Ülkedeki siyasi gündem her zamankinden daha kritik hamlelere sahne oluyor. Kılıçdaroğlu aleyhine açılan siyasi yasak davası sadece hukuki bir süreçten ibaret değil. Zamanlaması, aktörleri ve arka plandaki dinamikleriyle birlikte ele alındığında, adeta satranç oyunundaki stratejik hamlelerden biri gibi duruyor. Net bir mücadelenin değil, gri bölgelerin, belirsizliklerin ve ince hesapların gölgesinde yapılan bir hamle savaşı...
MHP'nin ağır topları; Feti Yıldız, Sinan Ateş cinayeti davası nedeniyle suçlamalara hedef olan İzzet Ulvi Yönter ve İsmail Faruk Aksu tarafından yapılan şikayetler üzerine açılan davanın gerekçesi "suç ve suçluyu zincirleme şekilde övme" iddiası. Kılıçdaroğlu için 2,5 ila 3,5 yıl hapis ve TCK 53 kapsamında siyasi yasak talep ediliyor…
Bu şikayet, 2022 yılında yapılmış, fakat dava dosyası uzun süre rafta kalmış. Ne zaman ki CHP Kurultay tarihi netleşti, işte o zaman bu dava dosyası tozlu raflardan indirildi. Rastlantı mı? Belki de kendi doğal rutininde işleyen bir dava süreciydi, olabilir. Ancak zamanlamanın bu kadar manidar oluşu, bu soruyu gündeme getiriyor.
Bir siyasetçiyi susturmanın en kestirme yolu nedir? Hukukun sınırlarını zorlayarak, dokunulmazlık zırhını delmek. Anayasa'nın 83. maddesi, milletvekillerine sağladığı kürsü dokunulmazlığını belirli şartlar altında koruyor. Ancak burada kritik olan, o zırhın ne zaman ve nerede delinebileceği…
Muhtemelen yargı süreci 4-5 yıl sürebilecek bir dava... Peki, sonuç ne olacak? Bir siyasetçinin, nefret ve şiddet içermeyen sözleri yüzünden yargılanması, toplumun vicdanında ne kadar yer bulacak? Yoksa bu dava, sadece bir gövde gösterisi mi? Bir siyasetçi, düşünceleri üzerinden mahkum edilmeye çalışılırken, aslında muhalefete ve topluma verilen mesaj nedir?
Bu dava, sadece bir siyasetçiyi yargılamakla ilgili değil, aynı zamanda Türkiye'de siyasetin ve hukukun nasıl iç içe geçtiğinin bir göstergesi. Taşlar yer değiştirirken, asıl oyunu kimin kazandığını görmek için beklememiz gerekecek. Ama bu oyunda, kaybedenin kim olacağı şimdiden belli gibi: Şeffaflık, adalet ve toplumsal vicdan…
Muhalefeti Dizayn Etme Çabası
Kılıçdaroğlu'nun tekrar gündeme oturduğu, partisi içinde yeniden etkili bir güç olarak öne çıktığı bir dönemde siyasi yasak talep edilmesi, iktidar liderinin klasik "dizayn etme" sanatının bir parçası değil midir?
İktidar, muhalefeti dizayn etme konusunda usta… Böl, parçala, yut... Siyaset mühendisliği… Ortada Mart yerel yönetim seçimlerinden zaferle çıkmış bir muhalefet partisi var ve bu durum iktidar liderinin canını elbette ki çok sıkıyordu… (Tabii bu başarı, sadece bir değişim hikayesinden ibaret değildi. Kılıçdaroğlu’nun liderliğinde 6’lı masanın bir araya getirilmesi ve Türkiye’de sağ seçmenin CHP’ye oy verebilir hale gelmesi, bu zaferin temelinde yatan asıl unsurlardı. 31 Mart yerel yönetim seçimleri, aslında ekilen tohumların ve ilmek ilmek dokunan bir sürecin sonucuydu; sağ seçmenin CHP’ye yönelmesi bu başarının en önemli yapı taşıydı.) Yeni bir hamle olarak iktidar ve Cumhur ittifakı CHP’nin içini karıştırmak istiyor, bu çok açık. Parti birbirine girsin, mümkün mertebe zarar görsün… Yöntem çok, amaç tek: Muhalefeti zayıflatmak, karıştırmak, sarsmak. Parçalı bir görüntüye sebep olarak kitlelere, halka güven vermesinin önüne geçmek. Kılıçdaroğlu’na açılan bu dava da bu stratejinin bir parçası gibi görünüyor.
Ülkede hukuk, adalet ve liyakat kaybolmuş durumda. Enflasyon, faiz oranları, işsizlik, derin yoksulluk… Üretici hakkını alamıyor, tüketici yeterli, nitelikli gıdaya ulaşamıyor. İki taraf da mutsuz… Gençlerde uyuşturucu kullanma yaşı yerlerde… Uyuşturucu çetelerinin hesap görme alanı haline gelmiş ülke. Adeta yangın yeri. CHP’nin bu sorunlarla mücadele etmesi gerekirken, iktidar dikkatleri başka yöne çekmek için partiyi nasıl karıştırırız, nasıl birbirine düşürürüz, nasıl onların iktidara doğru yürüyüşlerini durdururuz diye manevralar yapıyor. Halbuki şimdi tam da CHP’nin güçlü durması, parti değerlerine sahip çıktığını göstermesi, kavga eder görüntüden kurtulması, birlik olması, topluma güven vermesi gereken zaman. Aynı zamanda, kendilerini bugüne getirmiş ve var etmiş olan önceki genel başkanlarına karşı yok sayıcı, incitici ve değersizleştirici tutumlar sergilememesi, ahde vefalı olması da son derece önemli.
Yoksa, bir mağduriyet hikayesi hediye ederek Kılıçdaroğlu’nu yeniden sahneye mi çıkarmak istiyorlar? Açılan siyaset yasağı davasıyla birlikte bu görüş de dile getiriliyor. Güya Erdoğan karşısında İmamoğlu ya da Mansur Yavaş gibi güçlü bir rakip yerine, Kılıçdaroğlu gibi “güçsüz” bir adayla 2028 seçimlerine gitmek istiyor… Bir başka deyişle Tayyip Erdoğan kendi rakibini seçiyor. Dolayısıyla bu dava, Kılıçdaroğlu’nun önünü açmak için ona iktidarın bir hediyesi…
Bu senaryo, ciddiyetsiz ve yakışıksız olabilir, ama komplo teorilerinin iştahını kabarttığı kesin.
Ancak bu, bayatlamış, zamanın ruhuna uygun olmayan bir numara. Bu tür spekülasyonların, Kılıçdaroğlu’nu rencide etmeye yönelik çabadan başka bir anlamı olamaz. Oysa Kılıçdaroğlu'nun mücadelesi, kıymetli ve onurlu bir direniş, bir başarı hikayesi.
