmesini isteyen erkek modeli üzerinden harmanlayarak; her bir kitabı denize atışında, Bella’ya etrafında bulunan kişiler tarafından yeniden bir kitap verilmesi, hem bahsetmiş olduğum gibi İskenderiye Kütüphanesi, hem de kadınların okuyarak gözünün açılmaması niyetidir. Erkek çünkü sadece kendine bağlı, kendine hizmet eden bir kadın profili ister.
Bella’nın dramı, Tanrı diye hitap ettiği Yaratıcısı yani Babası yerine bildiği Dr.Godwia(Willem Dafoe) ile büyümekte olan küçük bir kız çocuğu ama engelli hareketlerinden ki mimikler, göz kırpma ile gelişen ve bilhassa kendinden büyük erkeklerin kendisini, salt güzelliği ve sadece cinsel obje olarak değerlendirilmesi ve bunu da kendisine “medeniyet” bunu gerektirir altında tanımlamaları altından, bir yığın olay ile çocukluktan büyüklüğe ve tam bir kadın oluşuna kadar yönetmen sürdürür. Fimin bir nevi özü zaten kısıtlanmış ve kendini gerçekleştşremeyen kadınları temsil eder. Yani üretken dişil yanının sadece sığ bir biçimde cinsel olarak istismar edilerek bakılmasına spot tutar. Bella yoksa, hatta benzerini bulur Dr.Godwia ve kendi özgürlüğünü daha doğrusu, kendini bir birey olarak bulmaya çabalayan Bella’ya, “Fahişe Bella” diyerek hitap edecek olan yeni Bella olacak, Felicity (Margaret Qualley)’den başkası değildir.
Ama esas olan, ilk başlarda öz babası olarak görülen, Dr. Godwia (Willem Dafoe) ‘nın, zamanında kendi babasından gördüğü, sözde bilim adına zulum mü yoksa keşfetmek duygusu mu, bu gerçekliği seyircinin algısına bırakan yönetmen, izleyiciyi Dr.Godwia’nın genç yaşta hadım edilmiş ve vücudunun birçok noktasına olduğu gibi el parmaklarına da uygulanan şiddeti gösterirken; şimdiye kadar “Medeniyet” yolu diye gösterilen ve bilim adına telef edile duran, diğer canlıları gösterir.
Film ilerledikçe ve Bella büyüdükçe; Dr. Godwia’nın, esas babası olmayıp, intihar noktasında iken hayata karnındaki ceninin beyni ile Bella, yani annenin beynini yer değiştirerek, bir nevi Tanrı’lığa soyunulma noktasına değinir.
Bunu da şu şekilde açar usta yönetmen Yorgos Lanthimos; İlim, bilim, keşif derken acaba insanlık haddini doğayı da katlederek aşmamış mıdır? Bu çerçeveden baktıran yönetmen Yorgos, diğer yandan, haliyle her kadının içindeki küçük çocuk şımartıldıkça, gerçekten sevildikçe, adeta bir çiçek gibi açacak, olgun ve üretebilen bir kadın haline dönüşebilecektir, açılımını verir.
Bu konuda doktor bir nevi asistanı gibi diğer doktordan (Mc Candles) yardım ister ve Bella’yı muhteşem oyunculukla, zihinsel engelli olarak her anına tanıklık ettirir. Diğer yandan sevginin hangi şartlarda ilk an ki gibi kalabileceğini sorgulatır. Bella’nın, yavaş yavaş büyümesine şahitlik eden ve kendisi ile evlenmek isteyen, Doktor Mc Candles’ın uğraşlarını, araya giren Avukat işi bozsa da, Bella’nın kendi vücudunun haz noktalarını, kadın olmanın avantajlarını ya da dezavantajlarını oldukça derin bir şekilde deneyimler.
Dolayısı ile ilk başlarda avukatın, Bella’ya itiraf ederek; sırf güzelliğinden etkilenerek bedensel ihtiyaçlarını giderirken, sonrasında âşık olması, aslında kadının dur dediği noktada başlar. Hepsinin ortak noktası, Bella karakterinin zekâsı kıt olsa bile “saf “olma halidir. İşte tam burada bir erkeğin ileride “kadınım” diyeceği kişiye sabrı çıkar ortaya. Avukat, “ Muz nedir bilmiyorsun, doğru dürüst konuşamıyorsun ama anlıyormuş gibi –Ampirik(deneysel)- düşünceden bahsediyorsun” diyerek bağırırken, Doktor Mc Candles ise her zaman özenle yaklaşmaktadır.
