Kuzguncuk’ta zaman, tarihin mutlu bir döneminde donup kalmış gibi. Semt, ahşap evlerin yan yana sıralandığı dar sokakları, yalıları, cami, kilise ve sinagogları ile yüzyıllardır süren huzur dolu uykusunu sürdürüyor.
Sıcak bir Ekim güneşinin ışıkları, asırlık çınarların, incir ve ceviz ağaçlarının çıplak dallarında kızıl yansımalar yapıyor. Ortalığı şafak pembelerine, gelin duvağı beyazlarına boyayan zakkumlar, inceden bir esintiyle ürperiyor. Fıstık çamı ve manolya ağaçları hüzünlü bir bekleyişte. Marmara’nın soluk mavi sularında duman grisi köpükler dolaşıyor.
Artık içinde kimselerin yaşamadığı köhnemiş ahşap evler, hemen yanlarındaki alüminyum cepheli ve betonarme yeni binalara yaslanmış, son bir gayretle ayakta durmaya çalışıyor. Evler. Bilinen herhangi bir mimari tanımlamaya girmeyen evler. Altı ahşap, üstü taş, giriş katı plastik doğramalı, bir başka katında kim bilir kaç yıllık Osmanlı cumbaları bulunan, sonradan yapılmış terasları ise demir ferforjelerle çevrelenmiş evler…
Kalem gibi ince, uzun ve zarif minareli camiler. Çok uzaklardaki Kudüs’ü hatırlatan kiliseler, doğu-batı yönüne doğru inşa edilmiş sinagoglar. Onların önünden geçip, ağaçlarla kaplı tepelere doğru, döne kıvrıla uzanan dar sokaklar. Bu sokakları beklenmedik bir şekilde kesen, çoktan terk edilmiş bostanlar, kurumuş kuyuları tahtalarla kapatılmış ıssız, sahipsiz sebze bahçeleri.
Kuzguncuk, yüzlerce yıldır sürüp giden uykusuna devam ediyor. Eski, sakin ve huzurlu. Oysa hemen yanı başında, üzerinden baş döndürücü bir araç trafiğinin geçtiği koskoca “Şehitler Köprüsü” var. Çok değil, bir kilometre kadar uzaktaki karşı kıyıda yer alan Ortaköy’de ve yanındaki Bebek’te buradan bile görülebilen yoğun bir insan kalabalığı mevcut.
Kuzguncuk’ta ise zaman sanki durmuş gibi. Deniz kıyısında kapladığı alan adımla ölçülebilecek kadar dar olan, yukarıdaki tepelere doğru da fazla bir yeri olmayan Kuzguncuk, telaştan, gürültüden uzak, her şeyi bilen ama bildiklerini söylemekten çekinen bir bilge kişi gibi, yüzlerce yıldır oracıkta öylece duruyor.
Otobüs duraklarında bekleyen, balık tutan, içinden mis kokulu dumanların yayıldığı ekmek fırınlarına, muz hevenklerinin sallandığı manavlara, emekli maaşı ödeyen bankalara, ev yapımı reçel ve turşuların satıldığı küçücük bakkallara girip çıkan, zarif bir baş işaretiyle sessizce selamlaşan insanlar da aynı yaşadıkları Kuzguncuk gibiler. Sakin, telaşsız ve huzurlu.
Kuzguncuk’tayım. Rast gele girdiğim ve adının Bican Efendi Sokak olduğunu sonradan öğrendiğim kıvrımlı bir yoldan, tepelere doğru çıkıyorum. Biraz uzakta göz yaylımı uzanan Nakkaştepe var. Sarımsı ışıkların bir hayalet beyazına bürüdüğü Kızkulesi’ni görüyorum. Sonra aşağıdaki Pembe Yalı’ya dönüyor gözlerim. Bazılarının Mocan Yalısı, bazılarının ise Fethi Ahmet Paşa Yalısı diye isimlendirdikleri güzel yapı, hemen orada duruyor. Binlerce yıldır aynı ezgiyle akıp duran boğaz sularının fısıltılı seslerine çoktan alışmış, vakur bir yalnızlık içinde.