Kemal Kılıçdaroğlu, Tunceli'nin küçük bir köyünde, Zaza-Alevi bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Tapu memuru bir babanın ve ev hanımı bir annenin yedi çocuğundan biri olarak, hayatın zorluklarıyla erken yaşta tanıştı. Bu zorluklar, onun azmini kırmadı. İlkokul yıllarını farklı şehirlerde tamamladıktan sonra, Elazığ Ticaret Lisesi’ni birincilikle bitirerek dikkatleri üzerine çekti. Bu başarı, onun için sadece bir başlangıçtı. Ankara’da üniversite eğitimini tamamladıktan sonra, onca parlak adayın arasından sıyrılarak Maliye Bakanlığı’nda hesap uzmanı olarak göreve başladı. Tuncelili bir genç olarak, bir yandan kimliği ve kökeniyle “başa çıkarken”, kariyerinde yükselmeyi de başardı. Fransa'da eğitim gördü, farklı kurumlarda önemli görevler üstlendi.
Nazimiye’nin uzak bir köyünden sırtında sayısız dezavantajla çıkıp, Cumhuriyet’i kuran partinin lideri olarak yıllarca kararlılıkla görev yaptı. Kılıçdaroğlu’nun hayatı, sabırla ve inatla kazandığı bir başarı hikayesidir. Bugün bile mütevazı bir apartman dairesinde yaşayan, gösterişten uzak bir liderdir. Onu küçümseyenler, bu mücadelenin derinliğini göz ardı ediyor.
Tüm bu zorluklara rağmen, Kılıçdaroğlu hiçbir zaman mağdur rolüne bürünmedi. Ne var ki, onu en çok yaralayan darbeler en yakın çevresinden geldi. Kendi siyasi çıkarları uğruna Kılıçdaroğlu'nu itibarsızlaştırmaya çalışanlar, yerel yönetimlerde elde ettikleri başarıları onu yok saymak için kullananlar oldu. Öyle ki, Hacı Bektaş-ı Veli anmalarında dahi, İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nin organize ettiği etkinlikte Kılıçdaroğlu kenara itilmeye çalışıldı, önüne bir sehpa ve bir bardak su bile konmadı, hak ettiği saygıyı görmedi.
Tüm bu içerden ve dışarıdan gelen baskılara ve oyunlara karşı Kılıçdaroğlu, dirayetini korudu, sabrıyla ve kararlılığıyla bu entrikaları boşa çıkardı. Zorluklar karşısında yılmadan, birleştirici lider rolünü sürdürmeye devam etti ve böylece oyunun kurallarını yeniden yazmaya başladı.
Türkiye’de mağduriyetin ekmeğini iki kişi yemiştir. Bunlardan ilki, Erdoğan’dır. Kırklareli’nin Pınarhisar ilçesindeki cezaevinde dört ay yattıktan sonraki süreçte desteği ve şansı yanına alarak ülkenin başına geçmiştir. Vesayetle savaştığını iddia ederek, kendi vesayetini kurmuştur…
İkinci isim ise İmamoğlu’dur. 2019 yerel seçimlerinde İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı seçildi, ancak kazanılmış mazbatası geri alındı. Halk, mağdurun yanında yer alır ve İmamoğlu, tekrarlanan seçimde 806 bin oy farkla zaferini ilan etti. Bu toplumda mağdura destek olmak önemlidir; halkın desteğiyle mağduriyetler güçlendirir, liderlik yolunu açar.
Şimdi ise Kılıçdaroğlu… Zorlama bir dava aracılığıyla sahneye çekilmesi hedefleniyor. Belki de tüzük kurultayının seçimli kurultaya çevrilmesi için Kılıçdaroğlu ve yanındakilere gaz verilmek isteniyor. Adaylık konusunda daha ısrarcı olmaları için yönlendirilmeye çalışılıyorlar. Ancak Kılıçdaroğlu, bu oyuna gelmiyor.
Büyük resme bakıldığında Kılıçdaroğlu’na yönelik siyasi yasak talebi, onu sahneden silmek için atılan bir adım gibi görünse de, tam tersi bir etki yaratacak gibi görünüyor. Bu süreç, CHP’de Kılıçdaroğlu’nun ikinci doğuşu olabilir. Ona ihanet edenler, onun bu saldırılar karşısında geri çekileceğini düşündüler. Sandılar ki Kılıçdaroğlu, bu oyunlara kapılıp herkesten yüz çevirecek, tüm köprüleri atacak... Öyle olmadı. O, bir kez daha birleştirici bir güç olarak sahneye çıktı, tuzağa düşmedi.
Bir insana verilebilecek en büyük cezalardan biri, en yakınlarından, güvendiği kişilerden ihanet görmektir. Siyasette bu tür ihanetler en az özel hayattaki kadar acı verici olabilir. Kılıçdaroğlu, bu türden bir ağır travmayı atlattı ve bu süreçte kişisel kin ya da intikam peşine düşmedi. Bu kişilerle yeniden aynı masaya oturdu. Kılıçdaroğlu isminin ağırlığını, partideki ve halktaki karşılığını hissedenlerin kendisine tekrar yaklaşma çabalarını olgunlukla karşıladı. “Evin babası” gibi davranarak sorumluluklarını yerine getirirken, küçük hesapların peşinde koşmadı. Kendisiyle ilişkisini düzeltmek isteyenlerin, köprülerin atılmaması gerektiğini fark etmeleri çok kıymetlidir. Bu doğrultuda Kılıçdaroğlu’nun, itibarının iadesi için çaba içine girenlere karşı her zaman olduğu gibi olumlu yaklaşım göstermesi de bir o kadar değerlidir. Kılıçdaroğlu, inancının da getirdiği affedicilikle, Hacı Bektaş-ı Veli’nin öğretisini ve Alevi geleneğinin hoşgörüsünü içselleştirmiş bir insan olarak onlarla yemek yemesi, bir araya gelmesi, onları evine kabul etmesi, Kılıçdaroğlu’nu daha da büyüttü. Olası bir erken seçimde ya da 2028’de, zamanında yapılacak cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Kılıçdaroğlu, isminin açılması gereken güçlü bir kart olduğu gerçeğini fark edenlere kapısını yeniden açtı. Kılıçdaroğlu, gelecekte CHP’nin adayı olmasa bile aday olacak kişinin hangisinin yanında durursa ona büyük bir avantaj sağlayacaktır. Bu nedenle, tüm adaylar Kılıçdaroğlu'na gidiyor, çünkü onun partideki ve halktaki ağırlığının farkındalar. Zor, oyunu bozdu. Bu tavrıyla, parti içindeki dağınıklığı toparlayarak CHP’yi geleceğe en iyi şekilde hazırlamaya en yakın kişidir.