İşte filmin tüm süreci, bir kadının aradığı erkek ve erkeği üzerinde beklediği, görmek istediği yaklaşımlar üzerinden de ifade edilir. Bella, artık bir şeylerin farkına varmış ve Avukatın kendisine davrandığı şekilde kendisine davrandığında, erkeğin davranışına, genel erkeklerin kadınlara tavırları üzerinden sunar. Netice olarak Bella’nın, sözde âşık olduğunu ve kendisini sevdiğini söyleyen avukata; ona ihtiyacı olmadığını, sürekli bağırıp, ters konuşarak yaptıklarına anlam veremediğini söylediği anda, oldukça yaşlı bir hanımla karşılaşır ve kadın neredeyse yirmi yıldır seks yapmamaktadır. Bu olmamalı, der Bella. Erkek dünyasında her şey özgürken, kadınlar neden sığ bırakılıyor, noktasında kitaplar ve felsefe girer. Gothe, okumak girer. Yazarlar sorgulanır. Dönemin, aydın olarak nitelendirilenlerinin; neden kadına yeteri kadar yer verilmediğine değinilir.
Yine İskenderiye Kütüphanesinin, insanlık gelişimindeki, kısırlık yahut hadımlık süresi vurgulanır.
Siyahî erkek karakterin, Harry Astley (Jerrod Carmichael), her şeyin iyi olacağına inanan Bella’ya yorumunun altında –hiçbir şey iyi olmayacak çünkü insanlık iyi değil- söylemi, dünya üzerinde hâlâ sömürülmeye, kadınlar gibi devam eden siyahî kökenli vatandaşların makûs kader diye gösterilip, sistemin dayatılanları, olması vurgulanır.
Dünya tarihini, filmin başında kökeni, Yunanistan (Atina) olan ve o güçlü tarihinin, tabletleri üzerinden (Antropoloji burada belgeler üzerinden devreye girer. Bize miras kalan ve dünyayı iyi okuyup, daha iyisini bırakmamız için mevcut lahit, tablet, yazıt olarak kullanır) açan yönetmen, Yorgos Lanthimos, dünyayı evirir, çevirir ve Fransız devrimini(1789) gerçekleştirir.
İnsanlaşma serüveninde, bu güne kadar sınıfta kalan insanlık, artık Fransa’dadırlar ama bugünden bakıldığında, Moulin Rouge (1889) gibi alanlar dâhil olmak üzere kabare niyeti ile kurulan hali hazırda erotik şov merkezi olarak, dünya vatandaşlarını ağırlamakta olan anlayışı; kendi devrimini kanla geliştiren, adeta ve kendi kanını içerek, kadınların özgürlüğünün hâlâ tam olarak içselleştirilemediğini, hâlâ kavramlardaki yanlışlıkları anlatmaya çalışır. O yüzden Bella’yı bir genelevde gösterir. Fransa denince adını, Fransız Öpücüğüne kadar döndüren ve kadınların özgürlüğünü, herkesle seks yapabilir gibi aşağılayıcı genel zihniyeti ve bu bakış açılı küresel ataerkil toplumu, yine Bella üzerinden yoksullara dağıttığı ve avukatın kumardan kazandığı para olarak, tükenmesi ile para karşılığı fahişelik yapması ile mecburiyetler ve şartları geliştirerek sunar. Kadına bırakılan alanı göstermek istemektedir. Okumak önemli değildir çünkü. Ama burada da sadece genelevde değil cinsel birliktelikte, erkeğin seçim hakkı varda, kadının neden yok sorusunu, sordurarak sosyalizm kanadını açar. Burada yine sahneye siyasî kadın girer ve sonrasında da lezbiyen bir yaklaşım ile özgürlük arayışında ve erkeklerin zulmünden adeta kaçış olarak sunulur.
Neticede kokan, kendine bakmayan, kilolu, konuşmayan, dokunmayan erkeklerin tek derdi adeta ağaç kovuğuna dokunur gibi kadın bedenine girip çıkmaktır. Genel olarak karşısında hep dünya güzeli bir kadın arayışı ile gözü doymak bilmeyen erkek tavrının tatminsizliğini, beklediği özeni kendisine sunmayan erkek profilleri ile sunar. Burada da genelev patroniçesinin, Bella’yı bağlamak için torunu ve çocuk faktörü ile göstermesi, yine kadının merhamet ve şefkat duygusu açısından sömürülmesi olarak kadraja girer. Avukat karakteri sembol tutularak, toplum mevcut erkeklerin, kadına kötü davrananlarını mercek altına alarak, aynı zamanda filmin bütününde ki, kara mizah, filmin baş örgüsü.
