Yaşadığım bunca tuhaf şeyin bir böcek, küçücük bir böcek yüzünden başıma geldiğine inanmanızı bekleyemem ama ne yapayım ki gerçek bu. Bir böceğin peşine düştüm ve sonunda birazdan okumaya başlayacağınız garip şeylerle karşılaştım.
Ben bir böcekbilimcisiyim. Ülkenin ve dünyanın en az rastlanan böceklerini bulup, onları bir koleksiyonda topluyor ve haklarında çeşitli bilimsel makaleler yazıp, böcekbilim alanında uzmanlaşmış bilim insanlarına gönderiyorum.
Yaşamımı tümüyle değiştiren bu böceği de bir ay kadar önce aramaya koyuldum. Latince adını yazmama gerek yok, hem uzun hem de sizlere bir şey ifade etmez. Sadece şunu söyleyebilirim ki, bu böcek parlak kırmızı renkli, ince ve zarif bir böcektir. Kumlarda yaşar. Böcekbilimcilerini bu kadar peşinden koşturmasının çeşitli nedenleri vardır. Bunların en başında da bu böceğin 'şarkı' söylüyor olması gelir. İnanılması güç ama bu böcek gerçekten şarkı söyler. Daha doğrusu böceğin dişi olanları, bir erkekle birlikte olmak istediğinde insan kulağının duyamadığı bir ses dalgası aralığını kullanarak, düpedüz 'şarkı' söyler.
İnanmayacağınızı biliyorum ama şunları da ekleyeyim. Böcek belirli akorlara göre düzenlenmiş, notaya dökülebilen diyezli, bemollü sesler çıkarır. Çeşitli aletlerle bu şarkıları kaydetmeyi başaran müzikçiler, şarkıyı söyleyen dişi böceğin yer yer çift ses kullandığını, şarkının belirli bir bölümünü en az iki oktav daha yüksek bir sesle söylediğini de kanıtlamışlardır.
Daha önce yaptığım araştırmalara ve kulaktan kulağa yayılan söylentilere dayanarak böceğin yaşıyor olabileceği yeri kabaca kestirdim. Bir ay önce de kalkıp buraya geldim. Asık yüzlü insanların yaşadığı bir köy bu. Hiç kimse benimle konuşmadı. Sorduğum sorulara da cevap vermediler.
Sonra işler iyice tuhaflaştı. İlk geceyi kimse bana yatacak bir yer göstermediği için dışarıda geçirdim. Paltoma sarılıp bir duvar dibine çöktüm ve sabah olmasını beklemeye başladım. Sonra ansızın şiddetli bir rüzgar esti ve yüzüme, ellerime, açıkta kalan her yerime minnacık ama sert taneler vurmaya başladı.
Derken gökyüzünde kocaman bir ay belirdi ve ben ayın parlak ışıkları altında her tarafımın sarımsı renkli bir kum tabakasıyla kaplanmakta olduğunu gördüm. Kumlar her yandan savruluyor, ağzıma, burnuma ve gözlerime doluyordu. Sığınacak bir yer aranmak için ayağa kalktım ve gördüklerim karşısında donakaldım. Köyün etrafı kocaman kum tepeleriyle kaplanmıştı. Durmadan esen rüzgar altında bu tepeler yürüyordu. Hareket ediyordu. Çoğalıyordu. Biçim değiştiriyordu. Bazen birleşiyor biraz sonra yeni tepecikler haline geliyor, sonra onlar da birleşip, yeni ve kocaman yığınlar oluşturuyordu. Doğuruyor ve çoğalıyor gibiydiler. Büyük tepeler bir anda küçük tepelerin üstüne çıkıyor, onları altına alıp bir süre ezdikten sonra bırakıyor ve altta kalmış olan tepecik, bir süre sonra hızla büyümeye koyuluyordu.
Bütün bunları yaparken de yavaş yavaş köye yaklaşıyorlardı. Şimdi daha düzenli ve kararlı bir biçimde evleri sarmalamaya başlamışlardı. Ay ışığı altında sarı, siyah ve gri ışıltılar çıkartan bir kum denizi, son ve öldürücü hücuma kalkmadan önce kısa bir nefes alan ve silahlarını gözden geçiren bir ordu gibi dinleniyordu.
Dehşetle ağzımı açıp, köylüleri uyandırmak için bağırmaya hazırlandım ama bunu yapamadım. Köylüler çoktan uyanmışlardı çünkü. Oradaydılar. Evlerinin önündeydiler. Şimdi solgunlaşmaya yüz tutmuş ay ışığı altında ince uzun siluetler halinde dikiliyor ve ellerindeki incecik süpürgelerle kumu 'süpürüyor' gibi yapıyordular.