Mevcut Özgür Özel yönetimi, muhalefet yapmanın hakkını veremiyor. Süreci yumuşatma ve normalleşme ile heba etmiş durumda. Bu nedenle, partinin Kılıçdaroğlu’na her zamankinden fazla ihtiyacı olduğu pek çok kesim tarafından kabul ediliyor. Özgür Özel’in "Getir sandığı" çağrısına karşılık olarak, Erdoğan'ın böyle bir adım atması elbette beklenemez; zira kaybedeceğini bildiği bir seçime gitmesinin ne manası olabilir? Bu durumda, ana muhalefet partisinin görevi, halk muhalefetini ve kitleleri örgütleyerek, baskıyı artırarak iktidarı seçime gitmek zorunda bırakmaktır. Ancak bu yapılmamıştır.
CHP, “şahsım partisi” değildir. Birileri bu partiyi kişisel bir proje haline getirmek için taşları döşemeye çalışıyor olabilir, ancak Kılıçdaroğlu’nun böyle bir niyet taşımadığı açık. CHP'deki mevcut siyasi figürlerin çoğu, Kılıçdaroğlu’nun Türk siyasetine kazandırdığı isimler. 2028'e doğru kimin aday olacağına dair tartışmalar devam etse de, şunu unutmamak gerekir: CHP’de seçilecek veya aday olacak herkes, Özgür Özel dahil, siyasi kimliğinde Kılıçdaroğlu’nun izlerini taşır. Kılıçdaroğlu’na “ihanet” etmiş olsalar bile, onun siyasi mirası bu isimlerde bir biçimde yaşamaya devam edecektir.
Kılıçdaroğlu için açılan siyasi yasak davasının olası nedenlerine dönersek; CHP’yi karıştırmak, kaleyi içeriden yıkmak, Kılıçdaroğlu ve taraftarlarını adaylık konusunda ısrarcı davranmaya iterek sözümona “rakibini belirlemek” gibi gizli gayeler bir kenara; Kılıçdaroğlu’nun yeniden etkin bir figür olarak sahneye çıkması, Erdoğan ve çevresini tedirgin eden asıl sebep olabilir. Dolayısıyla siyasi yasak davasının altında yatan ana hedef Kılıçdaroğlu’nu gerçekten yasaklı hale getirmek olabilir. Yargı sopasıyla onu siyaset dışına sürmek… Son dönemde CHP içindeki hareketlilik aslında bu endişeyi haklı çıkarıcı ve pekiştirici nitelikte. Özgür Özel’in Mansur Yavaş ev sahipliğinde Kılıçdaroğlu ile bir araya gelmesi… Özgür Özel'in, özellikle tüzük değişiklikleri konusunda Kılıçdaroğlu’ndan fikir alması, onun önerilerine başvurması, eski genel başkanın hala parti üzerinde etkili olduğunu açıkça ortaya koyuyor.
Bu buluşma, İmamoğlu’nun 20 Ağustos’ta Kılıçdaroğlu’nu ziyaret etmesiyle birlikte değerlendirildiğinde, aslında bir güç birliği sinyali veriyor. Muhalefetin yeniden bir araya gelme çabasının bir işareti olarak okunabiliyor.
Dolayısıyla Kılıçdaroğlu’nun partide ve toplumda hala güçlü bir karşılığı olduğunu ve siyasi hayatının aslında bitmediğini görüyoruz. Yaşanan gelişmeler, emekli olup torunlarıyla vakit geçirmesi gerektiğini düşünenlere karşı Kılıçdaroğlu’nun hala siyasetin merkezinde durabildiğini kanıtlıyor.
Siyasi yasak çabalarına rağmen, Kılıçdaroğlu'nun siyasetteki varlığı sona ermiş değil, aksine bu tür hamleler onu daha da güçlendiriyor. 2028’e doğru ilerlerken, Kılıçdaroğlu’nun parti ve ülke muhalefetini birleştirme ve yeniden liderlik etme ihtimali, orada duruyor.
Tüm bu olan biten Kılıçdaroğlu’nun siyaset sahnesinden tamamen çekilmesiyle sonuçlanır mı? Ya da tam tersi, Kılıçdaroğlu’nu daha da güçlendiren bir diriliş hikayesi mi yazılır?
Siyasi yasak talebi ters tepebilir ve Kılıçdaroğlu’nu yeniden liderliğe taşıyabilir. Hatta bu süreç, Kılıçdaroğlu’nu muhalefetin en güçlü kozuna bile dönüştürebilir.
Adaletin Düşüşü
Hukuksuzluk, bugün Türkiye'nin en derin yaralarından biri haline gelmiş durumda. Hak arama özgürlüğü, uzun ve sonuçsuz kalan davalarla adeta boğuluyor. Günbegün hukuk devleti olmaktan uzağa düşüyoruz. Kılıçdaroğlu’nun karşı karşıya kaldığı durum ise, bu çürümüş düzenin bir yansıması.
Erdoğan, cumhurbaşkanlığı seçimine gidildiği süreçte her türlü eleştiriyi, hatta eleştirinin ötesinde hakareti özgürce yapıp ederken, Kılıçdaroğlu’nun cevap verme özgürlüğünü kullanması bile suç olarak kabul edilmiş, iktidar sopasıyla ezilmeye çalışılmış, boyun eğmemiş, hatta Çubuk’ta katledilmeye çalışılmış, yine vazgeçmemiştir ve şimdi de yargı sopasıyla tehdit edilmektedir.
Devletin tüm gücü, iktidarın bir aparatına dönüşmüş; ekonomi, siyaset ve ticaret bu güç tarafından kontrol ediliyor. Siyasi iktidar siyasette de ekonomide de yargıyı adeta “sopa” olarak kullanıyor. Sonra gelsin haksız rekabetler, gitsin siyasi infazlar…
Erdoğan’a veya Cumhur İttifakı'na yakın biriyle bir sebeple karşı karşıya geldiğinizde, mağlup olmaya en yakın aday sizsiniz. Hukuksuzluk ve adaletsizlik sadece mahkeme salonlarında değil, hayatın her alanında hissediliyor. Bu yapı içinde iş yapmak, ticaret yapmak, üretim yapmak çok güç. İnsanlar artık adalete güvenmediği için üretimden çekiliyor, ekonomiyi terk ediyor. Yabancı yatırımcı ülkeden uzak duruyor. Enflasyon, faiz oranları almış başını gitmiş…
Adalet, devletin dinidir. Sarsıldığında, ekonomi çöker, üretim durur. Bugün Türkiye’de yaşanan ekonomik krizlerin ve darboğazın kökeninde de bu adalet zedelenmesi yatıyor.
Kılıçdaroğlu’na getirilen siyasi yasak talebi, bu sancılı düzenin en açık örneği. Bu saldırı, yalnızca bir kişiyi hedef almakla kalmıyor; Türkiye’nin adaletine, hukukuna ve geleceğine yönelik derin bir tehdit oluşturuyor.