Nihayetinde döner dolaşır, Asiye Nasıl Kurtulur? (1986) hesabı, Atıf Yılmaz, ışığı daim olsun, Bella, Tanrı dediği, artık ölmek üzere olan yaratıcısının yanına gelir, gerçeklerle yüzleşmesi ve artık olgunlaşmış, erkek dünyasını az çok çözmüş, Bella’nın artık sonsuz bir iyi niyet, saygı ve sevgi ile en başından beri bekleyen Doktor ile evleneceği sırada kendisine dönmediği için hazmedemeyen Avukatın gammazlaması ile tam evlenirken ortaya çıkan General Kocası Alfred, aslında filmin en başından itibaren ve Bella isminin verilmesinde ki düğümleri tek tek açar.
Yönetmen, filmin başında verdiği tüyo ile her bir izleyiciyii dünya var olduğundan beri ve adı hep “Medeniyet” uğruna diye yapılanları anlatır.
Her ne kadar “Viktorya Çağını”anlatarak, başrol olan, Bella’nın gerçek isminin Viktorya olduğunu söylese de, yine bağıran, silah kullanan, yalan söyleyen, bencil ve kaba bir kocanın aslında, Almanya Faşizminin yani Nazi sempatizanlığının bir nevi ortaya konulmasıdır.
Temelde ise Bella (İtalyanca kökenli anlamı, Güzel, demek) ismi, Yahudi kökenlilerin kullandığı bir isim olması, Yahudiliğin kadından çocuğa geçmesi, kadının beyin ölümü gerçekleşse de çocuğun taze beyni yani anneden aldığı form ile devam edeceğini, bütüne bakıldığında ise 2.Dünya Savaşı sırasında -arî ırk –altında; insana, hayvana zulüm etmiş, Nazizm gerçeğini de sunar.
Ama filmin temel amacı, erkek siyahî karakterin dediği gibi ne kadar savaşlar, yokluklar, felaketler olsa da bunu yapan var eden, insanlıktır. Ve anneler, kadınlar güçlü, sevgi dolu ve önce kendilerini keşfetmedikleri müddetçe, dünyanın mutlu ve huzurlu bir yer olamayacağının altını çizmektedir.
La La Land (Âşıklar Şehri) sonrası yine bu filmindeki performansı ile Emma Stone (Bella) aday gösterilse idi, Margot Robie ile ciddi yarış içinde olacaklardı, bana kalırsa tek başına ipi göğüsleyecek.
Zaten bunu şimdiye kadar yazan olmadı, bunu daha önceki Oscar tahminlerimde açıklamıştım. Emma Stone’u, bilhassa amors çekimde, Margot Robbie’ye benzeyen vücut ve yüz şekli; ne kadın yönetmeninin (Greta Gerwig), ne de son derece başarılı Barbie ile Margot Robie’nin, önünü kesemeyecek, ileri ki yıllarda ,Barbie, aslında herkesin göremediği, Barbie filmi ile yine kadın meselesine değinilen ve ayakta durmayı başarabilmiş kadınların gerçeklik derecesini, daha da arttıracaktır.
Filmin diğer önemli yüzleri; son olarak izlediğimiz, Van Gogh (2018) ile elbette yılların başarılı aktörü Yaratıcı Bilim İnsanı olarak, Willem Dafoe ve gerçek bir yolsuzluk hikâyesini “Karanlık Sular(2019)” tesadüf ki yine Avukat olarak izlediğimiz Mark Ruffalo’u zirveye taşıyor.
Kitabının ise giriş bölümünde şu ifade geçmekte: Bir zamanlar yaşadığı şeyler hakkındaki bu hikâyeyi yazan doktor, 1911 de öldü ve İskoç tıbbının cesur deneysel tarihini bilmeyen okurlar, bunu belki de tuhaf bir kurgu sanacaktır. Bu girişin sonunda sunulan kanıtları görenlerin, 1881 Şubat ayının son haftasında Glasgow, Park Meydanı 18 numarada dahi bir cerrahın insan kalıntılarını kullanarak yirmi beş yaşında bir kadın yapmış olduğundan kuşkusu kalmayacaktır. Glasgowlu tarihçi Michael Donnelly benimle aynı fikirde değil. Kitabın en büyük kısmını oluşturan metni kurtaran odur ve nasıl bulduğunu yazmam gerek (Giriş, sayfa 11, Alasdair Gray-İttihâki Yayınları)
Hepsini toparlarsak; usta yönetmen, Yorgos Lanthimos, sadece film sunmuyor içerik, bütünsellik ama bunu tamamlayan görselliği ise daha da anlamlandırıyor. Dolayısı ile 3.göz olarak karşımızda, bizi bir dâhi sanatçı bakış açısı ile de filmini sunmak istemiş olduğunu fark ediyorum.
“POOR THINGS / ZAVALLILAR” filmini izlerken içinizde kamera açılarından bir tablonun bakış açısından çıkarıp, beyaz perdeye sunuyor olması ayrıca büyüleyici kılmakta.