Sonra kumlardan bir şarkı sesi yükseldi. Yüksek oktavlı, yer yer tınının değiştiği bir şarkıydı bu. Derken birkaç kadın kumlara doğru yürümeye başladı. Ağır adımlarla yürüyor ve her adım atışlarından sonra, elbiselerinin bir parçasını çıkarıyorlardı. Sonunda çırılçıplak kaldılar. İnce bedenleri kumların arasında görülmez oldu. Kumlar kadınların üzerine yayıldı. Kumlar kadınların üstüne çıktı. Kumlar kadınları kapladı. Kumlardan ve kadınlardan, sesi çok zor duyulabilen bir şarkı yükselmeye başladı. Şarkıyı kadınlar mı, kum taneleri mi yoksa başka bir 'şey' mi söylüyordu anlayamıyordum.
Fırtına dinmişti. Ay kayboluyordu. Buraya geldiğimden beri ilk kez bir köylü bana yaklaştı. Eliyle bir evi işaret etti. İçeriye girdim. Küçük bir yer yatağına uzandım. Sağ kolumun yanında incecik bir tahta vardı ve onun ayırdığı öteki yandan hafif bir ışık süzülüyor, aynı zamanda da süpürme sesleri geliyordu. Tahtanın aralık kaldığı yerden baktım. İnceden bir kadın yerdeki, duvardaki, kendi üzerindeki, havadaki ve kısacası her yerdeki kumları süpürüyordu. Kendisi de kumla kaplıydı. İnceli kalınlı kumdan oluşmuş çizgiler, çıplak vücudunda tuhaf şekilli sarmallar yapıyordu.
Sonra kadın şarkı söylemeye başladı. Diyezli bemollü sesler çıkarıyordu. Nereden geldiği belli olmayan bir ışık altında kadının rengi şimdi biraz kırmızılaşmış gibi geldi bana. Tahtayı ittim. Sürünerek onun yanına geçtim. Ona sarıldım. Bir kum tabakası gibi beni sarmaya başladı...
Japon romancı, şair ve oyun yazarı Kobo Abe, kendisini üne kavuşturan en tanınmış eseri Kumların Kadını'nda, garip, tuhaf bir dünyayı anlattı. Bir bilimkurgu eserinde olağan karşılanabilecek cümlelerle gerçek bir dünyayı yazdı ve okuyanları allak bullak etti.
Kimi zaman Kobe Abe, Abe Kobe, Kobo Abe ve Kimifuso Abe adlarıyla anılan Abe, 7 Mart 1924 tarihinde Tokyo'da doğdu. Doktor olan babası o tarihlerde Japonya'nın sömürgesi olan Mançurya'ya gidince Abe çocukluğunun ve ergenliğinin bir bölümünü burada geçirdi.
Eğitim için 1941'de Japonya'ya döndü. Tokyo İmparatorluk Üniversitesi'ne girip,verem hastalığı alanında görev yapmaya yetkili tıp doktoru olarak mezun oldu ama yaşadığı sürece hiç doktorluk yapmadı. İlgi alanı edebiyat, özellikle şiirdi. Bilinmeyen Şairlerin Şiirleri adlı kitabı 1947'de yayımlandı ve ilgi topladı.
Bir süre sonra yeniden Mançurya'ya gitti. Evlendi. Babası ölünce ve Mançurya'da Japon diktasına karşı bağımsızlık eylemleri başlayınca tekrar Tokyo'ya geçti. General McArthur kuvvetlerinin işgali altındaki Tokyo'da işsiz kalınca, sokaklarda el arabasıyla dolaşıp seyyar satıcılık yaptı.
Edebiyata da devam etti. İlk romanı olan Yolun Sonundaki İşaret beğenildi. Daha sonra yazdığı Kırmızı Tırtıllar, Ölmek Üzere Olanlar Topluluğu, Evlerine Giden Hayvanlar ve Sert Bakışlı Gözler adlı romanları da ününü artırdı. Sonra Kobe Abe 1962'de Kumların Kadını kitabını yazdı ve bir anda dünyaca tanınan bir yazar oldu.
Abe, Kumların Kadını'nda yer yer bilimkurgu ile gerçeküstü öğeleri kullandı ve tanıdığımızın çok dışında olan yabancı bir dünyayı anlattı. Romanda bilinmeyen bir yerlerden gelen kumlar bir köyü kuşatıyor, köyün erkekleri kuma karşı mücadele ediyormuş gibi yapıyor ve sonunda kumlar köyün kadınlarıyla birlikte olduktan sonra geri çekiliyordu. Kırmızı bir böceği koleksiyonuna katmak için yanıp tutuşan ve bu nedenle yolu buralara düşen Niki Jumpei adlı bir böcekbilimci de tüm bunlara tanık oluyor ve roman da onun ağzından aktarılıyordu.