***
CHP, Sivas Kongresi'nin 105. yıl dönümünde Sivas’ta, sembolik bir törenle tüzük kurultayını başlatıyor. Mustafa Kemal Atatürk'ün 4-11 Eylül 1919 yılında düzenlediği Sivas Kongresi, milli mücadelenin ve Türkiye Cumhuriyeti’nin temellerinin atıldığı, tarihi bir buluşmadır. Bu kongre CHP’nin 1. kongresi olarak da değerlendirmiştir. Bugün CHP, bu tarihi olayı sembolize eden bir adım atıyor ve tüzük kurultayını, aynı tarihlerde Sivas’ta başlatarak tarihsel mirasına sahip çıkıyor. Partinin köklü geçmişi ile bugünkü demokratik hedefleri arasında güçlü bir köprü kuruyor.
CHP, bu tüzük kurultayında barış ve demokrasi içinde ilerlemeyi hedefliyor. Parti, ön seçimlerin tüm üyeler tarafından, hakim huzurunda yapılmasını sağlayarak ne kadar ileri ve demokratik bir anlayış benimsediğini gösterebilecek mi? Hakim gözetiminde yapılacak bir ön seçim sistemi, özgür siyasetçilerin varlığı için, kendi ayakları üzerinde duran, onurlu siyasetçilerin partiye kazandırılması için olmazsa olmaz bir şart olarak tüzüğe yazılacak mı?
Geçmiş dönemlerde, örgüt denetiminde yapılan ön seçimler, teamül yoklamaları ve genel merkez atamaları ile kontenjan kullanımları, parti içinde huzursuzluklara ve mutsuzluklara yol açtı. Bu süreçler, seçimlere giderken birlik ve bütünlüğün sağlanamamasına neden oldu. Sonuç olarak, partinin büyük bir kesimi seçimlerde yeterince aktif çalışmadı. Çünkü CHP, diğer siyasi partiler gibi biat kültürüne dayanmıyordu ve bu durum, parti içinde bölünmelere ve çatışmalara yol açıyordu. Kaybedenler bir kenara çekiliyor, kazananlar ise tek başlarına seçim kazanma ve partiyi yönetme yükünü üstleniyordu. Bu, partideki çalışma motivasyonunu ve başarıyı olumsuz etkileyen bir faktör haline geliyordu. Belki de CHP’nin iktidar olamamasının sebeplerinden biri de buydu.
Parti içi demokrasi için ön seçim olmazsa olmaz bir şarttır. Şu anki CHP tüzüğü, 12 Eylül öncesindeki parti içi demokrasiden daha geride kalmıştır. Bu yüzden, 12 Eylül öncesi CHP’den daha ileri bir parti içi demokrasiyi ön seçimle hayata geçirmek mutlaka gereklidir. Nitekim SHP döneminde, özellikle Erdal İnönü’nün liderliğinde tüm üyelerle yapılan ön seçimler gerçekleştirilmişti. Bu, zor bir değişiklik olmadığı gibi, hayata geçirilemeyecek uçuk bir talep de değildir. Unutulmamalıdır ki, en kötü ön seçim bile en iyi merkez yoklamasından daha iyidir. Öyle ki 12 Eylül öncesinde, Erdal İnönü ve Bülent Ecevit dönemlerinde genel başkanlara rağmen genel merkeze muhalif olanlar milletvekili adayı olmuş, parti meclisine ve il başkanlığına seçilmiştir.
Hakim huzurunda ve örgütün tüm üyelerini dahil ederek yapılacak bir ön seçim, bu tür müdahaleleri ortadan kaldıracak ve parti içindeki huzursuzlukları büyük ölçüde giderecektir. Bu sistem, delege ağalığını sona erdirecek ve daha kapsayıcı bir karar alma süreci sağlayacaktır. Ayrıca, daha çok seçenekle karar verileceğinden dolayı daha doğru bir sonuç ortaya çıkacaktır. Böylece, daha adil bir süreç sayesinde, kaybeden adaylar bile süreci kabul ederek seçimlere daha güçlü bir şekilde asılacak, partinin kazanması için el birliğiyle çalışacaktır. Parti bütünlüğü sağlanacak, parti enerjisi dağıtılmayacaktır. Ayrıca, adalet isteyen bir parti öncelikle kendi içinde adaleti sağlamış olacak. Ön seçim, aynı zamanda yeni kadroların önünü açacak; partideki zübükler, genel merkeze yalakalık yapanlar, ve parti içindeki lordlar, bu süreçle etkisiz hale gelecektir. Bu kişiler, geçmişte Baykal’ın çevresinde toplanmış, ardından Kılıçdaroğlu’nun etrafına geçmiş ve son olarak kurultayı kaybedince değişim adı altında Özgür Özel’in yanında yer almışlardır. Bu gruplar, her dönemin adamları olarak bilinir ve tutarlılıkları yoktur. Sadece kendi çıkarlarını gözetir, toplumda bir karşılık bulamazlar. Partiye bir değer katmayan bu isimler, partinin belirli aralıklarla gelen “doğal” başarısından faydalanarak konumlarını korurlar. Her dönemde genel merkeze yakın durarak liste başı olan, milletvekili seçilen bu kişiler, hakim denetiminde yapılacak ön seçimlerde listelere giremeyeceklerdir. Daha adil bir seçme ve seçilme sistemiyle demokratik, bütünsel ve barışçıl bir yapı teşkil edilmiş olacak. Bu da, parti içinde ve dışında başarıyı getirecek en önemli unsurlardan biri olarak öne çıkacaktır.
Bu adım, Kılıçdaroğlu’nun en büyük arzularından biri olarak, CHP’nin iç barışını güçlendirip partiyi geleceğe hazırlamada kritik bir rol oynayabilir.
Kurultayda mevcut tüzük taslağının kabul edilmeme ihtimali de var elbette. Kurultay delegeleri, hazırlanan taslağı onaylamayabilir ve bu durumda olağanüstü bir kurultay dahi gündeme gelebilir.
Eğer kabul edilirse, birkaç ay sonra bir program kurultayı yapılması da olasılıklar arasında yer alıyor.
Bu kurultay, CHP'nin geleceğine dair önemli kararların verileceği, partinin yönünü belirleyecek bir kurultay. Dileğimiz; Sivas Kongresi’nden alınan ilhamla, CHP’nin tüzüğü yeniden şekillenirken, partinin demokratik yapısı daha da güçlensin. Umut ediyoruz ki bu kurultay, CHP’nin köklü değerlerini koruyarak, daha aydınlık bir Türkiye için atılacak adımların ve merkezi iktidara doğru kararlı bir yürüyüşün başlangıcı olur. Mevcut iktidarın ülkeyi yönetememesinin bir sonucu olarak ufukta -muhtemelen 2026 gibi- güçlü bir şekilde gözüken erken seçim düşünülerek parti içindeki birlik beraberlik ortamı, birleştirici güç olarak Kılıçdaroğlu önderliğinde, bir an önce sağlansın. Tüm bu süreç, ülkemize barış, adalet ve refah getirsin; CHP, halkın umudu olmayı sürdürebilsin.