Tabii bu düşünüş sadece Yorgos Lanthimos gibi yönetmenlere has. Demem o ki bizi bir Salvador Dali (1904-1989/ Kelebek ve Gemi) bakış açısı ile Viktorya üzerinden ve gelecek yüzyıllar insanlığına taşırken, Frida’yı (1907-1954), Bella karakteri üzerinden eksiltmiyor. Aşksız dönmeyen dünya üzerinde, sevginin adaletsizliğini, mutsuz kadınların iç sesini ise balkondan gelen bir Fado büyüsü ile harmanlıyor. Bunların hepsi filmin içinde ayrı bir film. Bana yansıyan kısmı ile Salvador Dali’nin dediği gibi “Gerçek bir sanatçı ilham alan değil, başkalarına ilham verendir.” Hâl böyleyken, Yorgos ustanın da -esin rüzgârı- bana da değdi. Film ortada, gerisi sizin hayal dünyanız ve birikmiş, içinizdeki vizyona kalmış. Bazen o büyüleyici masalın içinde bir Rapunsel’i bulmak bile mümkün! Ki burası esas sihirli bölüm olarak tüm derdin gerekçesini anlatmakta.”
Ne demiştik; Bella (Yahudilik), arî ırk ve Almanya. Peki, Rapunsel, nerede yaşamaktaydı? Tabii ki eski Almanya’da, kapatıldığı kulede sevgilisi ile buluşur. Çünkü adı da “Kule’de ki Bakire” olarak geçer.
Öyle bir işlemiş ki Yorgos Usta; dünya var olduğundan beri ailesi ya da eşi, sevgilisi, olarak hapsedilen kadınlara…
Ben de diyorum ki tüm tutsaklıklara, özgürlük!
EMEL SEÇEN
Bir başyapıt değil ama farkındalık ve insanoğlu var olduğu andan itibaren yaşamı ve yaşamın içindeki tüm enstrümanları nasıl kullandığına dair bir yüzleşme niteliğinde denilebilir. Zaten Yorgos Lanthimos tüm filmlerinde kendisi ile birlikte izleyiciyi hep bir yukarıya çıkarma eğilimi vardır. Eğer o uçurtmasının kuyruğunu görebilirseniz, elbette. Buna bağlı olarak filmlerinde, her zaman başka bir boyuta çıkarsınız. Bu da tam olarak “ görülemeyeni ya da unutulanı hatırlatmaktır” denilebilir. Burada da sanatın farklı disiplin ve ustalarından yararlanmış. Resim, Müzik ve Antropoloji başta olmak üzere, tek tek açacağız.
Film güldürürken düşündürecek, erkekleri ezmek değil ama ataerkil bakış açısından, kanatları koparılan ve kendi boyundurukları altına almak isteyen zihniyetin vahşiliği, çok net biçimlenmiş olduğunu hissettirecek.
CEHALET VE ERKEKLER
Poor Things / Zavallılar filminin içine, toplasan dört ya da beş kere ama nokta atışı yapacak yerde “Medeniyet adına” yapıldığı sözü kullanılarak belirtilen konuların temelinde, aslında filminde özü olan bir türlü gelişme gösteremeyen insanlığın, hazin durumunu irdelemektedir. İskoçya’nın önemli yazar ve sanatçılarından, Alasdair Gray’in hayal gücünün, özgünlüğü ile harmanlanması, dâhi Lanthimos’un gözünden ekrana öyle güzel taşınıyor ki.
Daha önce Oscar’a giden “Sarayın Gözdesi” filminde olduğu gibi (Emma Stone bu filmde En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu olarak aday gösterilmişti) bu yapıtta da yine saray, burjuvazi kimlikleri arasında dönemsel olarak “ Viktorya Dönemini” kapsayan ama o dönemi, uzay çağı ile bağlarken; bir göz ile ki bu kez izleyicinin yorumuna göre; değişebilecek alt yapı içeriği ile beslenmiş olan; Tanrı, Yaratıcı ama en önemli yanı ile üçüncü gözümüz olan “sağduyu ve vicdan” üzerinden izlenilmesi tavsiye edilir gibi özü gereği. Daha doğrusu intihar etme noktasına gelerek, köprüden atlayan ve yaşamdan kaçan Bella (Emma Stone)’nın kurtuluşu, bilinçaltındaki kayıtlardan da sorgulatıyor.