Kuzguncuk sahilinde ise, hangi din ve ulustan olursa olsun, insanların sevgi ve huzur içinde bir arada yaşayabileceklerinin dünyaca ünlü bir kanıtı bulunuyor. Surp Krikor Lusavoriç Gregoryen Ermeni Kilisesi ile ince bir zevki yansıtan Kuzguncuk Camii, aynı bahçe içinde yan yana yükseliyor. Üstelik kilisenin yapımına devrin padişahı Abdülaziz, caminin inşaatına da Ermeni cemaati para yardımı yapmış. Kuzguncuk’taki dinsel hoşgörüyü gösteren bir başka örnek daha var. Biraz ilerideki İcadiye Caddesi üzerinde bulunan Rum Ortadoks Ayios Georgios Kilisesi ile Musevi Büyük Havra’sı da yan yana. Uzun yıllar boyunca Rumlar, Yahudiler, Ermeniler ve Türklerin hoşgörü ortamı içinde bir arada yaşadığı, dostane ilişkiler kurduğu bir yer Kuzguncuk.
Kuzguncuk’un en eski adının ‘Hrisokeramos’ olduğu ve ‘Altın Kiremit’ anlamına gelen bu ismin, semtin ilk kuruluş yıllarında zamanın Bizans imparatoru Justinos tarafından yaptırılmış, çatısı altın yaldızlı kiremitlerle kaplı bir kilise nedeniyle verildiği söyleniyor. Semtin adının ‘Kosinitza’ olduğu ve bu kelimenin zamanla Kuzguncuk şekline dönüştüğünü söyleyenler de var. Ünlü seyyah Evliya Çelebi ise “Burada Fatih zamanında ‘Kuzgun Baba’ denilen bir kimse bulunduğu için kasabaya ‘Kuzguncuk’ derler” diyor.
Adı nereden gelirse gelsin, Kuzguncuk yüzlerce yıldır huzur dolu bir uykuyu sürdürüyor. Zaman, Kuzguncuk’un denizinde, göğünde, manolya ağaçlarında, ahşap çatılarında birbirine sokulup aşk şarkıları söyleyen kumrularında, güvercinlerinde donup kalmış. Yüzlerce yıllık Türk, Rum, Ermeni ve Yahudi evlerinin yan yana uzandığı sokaklarını, Pembe Yalı’sını, İskele Çeşmesi’ni, Kuzguncuk İskelesi’ni, Kuzguncuk Korusu’nu, Cemil Molla Köşkü’nü, Serasker Avni Paşa Yalısı’nı, birbirine yardım eder gibi omuz omuza vermiş cami, kilise ve sinagogları görenler, Kuzguncuk’a “huzurun başkenti” diyorlar.
Haklılar..
Sıcak bir Ekim güneşinin ışıkları, asırlık çınarların, incir ve ceviz ağaçlarının çıplak dallarında kızıl yansımalar yapıyor. Ortalığı şafak pembelerine, gelin duvağı beyazlarına boyayan zakkumlar, inceden bir esintiyle ürperiyor. Fıstık çamı ve manolya ağaçları hüzünlü bir bekleyişte. Marmara’nın soluk mavi sularında duman grisi köpükler dolaşıyor.
Artık içinde kimselerin yaşamadığı köhnemiş ahşap evler, hemen yanlarındaki alüminyum cepheli ve betonarme yeni binalara yaslanmış, son bir gayretle ayakta durmaya çalışıyor. Evler. Bilinen herhangi bir mimari tanımlamaya girmeyen evler. Altı ahşap, üstü taş, giriş katı plastik doğramalı, bir başka katında kim bilir kaç yıllık Osmanlı cumbaları bulunan, sonradan yapılmış terasları ise demir ferforjelerle çevrelenmiş evler…
Kalem gibi ince, uzun ve zarif minareli camiler. Çok uzaklardaki Kudüs’ü hatırlatan kiliseler, doğu-batı yönüne doğru inşa edilmiş sinagoglar. Onların önünden geçip, ağaçlarla kaplı tepelere doğru, döne kıvrıla uzanan dar sokaklar. Bu sokakları beklenmedik bir şekilde kesen, çoktan terk edilmiş bostanlar, kurumuş kuyuları tahtalarla kapatılmış ıssız, sahipsiz sebze bahçeleri.
Kuzguncuk, yüzlerce yıldır sürüp giden uykusuna devam ediyor. Eski, sakin ve huzurlu. Oysa hemen yanı başında, üzerinden baş döndürücü bir araç trafiğinin geçtiği koskoca “Şehitler Köprüsü” var. Çok değil, bir kilometre kadar uzaktaki karşı kıyıda yer alan Ortaköy’de ve yanındaki Bebek’te buradan bile görülebilen yoğun bir insan kalabalığı mevcut.