Kumların Kadını, yayımlandığı andan itibaren büyük ilgi çekti. Yirmi kadar yabancı dile çevrildi. Sinemaya uyarlandı. Ünlü Japon yönetmen Hiroshi Tesgihara'nın yönettiği film, 1964'te Cannes'da Altın Palmiye kazandıktan sonra, 1965 ve 1966'de iki kez Oscar'la ödüllendirildi.
Gerçeküstü bir olayı anlatıyormuş gibi görünen Abe, aslında Kumların Kadını'nda kadınların o bitip tükenmek bilmeyen kıstırılmışlıklarını, zorla içine itilmeye çalışıldıkları çaresizliklerini ve bunca baskıya rağmen hiç geri çekilmeden dişe diş savundukları kişiliklerini, var oluşlarını anlatıyordu.
Aslında Abe, bu acımasız, vurdumduymaz, insan ilişkilerinden yoksun, sevginin çoktan unutulduğu, tüm bunlara düşman bir 'kum'un kuşattığı ve neredeyse boğacağı kabus gibi bir dünyayı sadece kadınların kurtarabileceğini yazıyordu romanında.
Abe romanında kurguyu olağanüstü bir biçimde kullanmıştı ama gerçek kişileri yazmaktan da çekinmemişti. Mesela romanın başkişisi olan Niki Jumpei'de kendini anlatmıştı çünkü kendisi de hatırı sayılır bir böcek koleksiyoncusuydu.
'Kumla hesaplaşmak' uğruna kendini kuma 'veren' kadınları anlatırken de aslında kendi eşini anlatmıştı. Abe'nin eşi o dönemde çalışmaları yasaklanmış olan Japon kadınlarının yaptıkları eylemlerde hep ön saflarda yer almıştı.
Kobo Abe 22 Ocak 1993'te öldü. Geriye kumlarla kuşatılmış kadınlar kaldı. Ünlü romanıyla ilgili olarak yaptığı bir söyleşi sırasında, Japonya'da çöl ve kum tepeleri olmadığını hatırlatan bir gazeteciye, "anlattığım kum, bizim kendi kafamızda" diye cevap vermişti.
Bence haklıydı...
Ben bir böcekbilimcisiyim. Ülkenin ve dünyanın en az rastlanan böceklerini bulup, onları bir koleksiyonda topluyor ve haklarında çeşitli bilimsel makaleler yazıp, böcekbilim alanında uzmanlaşmış bilim insanlarına gönderiyorum.
Yaşamımı tümüyle değiştiren bu böceği de bir ay kadar önce aramaya koyuldum. Latince adını yazmama gerek yok, hem uzun hem de sizlere bir şey ifade etmez. Sadece şunu söyleyebilirim ki, bu böcek parlak kırmızı renkli, ince ve zarif bir böcektir. Kumlarda yaşar. Böcekbilimcilerini bu kadar peşinden koşturmasının çeşitli nedenleri vardır. Bunların en başında da bu böceğin 'şarkı' söylüyor olması gelir. İnanılması güç ama bu böcek gerçekten şarkı söyler. Daha doğrusu böceğin dişi olanları, bir erkekle birlikte olmak istediğinde insan kulağının duyamadığı bir ses dalgası aralığını kullanarak, düpedüz 'şarkı' söyler.
İnanmayacağınızı biliyorum ama şunları da ekleyeyim. Böcek belirli akorlara göre düzenlenmiş, notaya dökülebilen diyezli, bemollü sesler çıkarır. Çeşitli aletlerle bu şarkıları kaydetmeyi başaran müzikçiler, şarkıyı söyleyen dişi böceğin yer yer çift ses kullandığını, şarkının belirli bir bölümünü en az iki oktav daha yüksek bir sesle söylediğini de kanıtlamışlardır.
Daha önce yaptığım araştırmalara ve kulaktan kulağa yayılan söylentilere dayanarak böceğin yaşıyor olabileceği yeri kabaca kestirdim. Bir ay önce de kalkıp buraya geldim. Asık yüzlü insanların yaşadığı bir köy bu. Hiç kimse benimle konuşmadı. Sorduğum sorulara da cevap vermediler.