HAFIZA UNUTMAZ NE DOĞA NE İNSANLIK
Filmin en önemli özelliklerinden sayılabilecek olansa; dünya var olduğu andan itibaren ki bunu ilk olarak güzelliği ile nam salmış, ,İskenderiye Kütüphanesinin hocası olan babası gibi (Theon, Antik Yunan’da yaşamış; bilgin ve matematikçi-Öklid elementleri) İskenderiye Okulu’nun ekollerinden olan yeni Platonculuk anlayışının en önemli temsilcilerinden; ilk kadın astronom, matematikçi ve filozof olarak bilimi üzerinde öğretmen olan ve taşlanarak (derisi istiridye kabukları ile soyulmuştur) din cahilleri tarafından katledilen ve dünya tarihinin en büyük katliamına vize verilerek, kesinlikle tarihin akışını değiştirmiş (iyiye gelişimi ve dönüşümü için) ve başrol olan Hyptia ve İskenderiye Kütüphanesi (900 bin el yazması), aynı zamanda yayınevi olan gerçeklerdir. Çağ, kadınların cadı olarak nitelenmesine zemin hazırlayan sürece ön hazırlıklardır. Tabii filminde, kitabı temel alsa da gerçek “Medeniyetsizlik” üzerindeki ve burada ana rolü üstelenen kadını, yaşadığı toprakların yazgısı üzerinden anlatmayı unutmamış, Lanthimos. (Yunanistan,Atina)
İskenderiye kütüphanesinin dünya için kaybını ustaca kullanırken; Bella’nın saf halini, hiçbir şekilde suiistimal etmek istemeyen güzel yürekli müstakbel eş adayı Doktor Max Mc Candels’n (Ramy Youssef) ilk görüşte, “ Hiç bu kadar güzel geri zekâlı görmemiştim” deyişindeki, saflık ve sevginin gerçek güzelliği; bir kadın için doğru insanı bulmak ve görmekteki gerçeği sunmakta. Ve tam nişanlanacağı sırada evlilik sözleşmesi için gelen Avukat, Duncan Wedd (Mark Ruffalo)’in Bella’nın hayatına zorla girmesi, giriş nedeninin ise bir kadının salt güzelliği ve altında yatan düşüncenin sadece cinsel olarak faydalanma arzusu ile başlayan ve de kendini tam keşfetme noktasında olan Bella’nın, süreçte başka yerlerde kaybolmasın diye gemi yolculuğuna çıkaran avukat Duncan’a rağmen o sırada tanıştığı siyahî bir adamın sözlerinde, bağlar.
“Dünyayı değiştiremeyeceksin ama iyi olmaya bak!” der ve aşağıdaki yoksul, yanmış ve yok olmaya terk edilmiş insanları, lüks yolcu gemisinin güvertesinden izlettirir. Gösterilen lokasyon, aslında İskenderiye kütüphanesinden itibaren hâlâ göçmen sorunu nedeni ile yok edilen insanlık onurudur. Tamamen yoksulları düşünerek, parayı buraya teklifsiz veren Bella’nın saf hareketi, özündeki iyiliği/ şimdiye kadar dünyada, iyi niyet elçiliğine soyunan kadın figürleri temsil eder. Ve gemide Duncan’ın, Bella’nın her kitap okuduğunda, elinde okumakta olduğu kitabı, sadece kendisi ile ilgilenmesini isteyen erkek modeli üzerinden harmanlayarak; her bir kitabı denize atışında, Bella’ya etrafında bulunan kişiler tarafından yeniden bir kitap verilmesi, hem bahsetmiş olduğum gibi İskenderiye Kütüphanesi, hem de kadınların okuyarak gözünün açılmaması niyetidir. Erkek çünkü sadece kendine bağlı, kendine hizmet eden bir kadın profili ister.
Bella’nın dramı, Tanrı diye hitap ettiği Yaratıcısı yani Babası yerine bildiği Dr.Godwia(Willem Dafoe) ile büyümekte olan küçük bir kız çocuğu ama engelli hareketlerinden ki mimikler, göz kırpma ile gelişen ve bilhassa kendinden büyük erkeklerin kendisini, salt güzelliği ve sadece cinsel obje olarak değerlendirilmesi ve bunu da kendisine “medeniyet” bunu gerektirir altında tanımlamaları altından, bir yığın olay ile çocukluktan büyüklüğe ve tam bir kadın oluşuna kadar yönetmen sürdürür. Fimin bir nevi özü zaten kısıtlanmış ve kendini gerçekleştşremeyen kadınları temsil eder. Yani üretken dişil yanının sadece sığ bir biçimde cinsel olarak istismar edilerek bakılmasına spot tutar. Bella yoksa, hatta benzerini bulur Dr.Godwia ve kendi özgürlüğünü daha doğrusu, kendini bir birey olarak bulmaya çabalayan Bella’ya, “Fahişe Bella” diyerek hitap edecek olan yeni Bella olacak, Felicity (Margaret Qualley)’den başkası değildir.