Sadık ÇELİK
sadikcelik.gorus@gmail.com
MHP'nin ağır topları; Feti Yıldız, Sinan Ateş cinayeti davası nedeniyle suçlamalara hedef olan İzzet Ulvi Yönter ve İsmail Faruk Aksu tarafından yapılan şikayetler üzerine açılan davanın gerekçesi "suç ve suçluyu zincirleme şekilde övme" iddiası. Kılıçdaroğlu için 2,5 ila 3,5 yıl hapis ve TCK 53 kapsamında siyasi yasak talep ediliyor…
Bu şikayet, 2022 yılında yapılmış, fakat dava dosyası uzun süre rafta kalmış. Ne zaman ki CHP Kurultay tarihi netleşti, işte o zaman bu dava dosyası tozlu raflardan indirildi. Rastlantı mı? Belki de kendi doğal rutininde işleyen bir dava süreciydi, olabilir. Ancak zamanlamanın bu kadar manidar oluşu, bu soruyu gündeme getiriyor.
Bir siyasetçiyi susturmanın en kestirme yolu nedir? Hukukun sınırlarını zorlayarak, dokunulmazlık zırhını delmek. Anayasa'nın 83. maddesi, milletvekillerine sağladığı kürsü dokunulmazlığını belirli şartlar altında koruyor. Ancak burada kritik olan, o zırhın ne zaman ve nerede delinebileceği…
Muhtemelen yargı süreci 4-5 yıl sürebilecek bir dava... Peki, sonuç ne olacak? Bir siyasetçinin, nefret ve şiddet içermeyen sözleri yüzünden yargılanması, toplumun vicdanında ne kadar yer bulacak? Yoksa bu dava, sadece bir gövde gösterisi mi? Bir siyasetçi, düşünceleri üzerinden mahkum edilmeye çalışılırken, aslında muhalefete ve topluma verilen mesaj nedir?
Bu dava, sadece bir siyasetçiyi yargılamakla ilgili değil, aynı zamanda Türkiye'de siyasetin ve hukukun nasıl iç içe geçtiğinin bir göstergesi. Taşlar yer değiştirirken, asıl oyunu kimin kazandığını görmek için beklememiz gerekecek. Ama bu oyunda, kaybedenin kim olacağı şimdiden belli gibi: Şeffaflık, adalet ve toplumsal vicdan…
Muhalefeti Dizayn Etme Çabası
Kılıçdaroğlu'nun tekrar gündeme oturduğu, partisi içinde yeniden etkili bir güç olarak öne çıktığı bir dönemde siyasi yasak talep edilmesi, iktidar liderinin klasik "dizayn etme" sanatının bir parçası değil midir?
İktidar, muhalefeti dizayn etme konusunda usta… Böl, parçala, yut... Siyaset mühendisliği… Ortada Mart yerel yönetim seçimlerinden zaferle çıkmış bir muhalefet partisi var ve bu durum iktidar liderinin canını elbette ki çok sıkıyordu… (Tabii bu başarı, sadece bir değişim hikayesinden ibaret değildi. Kılıçdaroğlu’nun liderliğinde 6’lı masanın bir araya getirilmesi ve Türkiye’de sağ seçmenin CHP’ye oy verebilir hale gelmesi, bu zaferin temelinde yatan asıl unsurlardı. 31 Mart yerel yönetim seçimleri, aslında ekilen tohumların ve ilmek ilmek dokunan bir sürecin sonucuydu; sağ seçmenin CHP’ye yönelmesi bu başarının en önemli yapı taşıydı.) Yeni bir hamle olarak iktidar ve Cumhur ittifakı CHP’nin içini karıştırmak istiyor, bu çok açık. Parti birbirine girsin, mümkün mertebe zarar görsün… Yöntem çok, amaç tek: Muhalefeti zayıflatmak, karıştırmak, sarsmak. Parçalı bir görüntüye sebep olarak kitlelere, halka güven vermesinin önüne geçmek. Kılıçdaroğlu’na açılan bu dava da bu stratejinin bir parçası gibi görünüyor.
Ülkede hukuk, adalet ve liyakat kaybolmuş durumda. Enflasyon, faiz oranları, işsizlik, derin yoksulluk… Üretici hakkını alamıyor, tüketici yeterli, nitelikli gıdaya ulaşamıyor. İki taraf da mutsuz… Gençlerde uyuşturucu kullanma yaşı yerlerde… Uyuşturucu çetelerinin hesap görme alanı haline gelmiş ülke. Adeta yangın yeri. CHP’nin bu sorunlarla mücadele etmesi gerekirken, iktidar dikkatleri başka yöne çekmek için partiyi nasıl karıştırırız, nasıl birbirine düşürürüz, nasıl onların iktidara doğru yürüyüşlerini durdururuz diye manevralar yapıyor. Halbuki şimdi tam da CHP’nin güçlü durması, parti değerlerine sahip çıktığını göstermesi, kavga eder görüntüden kurtulması, birlik olması, topluma güven vermesi gereken zaman. Aynı zamanda, kendilerini bugüne getirmiş ve var etmiş olan önceki genel başkanlarına karşı yok sayıcı, incitici ve değersizleştirici tutumlar sergilememesi, ahde vefalı olması da son derece önemli.
Yoksa, bir mağduriyet hikayesi hediye ederek Kılıçdaroğlu’nu yeniden sahneye mi çıkarmak istiyorlar? Açılan siyaset yasağı davasıyla birlikte bu görüş de dile getiriliyor. Güya Erdoğan karşısında İmamoğlu ya da Mansur Yavaş gibi güçlü bir rakip yerine, Kılıçdaroğlu gibi “güçsüz” bir adayla 2028 seçimlerine gitmek istiyor… Bir başka deyişle Tayyip Erdoğan kendi rakibini seçiyor. Dolayısıyla bu dava, Kılıçdaroğlu’nun önünü açmak için ona iktidarın bir hediyesi…
Bu senaryo, ciddiyetsiz ve yakışıksız olabilir, ama komplo teorilerinin iştahını kabarttığı kesin.
Ancak bu, bayatlamış, zamanın ruhuna uygun olmayan bir numara. Bu tür spekülasyonların, Kılıçdaroğlu’nu rencide etmeye yönelik çabadan başka bir anlamı olamaz. Oysa Kılıçdaroğlu'nun mücadelesi, kıymetli ve onurlu bir direniş, bir başarı hikayesi.