Sonra işler iyice tuhaflaştı. İlk geceyi kimse bana yatacak bir yer göstermediği için dışarıda geçirdim. Paltoma sarılıp bir duvar dibine çöktüm ve sabah olmasını beklemeye başladım. Sonra ansızın şiddetli bir rüzgar esti ve yüzüme, ellerime, açıkta kalan her yerime minnacık ama sert taneler vurmaya başladı.
Derken gökyüzünde kocaman bir ay belirdi ve ben ayın parlak ışıkları altında her tarafımın sarımsı renkli bir kum tabakasıyla kaplanmakta olduğunu gördüm. Kumlar her yandan savruluyor, ağzıma, burnuma ve gözlerime doluyordu. Sığınacak bir yer aranmak için ayağa kalktım ve gördüklerim karşısında donakaldım. Köyün etrafı kocaman kum tepeleriyle kaplanmıştı. Durmadan esen rüzgar altında bu tepeler yürüyordu. Hareket ediyordu. Çoğalıyordu. Biçim değiştiriyordu. Bazen birleşiyor biraz sonra yeni tepecikler haline geliyor, sonra onlar da birleşip, yeni ve kocaman yığınlar oluşturuyordu. Doğuruyor ve çoğalıyor gibiydiler. Büyük tepeler bir anda küçük tepelerin üstüne çıkıyor, onları altına alıp bir süre ezdikten sonra bırakıyor ve altta kalmış olan tepecik, bir süre sonra hızla büyümeye koyuluyordu.
Bütün bunları yaparken de yavaş yavaş köye yaklaşıyorlardı. Şimdi daha düzenli ve kararlı bir biçimde evleri sarmalamaya başlamışlardı. Ay ışığı altında sarı, siyah ve gri ışıltılar çıkartan bir kum denizi, son ve öldürücü hücuma kalkmadan önce kısa bir nefes alan ve silahlarını gözden geçiren bir ordu gibi dinleniyordu.
Dehşetle ağzımı açıp, köylüleri uyandırmak için bağırmaya hazırlandım ama bunu yapamadım. Köylüler çoktan uyanmışlardı çünkü. Oradaydılar. Evlerinin önündeydiler. Şimdi solgunlaşmaya yüz tutmuş ay ışığı altında ince uzun siluetler halinde dikiliyor ve ellerindeki incecik süpürgelerle kumu 'süpürüyor' gibi yapıyordular.
Sonra kumlardan bir şarkı sesi yükseldi. Yüksek oktavlı, yer yer tınının değiştiği bir şarkıydı bu. Derken birkaç kadın kumlara doğru yürümeye başladı. Ağır adımlarla yürüyor ve her adım atışlarından sonra, elbiselerinin bir parçasını çıkarıyorlardı. Sonunda çırılçıplak kaldılar. İnce bedenleri kumların arasında görülmez oldu. Kumlar kadınların üzerine yayıldı. Kumlar kadınların üstüne çıktı. Kumlar kadınları kapladı. Kumlardan ve kadınlardan, sesi çok zor duyulabilen bir şarkı yükselmeye başladı. Şarkıyı kadınlar mı, kum taneleri mi yoksa başka bir 'şey' mi söylüyordu anlayamıyordum.
Fırtına dinmişti. Ay kayboluyordu. Buraya geldiğimden beri ilk kez bir köylü bana yaklaştı. Eliyle bir evi işaret etti. İçeriye girdim. Küçük bir yer yatağına uzandım. Sağ kolumun yanında incecik bir tahta vardı ve onun ayırdığı öteki yandan hafif bir ışık süzülüyor, aynı zamanda da süpürme sesleri geliyordu. Tahtanın aralık kaldığı yerden baktım. İnceden bir kadın yerdeki, duvardaki, kendi üzerindeki, havadaki ve kısacası her yerdeki kumları süpürüyordu. Kendisi de kumla kaplıydı. İnceli kalınlı kumdan oluşmuş çizgiler, çıplak vücudunda tuhaf şekilli sarmallar yapıyordu.
Sonra kadın şarkı söylemeye başladı. Diyezli bemollü sesler çıkarıyordu. Nereden geldiği belli olmayan bir ışık altında kadının rengi şimdi biraz kırmızılaşmış gibi geldi bana. Tahtayı ittim. Sürünerek onun yanına geçtim. Ona sarıldım. Bir kum tabakası gibi beni sarmaya başladı...
Japon romancı, şair ve oyun yazarı Kobo Abe, kendisini üne kavuşturan en tanınmış eseri Kumların Kadını'nda, garip, tuhaf bir dünyayı anlattı. Bir bilimkurgu eserinde olağan karşılanabilecek cümlelerle gerçek bir dünyayı yazdı ve okuyanları allak bullak etti.