Kuzguncuk’ta ise zaman sanki durmuş gibi. Deniz kıyısında kapladığı alan adımla ölçülebilecek kadar dar olan, yukarıdaki tepelere doğru da fazla bir yeri olmayan Kuzguncuk, telaştan, gürültüden uzak, her şeyi bilen ama bildiklerini söylemekten çekinen bir bilge kişi gibi, yüzlerce yıldır oracıkta öylece duruyor.
Otobüs duraklarında bekleyen, balık tutan, içinden mis kokulu dumanların yayıldığı ekmek fırınlarına, muz hevenklerinin sallandığı manavlara, emekli maaşı ödeyen bankalara, ev yapımı reçel ve turşuların satıldığı küçücük bakkallara girip çıkan, zarif bir baş işaretiyle sessizce selamlaşan insanlar da aynı yaşadıkları Kuzguncuk gibiler. Sakin, telaşsız ve huzurlu.
Kuzguncuk’tayım. Rast gele girdiğim ve adının Bican Efendi Sokak olduğunu sonradan öğrendiğim kıvrımlı bir yoldan, tepelere doğru çıkıyorum. Biraz uzakta göz yaylımı uzanan Nakkaştepe var. Sarımsı ışıkların bir hayalet beyazına bürüdüğü Kızkulesi’ni görüyorum. Sonra aşağıdaki Pembe Yalı’ya dönüyor gözlerim. Bazılarının Mocan Yalısı, bazılarının ise Fethi Ahmet Paşa Yalısı diye isimlendirdikleri güzel yapı, hemen orada duruyor. Binlerce yıldır aynı ezgiyle akıp duran boğaz sularının fısıltılı seslerine çoktan alışmış, vakur bir yalnızlık içinde.
Kuzguncuk sahilinde ise, hangi din ve ulustan olursa olsun, insanların sevgi ve huzur içinde bir arada yaşayabileceklerinin dünyaca ünlü bir kanıtı bulunuyor. Surp Krikor Lusavoriç Gregoryen Ermeni Kilisesi ile ince bir zevki yansıtan Kuzguncuk Camii, aynı bahçe içinde yan yana yükseliyor. Üstelik kilisenin yapımına devrin padişahı Abdülaziz, caminin inşaatına da Ermeni cemaati para yardımı yapmış. Kuzguncuk’taki dinsel hoşgörüyü gösteren bir başka örnek daha var. Biraz ilerideki İcadiye Caddesi üzerinde bulunan Rum Ortadoks Ayios Georgios Kilisesi ile Musevi Büyük Havra’sı da yan yana. Uzun yıllar boyunca Rumlar, Yahudiler, Ermeniler ve Türklerin hoşgörü ortamı içinde bir arada yaşadığı, dostane ilişkiler kurduğu bir yer Kuzguncuk.
Kuzguncuk’un en eski adının ‘Hrisokeramos’ olduğu ve ‘Altın Kiremit’ anlamına gelen bu ismin, semtin ilk kuruluş yıllarında zamanın Bizans imparatoru Justinos tarafından yaptırılmış, çatısı altın yaldızlı kiremitlerle kaplı bir kilise nedeniyle verildiği söyleniyor. Semtin adının ‘Kosinitza’ olduğu ve bu kelimenin zamanla Kuzguncuk şekline dönüştüğünü söyleyenler de var. Ünlü seyyah Evliya Çelebi ise “Burada Fatih zamanında ‘Kuzgun Baba’ denilen bir kimse bulunduğu için kasabaya ‘Kuzguncuk’ derler” diyor.
Adı nereden gelirse gelsin, Kuzguncuk yüzlerce yıldır huzur dolu bir uykuyu sürdürüyor. Zaman, Kuzguncuk’un denizinde, göğünde, manolya ağaçlarında, ahşap çatılarında birbirine sokulup aşk şarkıları söyleyen kumrularında, güvercinlerinde donup kalmış. Yüzlerce yıllık Türk, Rum, Ermeni ve Yahudi evlerinin yan yana uzandığı sokaklarını, Pembe Yalı’sını, İskele Çeşmesi’ni, Kuzguncuk İskelesi’ni, Kuzguncuk Korusu’nu, Cemil Molla Köşkü’nü, Serasker Avni Paşa Yalısı’nı, birbirine yardım eder gibi omuz omuza vermiş cami, kilise ve sinagogları görenler, Kuzguncuk’a “huzurun başkenti” diyorlar.
Haklılar..
Misafirler için gizlenen link, görmek için
Giriş yap veya üye ol.