Kemal Kılıçdaroğlu, Tunceli'nin küçük bir köyünde, Zaza-Alevi bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Tapu memuru bir babanın ve ev hanımı bir annenin yedi çocuğundan biri olarak, hayatın zorluklarıyla erken yaşta tanıştı. Bu zorluklar, onun azmini kırmadı. İlkokul yıllarını farklı şehirlerde tamamladıktan sonra, Elazığ Ticaret Lisesi’ni birincilikle bitirerek dikkatleri üzerine çekti. Bu başarı, onun için sadece bir başlangıçtı. Ankara’da üniversite eğitimini tamamladıktan sonra, onca parlak adayın arasından sıyrılarak Maliye Bakanlığı’nda hesap uzmanı olarak göreve başladı. Tuncelili bir genç olarak, bir yandan kimliği ve kökeniyle “başa çıkarken”, kariyerinde yükselmeyi de başardı. Fransa'da eğitim gördü, farklı kurumlarda önemli görevler üstlendi.
Nazimiye’nin uzak bir köyünden sırtında sayısız dezavantajla çıkıp, Cumhuriyet’i kuran partinin lideri olarak yıllarca kararlılıkla görev yaptı. Kılıçdaroğlu’nun hayatı, sabırla ve inatla kazandığı bir başarı hikayesidir. Bugün bile mütevazı bir apartman dairesinde yaşayan, gösterişten uzak bir liderdir. Onu küçümseyenler, bu mücadelenin derinliğini göz ardı ediyor.
Tüm bu zorluklara rağmen, Kılıçdaroğlu hiçbir zaman mağdur rolüne bürünmedi. Ne var ki, onu en çok yaralayan darbeler en yakın çevresinden geldi. Kendi siyasi çıkarları uğruna Kılıçdaroğlu'nu itibarsızlaştırmaya çalışanlar, yerel yönetimlerde elde ettikleri başarıları onu yok saymak için kullananlar oldu. Öyle ki, Hacı Bektaş-ı Veli anmalarında dahi, İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nin organize ettiği etkinlikte Kılıçdaroğlu kenara itilmeye çalışıldı, önüne bir sehpa ve bir bardak su bile konmadı, hak ettiği saygıyı görmedi.
Tüm bu içerden ve dışarıdan gelen baskılara ve oyunlara karşı Kılıçdaroğlu, dirayetini korudu, sabrıyla ve kararlılığıyla bu entrikaları boşa çıkardı. Zorluklar karşısında yılmadan, birleştirici lider rolünü sürdürmeye devam etti ve böylece oyunun kurallarını yeniden yazmaya başladı.
Türkiye’de mağduriyetin ekmeğini iki kişi yemiştir. Bunlardan ilki, Erdoğan’dır. Kırklareli’nin Pınarhisar ilçesindeki cezaevinde dört ay yattıktan sonraki süreçte desteği ve şansı yanına alarak ülkenin başına geçmiştir. Vesayetle savaştığını iddia ederek, kendi vesayetini kurmuştur…
İkinci isim ise İmamoğlu’dur. 2019 yerel seçimlerinde İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı seçildi, ancak kazanılmış mazbatası geri alındı. Halk, mağdurun yanında yer alır ve İmamoğlu, tekrarlanan seçimde 806 bin oy farkla zaferini ilan etti. Bu toplumda mağdura destek olmak önemlidir; halkın desteğiyle mağduriyetler güçlendirir, liderlik yolunu açar.
Şimdi ise Kılıçdaroğlu… Zorlama bir dava aracılığıyla sahneye çekilmesi hedefleniyor. Belki de tüzük kurultayının seçimli kurultaya çevrilmesi için Kılıçdaroğlu ve yanındakilere gaz verilmek isteniyor. Adaylık konusunda daha ısrarcı olmaları için yönlendirilmeye çalışılıyorlar. Ancak Kılıçdaroğlu, bu oyuna gelmiyor.
Büyük resme bakıldığında Kılıçdaroğlu’na yönelik siyasi yasak talebi, onu sahneden silmek için atılan bir adım gibi görünse de, tam tersi bir etki yaratacak gibi görünüyor. Bu süreç, CHP’de Kılıçdaroğlu’nun ikinci doğuşu olabilir. Ona ihanet edenler, onun bu saldırılar karşısında geri çekileceğini düşündüler. Sandılar ki Kılıçdaroğlu, bu oyunlara kapılıp herkesten yüz çevirecek, tüm köprüleri atacak... Öyle olmadı. O, bir kez daha birleştirici bir güç olarak sahneye çıktı, tuzağa düşmedi.
Bir insana verilebilecek en büyük cezalardan biri, en yakınlarından, güvendiği kişilerden ihanet görmektir. Siyasette bu tür ihanetler en az özel hayattaki kadar acı verici olabilir. Kılıçdaroğlu, bu türden bir ağır travmayı atlattı ve bu süreçte kişisel kin ya da intikam peşine düşmedi. Bu kişilerle yeniden aynı masaya oturdu. Kılıçdaroğlu isminin ağırlığını, partideki ve halktaki karşılığını hissedenlerin kendisine tekrar yaklaşma çabalarını olgunlukla karşıladı. “Evin babası” gibi davranarak sorumluluklarını yerine getirirken, küçük hesapların peşinde koşmadı. Kendisiyle ilişkisini düzeltmek isteyenlerin, köprülerin atılmaması gerektiğini fark etmeleri çok kıymetlidir. Bu doğrultuda Kılıçdaroğlu’nun, itibarının iadesi için çaba içine girenlere karşı her zaman olduğu gibi olumlu yaklaşım göstermesi de bir o kadar değerlidir. Kılıçdaroğlu, inancının da getirdiği affedicilikle, Hacı Bektaş-ı Veli’nin öğretisini ve Alevi geleneğinin hoşgörüsünü içselleştirmiş bir insan olarak onlarla yemek yemesi, bir araya gelmesi, onları evine kabul etmesi, Kılıçdaroğlu’nu daha da büyüttü. Olası bir erken seçimde ya da 2028’de, zamanında yapılacak cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Kılıçdaroğlu, isminin açılması gereken güçlü bir kart olduğu gerçeğini fark edenlere kapısını yeniden açtı. Kılıçdaroğlu, gelecekte CHP’nin adayı olmasa bile aday olacak kişinin hangisinin yanında durursa ona büyük bir avantaj sağlayacaktır. Bu nedenle, tüm adaylar Kılıçdaroğlu'na gidiyor, çünkü onun partideki ve halktaki ağırlığının farkındalar. Zor, oyunu bozdu. Bu tavrıyla, parti içindeki dağınıklığı toparlayarak CHP’yi geleceğe en iyi şekilde hazırlamaya en yakın kişidir.
Mevcut Özgür Özel yönetimi, muhalefet yapmanın hakkını veremiyor. Süreci yumuşatma ve normalleşme ile heba etmiş durumda. Bu nedenle, partinin Kılıçdaroğlu’na her zamankinden fazla ihtiyacı olduğu pek çok kesim tarafından kabul ediliyor. Özgür Özel’in "Getir sandığı" çağrısına karşılık olarak, Erdoğan'ın böyle bir adım atması elbette beklenemez; zira kaybedeceğini bildiği bir seçime gitmesinin ne manası olabilir? Bu durumda, ana muhalefet partisinin görevi, halk muhalefetini ve kitleleri örgütleyerek, baskıyı artırarak iktidarı seçime gitmek zorunda bırakmaktır. Ancak bu yapılmamıştır.