Kimi zaman Kobe Abe, Abe Kobe, Kobo Abe ve Kimifuso Abe adlarıyla anılan Abe, 7 Mart 1924 tarihinde Tokyo'da doğdu. Doktor olan babası o tarihlerde Japonya'nın sömürgesi olan Mançurya'ya gidince Abe çocukluğunun ve ergenliğinin bir bölümünü burada geçirdi.
Eğitim için 1941'de Japonya'ya döndü. Tokyo İmparatorluk Üniversitesi'ne girip,verem hastalığı alanında görev yapmaya yetkili tıp doktoru olarak mezun oldu ama yaşadığı sürece hiç doktorluk yapmadı. İlgi alanı edebiyat, özellikle şiirdi. Bilinmeyen Şairlerin Şiirleri adlı kitabı 1947'de yayımlandı ve ilgi topladı.
Bir süre sonra yeniden Mançurya'ya gitti. Evlendi. Babası ölünce ve Mançurya'da Japon diktasına karşı bağımsızlık eylemleri başlayınca tekrar Tokyo'ya geçti. General McArthur kuvvetlerinin işgali altındaki Tokyo'da işsiz kalınca, sokaklarda el arabasıyla dolaşıp seyyar satıcılık yaptı.
Edebiyata da devam etti. İlk romanı olan Yolun Sonundaki İşaret beğenildi. Daha sonra yazdığı Kırmızı Tırtıllar, Ölmek Üzere Olanlar Topluluğu, Evlerine Giden Hayvanlar ve Sert Bakışlı Gözler adlı romanları da ününü artırdı. Sonra Kobe Abe 1962'de Kumların Kadını kitabını yazdı ve bir anda dünyaca tanınan bir yazar oldu.
Abe, Kumların Kadını'nda yer yer bilimkurgu ile gerçeküstü öğeleri kullandı ve tanıdığımızın çok dışında olan yabancı bir dünyayı anlattı. Romanda bilinmeyen bir yerlerden gelen kumlar bir köyü kuşatıyor, köyün erkekleri kuma karşı mücadele ediyormuş gibi yapıyor ve sonunda kumlar köyün kadınlarıyla birlikte olduktan sonra geri çekiliyordu. Kırmızı bir böceği koleksiyonuna katmak için yanıp tutuşan ve bu nedenle yolu buralara düşen Niki Jumpei adlı bir böcekbilimci de tüm bunlara tanık oluyor ve roman da onun ağzından aktarılıyordu.
Kumların Kadını, yayımlandığı andan itibaren büyük ilgi çekti. Yirmi kadar yabancı dile çevrildi. Sinemaya uyarlandı. Ünlü Japon yönetmen Hiroshi Tesgihara'nın yönettiği film, 1964'te Cannes'da Altın Palmiye kazandıktan sonra, 1965 ve 1966'de iki kez Oscar'la ödüllendirildi.
Gerçeküstü bir olayı anlatıyormuş gibi görünen Abe, aslında Kumların Kadını'nda kadınların o bitip tükenmek bilmeyen kıstırılmışlıklarını, zorla içine itilmeye çalışıldıkları çaresizliklerini ve bunca baskıya rağmen hiç geri çekilmeden dişe diş savundukları kişiliklerini, var oluşlarını anlatıyordu.
Aslında Abe, bu acımasız, vurdumduymaz, insan ilişkilerinden yoksun, sevginin çoktan unutulduğu, tüm bunlara düşman bir 'kum'un kuşattığı ve neredeyse boğacağı kabus gibi bir dünyayı sadece kadınların kurtarabileceğini yazıyordu romanında.
Abe romanında kurguyu olağanüstü bir biçimde kullanmıştı ama gerçek kişileri yazmaktan da çekinmemişti. Mesela romanın başkişisi olan Niki Jumpei'de kendini anlatmıştı çünkü kendisi de hatırı sayılır bir böcek koleksiyoncusuydu.
'Kumla hesaplaşmak' uğruna kendini kuma 'veren' kadınları anlatırken de aslında kendi eşini anlatmıştı. Abe'nin eşi o dönemde çalışmaları yasaklanmış olan Japon kadınlarının yaptıkları eylemlerde hep ön saflarda yer almıştı.
Kobo Abe 22 Ocak 1993'te öldü. Geriye kumlarla kuşatılmış kadınlar kaldı. Ünlü romanıyla ilgili olarak yaptığı bir söyleşi sırasında, Japonya'da çöl ve kum tepeleri olmadığını hatırlatan bir gazeteciye, "anlattığım kum, bizim kendi kafamızda" diye cevap vermişti.
Bence haklıydı...