Ama esas olan, ilk başlarda öz babası olarak görülen, Dr. Godwia (Willem Dafoe) ‘nın, zamanında kendi babasından gördüğü, sözde bilim adına zulum mü yoksa keşfetmek duygusu mu, bu gerçekliği seyircinin algısına bırakan yönetmen, izleyiciyi Dr.Godwia’nın genç yaşta hadım edilmiş ve vücudunun birçok noktasına olduğu gibi el parmaklarına da uygulanan şiddeti gösterirken; şimdiye kadar “Medeniyet” yolu diye gösterilen ve bilim adına telef edile duran, diğer canlıları gösterir.
Film ilerledikçe ve Bella büyüdükçe; Dr. Godwia’nın, esas babası olmayıp, intihar noktasında iken hayata karnındaki ceninin beyni ile Bella, yani annenin beynini yer değiştirerek, bir nevi Tanrı’lığa soyunulma noktasına değinir.
Bunu da şu şekilde açar usta yönetmen Yorgos Lanthimos; İlim, bilim, keşif derken acaba insanlık haddini doğayı da katlederek aşmamış mıdır? Bu çerçeveden baktıran yönetmen Yorgos, diğer yandan, haliyle her kadının içindeki küçük çocuk şımartıldıkça, gerçekten sevildikçe, adeta bir çiçek gibi açacak, olgun ve üretebilen bir kadın haline dönüşebilecektir, açılımını verir.
Bu konuda doktor bir nevi asistanı gibi diğer doktordan (Mc Candles) yardım ister ve Bella’yı muhteşem oyunculukla, zihinsel engelli olarak her anına tanıklık ettirir. Diğer yandan sevginin hangi şartlarda ilk an ki gibi kalabileceğini sorgulatır. Bella’nın, yavaş yavaş büyümesine şahitlik eden ve kendisi ile evlenmek isteyen, Doktor Mc Candles’ın uğraşlarını, araya giren Avukat işi bozsa da, Bella’nın kendi vücudunun haz noktalarını, kadın olmanın avantajlarını ya da dezavantajlarını oldukça derin bir şekilde deneyimler.
Dolayısı ile ilk başlarda avukatın, Bella’ya itiraf ederek; sırf güzelliğinden etkilenerek bedensel ihtiyaçlarını giderirken, sonrasında âşık olması, aslında kadının dur dediği noktada başlar. Hepsinin ortak noktası, Bella karakterinin zekâsı kıt olsa bile “saf “olma halidir. İşte tam burada bir erkeğin ileride “kadınım” diyeceği kişiye sabrı çıkar ortaya. Avukat, “ Muz nedir bilmiyorsun, doğru dürüst konuşamıyorsun ama anlıyormuş gibi –Ampirik(deneysel)- düşünceden bahsediyorsun” diyerek bağırırken, Doktor Mc Candles ise her zaman özenle yaklaşmaktadır.
İşte filmin tüm süreci, bir kadının aradığı erkek ve erkeği üzerinde beklediği, görmek istediği yaklaşımlar üzerinden de ifade edilir. Bella, artık bir şeylerin farkına varmış ve Avukatın kendisine davrandığı şekilde kendisine davrandığında, erkeğin davranışına, genel erkeklerin kadınlara tavırları üzerinden sunar. Netice olarak Bella’nın, sözde âşık olduğunu ve kendisini sevdiğini söyleyen avukata; ona ihtiyacı olmadığını, sürekli bağırıp, ters konuşarak yaptıklarına anlam veremediğini söylediği anda, oldukça yaşlı bir hanımla karşılaşır ve kadın neredeyse yirmi yıldır seks yapmamaktadır. Bu olmamalı, der Bella. Erkek dünyasında her şey özgürken, kadınlar neden sığ bırakılıyor, noktasında kitaplar ve felsefe girer. Gothe, okumak girer. Yazarlar sorgulanır. Dönemin, aydın olarak nitelendirilenlerinin; neden kadına yeteri kadar yer verilmediğine değinilir.
Yine İskenderiye Kütüphanesinin, insanlık gelişimindeki, kısırlık yahut hadımlık süresi vurgulanır.
Siyahî erkek karakterin, Harry Astley (Jerrod Carmichael), her şeyin iyi olacağına inanan Bella’ya yorumunun altında –hiçbir şey iyi olmayacak çünkü insanlık iyi değil- söylemi, dünya üzerinde hâlâ sömürülmeye, kadınlar gibi devam eden siyahî kökenli vatandaşların makûs kader diye gösterilip, sistemin dayatılanları, olması vurgulanır.
Dünya tarihini, filmin başında kökeni, Yunanistan (Atina) olan ve o güçlü tarihinin, tabletleri üzerinden (Antropoloji burada belgeler üzerinden devreye girer. Bize miras kalan ve dünyayı iyi okuyup, daha iyisini bırakmamız için mevcut lahit, tablet, yazıt olarak kullanır) açan yönetmen, Yorgos Lanthimos, dünyayı evirir, çevirir ve Fransız devrimini(1789) gerçekleştirir.