CHP, “şahsım partisi” değildir. Birileri bu partiyi kişisel bir proje haline getirmek için taşları döşemeye çalışıyor olabilir, ancak Kılıçdaroğlu’nun böyle bir niyet taşımadığı açık. CHP'deki mevcut siyasi figürlerin çoğu, Kılıçdaroğlu’nun Türk siyasetine kazandırdığı isimler. 2028'e doğru kimin aday olacağına dair tartışmalar devam etse de, şunu unutmamak gerekir: CHP’de seçilecek veya aday olacak herkes, Özgür Özel dahil, siyasi kimliğinde Kılıçdaroğlu’nun izlerini taşır. Kılıçdaroğlu’na “ihanet” etmiş olsalar bile, onun siyasi mirası bu isimlerde bir biçimde yaşamaya devam edecektir.
Kılıçdaroğlu için açılan siyasi yasak davasının olası nedenlerine dönersek; CHP’yi karıştırmak, kaleyi içeriden yıkmak, Kılıçdaroğlu ve taraftarlarını adaylık konusunda ısrarcı davranmaya iterek sözümona “rakibini belirlemek” gibi gizli gayeler bir kenara; Kılıçdaroğlu’nun yeniden etkin bir figür olarak sahneye çıkması, Erdoğan ve çevresini tedirgin eden asıl sebep olabilir. Dolayısıyla siyasi yasak davasının altında yatan ana hedef Kılıçdaroğlu’nu gerçekten yasaklı hale getirmek olabilir. Yargı sopasıyla onu siyaset dışına sürmek… Son dönemde CHP içindeki hareketlilik aslında bu endişeyi haklı çıkarıcı ve pekiştirici nitelikte. Özgür Özel’in Mansur Yavaş ev sahipliğinde Kılıçdaroğlu ile bir araya gelmesi… Özgür Özel'in, özellikle tüzük değişiklikleri konusunda Kılıçdaroğlu’ndan fikir alması, onun önerilerine başvurması, eski genel başkanın hala parti üzerinde etkili olduğunu açıkça ortaya koyuyor.
Bu buluşma, İmamoğlu’nun 20 Ağustos’ta Kılıçdaroğlu’nu ziyaret etmesiyle birlikte değerlendirildiğinde, aslında bir güç birliği sinyali veriyor. Muhalefetin yeniden bir araya gelme çabasının bir işareti olarak okunabiliyor.
Dolayısıyla Kılıçdaroğlu’nun partide ve toplumda hala güçlü bir karşılığı olduğunu ve siyasi hayatının aslında bitmediğini görüyoruz. Yaşanan gelişmeler, emekli olup torunlarıyla vakit geçirmesi gerektiğini düşünenlere karşı Kılıçdaroğlu’nun hala siyasetin merkezinde durabildiğini kanıtlıyor.
Siyasi yasak çabalarına rağmen, Kılıçdaroğlu'nun siyasetteki varlığı sona ermiş değil, aksine bu tür hamleler onu daha da güçlendiriyor. 2028’e doğru ilerlerken, Kılıçdaroğlu’nun parti ve ülke muhalefetini birleştirme ve yeniden liderlik etme ihtimali, orada duruyor.
Tüm bu olan biten Kılıçdaroğlu’nun siyaset sahnesinden tamamen çekilmesiyle sonuçlanır mı? Ya da tam tersi, Kılıçdaroğlu’nu daha da güçlendiren bir diriliş hikayesi mi yazılır?
Siyasi yasak talebi ters tepebilir ve Kılıçdaroğlu’nu yeniden liderliğe taşıyabilir. Hatta bu süreç, Kılıçdaroğlu’nu muhalefetin en güçlü kozuna bile dönüştürebilir.
Adaletin Düşüşü
Hukuksuzluk, bugün Türkiye'nin en derin yaralarından biri haline gelmiş durumda. Hak arama özgürlüğü, uzun ve sonuçsuz kalan davalarla adeta boğuluyor. Günbegün hukuk devleti olmaktan uzağa düşüyoruz. Kılıçdaroğlu’nun karşı karşıya kaldığı durum ise, bu çürümüş düzenin bir yansıması.
Erdoğan, cumhurbaşkanlığı seçimine gidildiği süreçte her türlü eleştiriyi, hatta eleştirinin ötesinde hakareti özgürce yapıp ederken, Kılıçdaroğlu’nun cevap verme özgürlüğünü kullanması bile suç olarak kabul edilmiş, iktidar sopasıyla ezilmeye çalışılmış, boyun eğmemiş, hatta Çubuk’ta katledilmeye çalışılmış, yine vazgeçmemiştir ve şimdi de yargı sopasıyla tehdit edilmektedir.
Devletin tüm gücü, iktidarın bir aparatına dönüşmüş; ekonomi, siyaset ve ticaret bu güç tarafından kontrol ediliyor. Siyasi iktidar siyasette de ekonomide de yargıyı adeta “sopa” olarak kullanıyor. Sonra gelsin haksız rekabetler, gitsin siyasi infazlar…
Erdoğan’a veya Cumhur İttifakı'na yakın biriyle bir sebeple karşı karşıya geldiğinizde, mağlup olmaya en yakın aday sizsiniz. Hukuksuzluk ve adaletsizlik sadece mahkeme salonlarında değil, hayatın her alanında hissediliyor. Bu yapı içinde iş yapmak, ticaret yapmak, üretim yapmak çok güç. İnsanlar artık adalete güvenmediği için üretimden çekiliyor, ekonomiyi terk ediyor. Yabancı yatırımcı ülkeden uzak duruyor. Enflasyon, faiz oranları almış başını gitmiş…
Adalet, devletin dinidir. Sarsıldığında, ekonomi çöker, üretim durur. Bugün Türkiye’de yaşanan ekonomik krizlerin ve darboğazın kökeninde de bu adalet zedelenmesi yatıyor.
Kılıçdaroğlu’na getirilen siyasi yasak talebi, bu sancılı düzenin en açık örneği. Bu saldırı, yalnızca bir kişiyi hedef almakla kalmıyor; Türkiye’nin adaletine, hukukuna ve geleceğine yönelik derin bir tehdit oluşturuyor.