İnsanlaşma serüveninde, bu güne kadar sınıfta kalan insanlık, artık Fransa’dadırlar ama bugünden bakıldığında, Moulin Rouge (1889) gibi alanlar dâhil olmak üzere kabare niyeti ile kurulan hali hazırda erotik şov merkezi olarak, dünya vatandaşlarını ağırlamakta olan anlayışı; kendi devrimini kanla geliştiren, adeta ve kendi kanını içerek, kadınların özgürlüğünün hâlâ tam olarak içselleştirilemediğini, hâlâ kavramlardaki yanlışlıkları anlatmaya çalışır. O yüzden Bella’yı bir genelevde gösterir. Fransa denince adını, Fransız Öpücüğüne kadar döndüren ve kadınların özgürlüğünü, herkesle seks yapabilir gibi aşağılayıcı genel zihniyeti ve bu bakış açılı küresel ataerkil toplumu, yine Bella üzerinden yoksullara dağıttığı ve avukatın kumardan kazandığı para olarak, tükenmesi ile para karşılığı fahişelik yapması ile mecburiyetler ve şartları geliştirerek sunar. Kadına bırakılan alanı göstermek istemektedir. Okumak önemli değildir çünkü. Ama burada da sadece genelevde değil cinsel birliktelikte, erkeğin seçim hakkı varda, kadının neden yok sorusunu, sordurarak sosyalizm kanadını açar. Burada yine sahneye siyasî kadın girer ve sonrasında da lezbiyen bir yaklaşım ile özgürlük arayışında ve erkeklerin zulmünden adeta kaçış olarak sunulur.
Neticede kokan, kendine bakmayan, kilolu, konuşmayan, dokunmayan erkeklerin tek derdi adeta ağaç kovuğuna dokunur gibi kadın bedenine girip çıkmaktır. Genel olarak karşısında hep dünya güzeli bir kadın arayışı ile gözü doymak bilmeyen erkek tavrının tatminsizliğini, beklediği özeni kendisine sunmayan erkek profilleri ile sunar. Burada da genelev patroniçesinin, Bella’yı bağlamak için torunu ve çocuk faktörü ile göstermesi, yine kadının merhamet ve şefkat duygusu açısından sömürülmesi olarak kadraja girer. Avukat karakteri sembol tutularak, toplum mevcut erkeklerin, kadına kötü davrananlarını mercek altına alarak, aynı zamanda filmin bütününde ki, kara mizah, filmin baş örgüsü.
Nihayetinde döner dolaşır, Asiye Nasıl Kurtulur? (1986) hesabı, Atıf Yılmaz, ışığı daim olsun, Bella, Tanrı dediği, artık ölmek üzere olan yaratıcısının yanına gelir, gerçeklerle yüzleşmesi ve artık olgunlaşmış, erkek dünyasını az çok çözmüş, Bella’nın artık sonsuz bir iyi niyet, saygı ve sevgi ile en başından beri bekleyen Doktor ile evleneceği sırada kendisine dönmediği için hazmedemeyen Avukatın gammazlaması ile tam evlenirken ortaya çıkan General Kocası Alfred, aslında filmin en başından itibaren ve Bella isminin verilmesinde ki düğümleri tek tek açar.
Yönetmen, filmin başında verdiği tüyo ile her bir izleyiciyii dünya var olduğundan beri ve adı hep “Medeniyet” uğruna diye yapılanları anlatır.
Her ne kadar “Viktorya Çağını”anlatarak, başrol olan, Bella’nın gerçek isminin Viktorya olduğunu söylese de, yine bağıran, silah kullanan, yalan söyleyen, bencil ve kaba bir kocanın aslında, Almanya Faşizminin yani Nazi sempatizanlığının bir nevi ortaya konulmasıdır.
Temelde ise Bella (İtalyanca kökenli anlamı, Güzel, demek) ismi, Yahudi kökenlilerin kullandığı bir isim olması, Yahudiliğin kadından çocuğa geçmesi, kadının beyin ölümü gerçekleşse de çocuğun taze beyni yani anneden aldığı form ile devam edeceğini, bütüne bakıldığında ise 2.Dünya Savaşı sırasında -arî ırk –altında; insana, hayvana zulüm etmiş, Nazizm gerçeğini de sunar.
Ama filmin temel amacı, erkek siyahî karakterin dediği gibi ne kadar savaşlar, yokluklar, felaketler olsa da bunu yapan var eden, insanlıktır. Ve anneler, kadınlar güçlü, sevgi dolu ve önce kendilerini keşfetmedikleri müddetçe, dünyanın mutlu ve huzurlu bir yer olamayacağının altını çizmektedir.