***
CHP, Sivas Kongresi'nin 105. yıl dönümünde Sivas’ta, sembolik bir törenle tüzük kurultayını başlatıyor. Mustafa Kemal Atatürk'ün 4-11 Eylül 1919 yılında düzenlediği Sivas Kongresi, milli mücadelenin ve Türkiye Cumhuriyeti’nin temellerinin atıldığı, tarihi bir buluşmadır. Bu kongre CHP’nin 1. kongresi olarak da değerlendirmiştir. Bugün CHP, bu tarihi olayı sembolize eden bir adım atıyor ve tüzük kurultayını, aynı tarihlerde Sivas’ta başlatarak tarihsel mirasına sahip çıkıyor. Partinin köklü geçmişi ile bugünkü demokratik hedefleri arasında güçlü bir köprü kuruyor.
CHP, bu tüzük kurultayında barış ve demokrasi içinde ilerlemeyi hedefliyor. Parti, ön seçimlerin tüm üyeler tarafından, hakim huzurunda yapılmasını sağlayarak ne kadar ileri ve demokratik bir anlayış benimsediğini gösterebilecek mi? Hakim gözetiminde yapılacak bir ön seçim sistemi, özgür siyasetçilerin varlığı için, kendi ayakları üzerinde duran, onurlu siyasetçilerin partiye kazandırılması için olmazsa olmaz bir şart olarak tüzüğe yazılacak mı?
Geçmiş dönemlerde, örgüt denetiminde yapılan ön seçimler, teamül yoklamaları ve genel merkez atamaları ile kontenjan kullanımları, parti içinde huzursuzluklara ve mutsuzluklara yol açtı. Bu süreçler, seçimlere giderken birlik ve bütünlüğün sağlanamamasına neden oldu. Sonuç olarak, partinin büyük bir kesimi seçimlerde yeterince aktif çalışmadı. Çünkü CHP, diğer siyasi partiler gibi biat kültürüne dayanmıyordu ve bu durum, parti içinde bölünmelere ve çatışmalara yol açıyordu. Kaybedenler bir kenara çekiliyor, kazananlar ise tek başlarına seçim kazanma ve partiyi yönetme yükünü üstleniyordu. Bu, partideki çalışma motivasyonunu ve başarıyı olumsuz etkileyen bir faktör haline geliyordu. Belki de CHP’nin iktidar olamamasının sebeplerinden biri de buydu.
Parti içi demokrasi için ön seçim olmazsa olmaz bir şarttır. Şu anki CHP tüzüğü, 12 Eylül öncesindeki parti içi demokrasiden daha geride kalmıştır. Bu yüzden, 12 Eylül öncesi CHP’den daha ileri bir parti içi demokrasiyi ön seçimle hayata geçirmek mutlaka gereklidir. Nitekim SHP döneminde, özellikle Erdal İnönü’nün liderliğinde tüm üyelerle yapılan ön seçimler gerçekleştirilmişti. Bu, zor bir değişiklik olmadığı gibi, hayata geçirilemeyecek uçuk bir talep de değildir. Unutulmamalıdır ki, en kötü ön seçim bile en iyi merkez yoklamasından daha iyidir. Öyle ki 12 Eylül öncesinde, Erdal İnönü ve Bülent Ecevit dönemlerinde genel başkanlara rağmen genel merkeze muhalif olanlar milletvekili adayı olmuş, parti meclisine ve il başkanlığına seçilmiştir.
Hakim huzurunda ve örgütün tüm üyelerini dahil ederek yapılacak bir ön seçim, bu tür müdahaleleri ortadan kaldıracak ve parti içindeki huzursuzlukları büyük ölçüde giderecektir. Bu sistem, delege ağalığını sona erdirecek ve daha kapsayıcı bir karar alma süreci sağlayacaktır. Ayrıca, daha çok seçenekle karar verileceğinden dolayı daha doğru bir sonuç ortaya çıkacaktır. Böylece, daha adil bir süreç sayesinde, kaybeden adaylar bile süreci kabul ederek seçimlere daha güçlü bir şekilde asılacak, partinin kazanması için el birliğiyle çalışacaktır. Parti bütünlüğü sağlanacak, parti enerjisi dağıtılmayacaktır. Ayrıca, adalet isteyen bir parti öncelikle kendi içinde adaleti sağlamış olacak. Ön seçim, aynı zamanda yeni kadroların önünü açacak; partideki zübükler, genel merkeze yalakalık yapanlar, ve parti içindeki lordlar, bu süreçle etkisiz hale gelecektir. Bu kişiler, geçmişte Baykal’ın çevresinde toplanmış, ardından Kılıçdaroğlu’nun etrafına geçmiş ve son olarak kurultayı kaybedince değişim adı altında Özgür Özel’in yanında yer almışlardır. Bu gruplar, her dönemin adamları olarak bilinir ve tutarlılıkları yoktur. Sadece kendi çıkarlarını gözetir, toplumda bir karşılık bulamazlar. Partiye bir değer katmayan bu isimler, partinin belirli aralıklarla gelen “doğal” başarısından faydalanarak konumlarını korurlar. Her dönemde genel merkeze yakın durarak liste başı olan, milletvekili seçilen bu kişiler, hakim denetiminde yapılacak ön seçimlerde listelere giremeyeceklerdir. Daha adil bir seçme ve seçilme sistemiyle demokratik, bütünsel ve barışçıl bir yapı teşkil edilmiş olacak. Bu da, parti içinde ve dışında başarıyı getirecek en önemli unsurlardan biri olarak öne çıkacaktır.
Bu adım, Kılıçdaroğlu’nun en büyük arzularından biri olarak, CHP’nin iç barışını güçlendirip partiyi geleceğe hazırlamada kritik bir rol oynayabilir.
Kurultayda mevcut tüzük taslağının kabul edilmeme ihtimali de var elbette. Kurultay delegeleri, hazırlanan taslağı onaylamayabilir ve bu durumda olağanüstü bir kurultay dahi gündeme gelebilir.
Eğer kabul edilirse, birkaç ay sonra bir program kurultayı yapılması da olasılıklar arasında yer alıyor.
Bu kurultay, CHP'nin geleceğine dair önemli kararların verileceği, partinin yönünü belirleyecek bir kurultay. Dileğimiz; Sivas Kongresi’nden alınan ilhamla, CHP’nin tüzüğü yeniden şekillenirken, partinin demokratik yapısı daha da güçlensin. Umut ediyoruz ki bu kurultay, CHP’nin köklü değerlerini koruyarak, daha aydınlık bir Türkiye için atılacak adımların ve merkezi iktidara doğru kararlı bir yürüyüşün başlangıcı olur. Mevcut iktidarın ülkeyi yönetememesinin bir sonucu olarak ufukta -muhtemelen 2026 gibi- güçlü bir şekilde gözüken erken seçim düşünülerek parti içindeki birlik beraberlik ortamı, birleştirici güç olarak Kılıçdaroğlu önderliğinde, bir an önce sağlansın. Tüm bu süreç, ülkemize barış, adalet ve refah getirsin; CHP, halkın umudu olmayı sürdürebilsin.
Sadık ÇELİK
sadikcelik.gorus@gmail.com
Misafirler için gizlenen link, görmek için
Giriş yap veya üye ol.