10 Mart TARİHİNDE TAM 11 DALDA ADAYLIĞI İLE
La La Land (Âşıklar Şehri) sonrası yine bu filmindeki performansı ile Emma Stone (Bella) aday gösterilse idi, Margot Robie ile ciddi yarış içinde olacaklardı, bana kalırsa tek başına ipi göğüsleyecek.
Zaten bunu şimdiye kadar yazan olmadı, bunu daha önceki Oscar tahminlerimde açıklamıştım. Emma Stone’u, bilhassa amors çekimde, Margot Robbie’ye benzeyen vücut ve yüz şekli; ne kadın yönetmeninin (Greta Gerwig), ne de son derece başarılı Barbie ile Margot Robie’nin, önünü kesemeyecek, ileri ki yıllarda ,Barbie, aslında herkesin göremediği, Barbie filmi ile yine kadın meselesine değinilen ve ayakta durmayı başarabilmiş kadınların gerçeklik derecesini, daha da arttıracaktır.
Filmin diğer önemli yüzleri; son olarak izlediğimiz, Van Gogh (2018) ile elbette yılların başarılı aktörü Yaratıcı Bilim İnsanı olarak, Willem Dafoe ve gerçek bir yolsuzluk hikâyesini “Karanlık Sular(2019)” tesadüf ki yine Avukat olarak izlediğimiz Mark Ruffalo’u zirveye taşıyor.
Kitabının ise giriş bölümünde şu ifade geçmekte: Bir zamanlar yaşadığı şeyler hakkındaki bu hikâyeyi yazan doktor, 1911 de öldü ve İskoç tıbbının cesur deneysel tarihini bilmeyen okurlar, bunu belki de tuhaf bir kurgu sanacaktır. Bu girişin sonunda sunulan kanıtları görenlerin, 1881 Şubat ayının son haftasında Glasgow, Park Meydanı 18 numarada dahi bir cerrahın insan kalıntılarını kullanarak yirmi beş yaşında bir kadın yapmış olduğundan kuşkusu kalmayacaktır. Glasgowlu tarihçi Michael Donnelly benimle aynı fikirde değil. Kitabın en büyük kısmını oluşturan metni kurtaran odur ve nasıl bulduğunu yazmam gerek (Giriş, sayfa 11, Alasdair Gray-İttihâki Yayınları)
Hepsini toparlarsak; usta yönetmen, Yorgos Lanthimos, sadece film sunmuyor içerik, bütünsellik ama bunu tamamlayan görselliği ise daha da anlamlandırıyor. Dolayısı ile 3.göz olarak karşımızda, bizi bir dâhi sanatçı bakış açısı ile de filmini sunmak istemiş olduğunu fark ediyorum.
“POOR THINGS / ZAVALLILAR” filmini izlerken içinizde kamera açılarından bir tablonun bakış açısından çıkarıp, beyaz perdeye sunuyor olması ayrıca büyüleyici kılmakta.
Tabii bu düşünüş sadece Yorgos Lanthimos gibi yönetmenlere has. Demem o ki bizi bir Salvador Dali (1904-1989/ Kelebek ve Gemi) bakış açısı ile Viktorya üzerinden ve gelecek yüzyıllar insanlığına taşırken, Frida’yı (1907-1954), Bella karakteri üzerinden eksiltmiyor. Aşksız dönmeyen dünya üzerinde, sevginin adaletsizliğini, mutsuz kadınların iç sesini ise balkondan gelen bir Fado büyüsü ile harmanlıyor. Bunların hepsi filmin içinde ayrı bir film. Bana yansıyan kısmı ile Salvador Dali’nin dediği gibi “Gerçek bir sanatçı ilham alan değil, başkalarına ilham verendir.” Hâl böyleyken, Yorgos ustanın da -esin rüzgârı- bana da değdi. Film ortada, gerisi sizin hayal dünyanız ve birikmiş, içinizdeki vizyona kalmış. Bazen o büyüleyici masalın içinde bir Rapunsel’i bulmak bile mümkün! Ki burası esas sihirli bölüm olarak tüm derdin gerekçesini anlatmakta.”
Ne demiştik; Bella (Yahudilik), arî ırk ve Almanya. Peki, Rapunsel, nerede yaşamaktaydı? Tabii ki eski Almanya’da, kapatıldığı kulede sevgilisi ile buluşur. Çünkü adı da “Kule’de ki Bakire” olarak geçer.
Öyle bir işlemiş ki Yorgos Usta; dünya var olduğundan beri ailesi ya da eşi, sevgilisi, olarak hapsedilen kadınlara…
Ben de diyorum ki tüm tutsaklıklara, özgürlük!
EMEL SEÇEN
Misafirler için gizlenen link, görmek için
Giriş yap veya üye ol.