SENARİSTİNİN KENDİMİZ OLDUĞU YA RÜYA YA KARABASAN
Altmış yaşındaki Nicolas Cages’in, belki de en durağan rolü ile bulacağımız ancak oyunculuk ve içerik anlamında senaryosu ile her izleyiciyi istisnasız sarsarak düşündürecek, bir film seçkisi olan “Rüya Senaryosu”nun yönetmeni ve senaristi, Kristoffer Borgli.
Hayat bir armağan olduğu kadar senaristi biz isek ve hemen hemen her canlının, yaşadığını sandığı bir göz açıp kapayıncaya kadar geçen süreyi kapsayan ömrün, ne kadarının içinde “kendi alanımızı” inşa etmişiz, temel soru bu.
102 DK boyunca, bilimsel yönden adeta bir deney ve doğal olarak denek sıfatı ile kurgulanmış, Prof. Paul Matthews’in (Nicolas Cages) maceraları, kızlarından birine mutfakta çekim yasası ile başlar. Uçmak, eyleminin derinliği içinde kaybolmuş yaşamların ve ancak bir kez gelinen bir ömrün, elinden ne şekilde uçup gittiği ve adeta “Gençlik bilseydi, ihtiyarlık yapabilseydi” sözünün açılımını sunuyor.
İki kız çocuğu ve iyi bir akademik kariyere sahip Prof.Matthews’in, akademik ama sıradan yaşantısında emeklilik günlerinde, aslında toplumun içine girip, görülmediği ve aktif olarak var olmadığının imgesel olarak bir rüya kahramanı olarak sunuluyor olması; dünyada var olan insan türünün hayallerini gerçekleştiremeden gidenlerin, dizlerini dövmeleri noktasına kadar taşınıyor.
Film, herkesin rüyalarına girmeye başlayan bir Profesörün sadece kendisi ile yüzleşmeye aday olmasının dışında, yaşamı boyunca dokunduğu insanlarda doğal olarak bıraktığı izlerin yansımaları, en çok birlikte olduğu öğrencilerinin profillerinden sunulur.
Hangi öğrenci olmamıştır ki, hocasından nefret etsin, sevsin ya da yetersiz bulsun. Bu kadar saat zamanı birlikte geçiren kişilerin, birbirlerine aynalama yaptığının altını çizerken; insanların hayallerinin uçsuz bucaksız olmasının; gençlikte başka, yaşlılıkta var ama artık değerlendirememe noktasında açılımları, eşi ve eski sevgililer, eşlerin hissiyatlarının doğru tahminleri, genç öğrencinin baba figürü olarak ya da salt cinsellik deneyimlemek üzere gelişirken artık emekli olmuş bir yaşlı ve yapacak hiçbir işi olmayan biri için ise yaşayamadıklarının hayali olacaktır.
Zaman, her zaman değerli bir kavram. Neye sahip olduğunun ve sahip olduğun armağanın kıymetini, zamanın bütününe yaymak ise eşinin rüyasına girerse, hayali ne olurdu sorusunu yönelttiği eşinin; seksi bulacağı bir kostümle, uçarak gelmesi ve kurtarması olurken. Finaldeki sahne, kitap çıktıktan sonra yapacak başka işi de kalmayan, Profesörün eşine ulaşma ve kayıp zamanı telafi edebilme düşü ile bağlanır.
Öğrencilerinin kendisinin aracına, Loser/Kaybeden yazmış olması,
Hayatı boyunca diploma sahibi olmuş, her şeye belli çerçeve, kural, akademik duruş ile ama hiçbir alternatif hobi geliştiremediği gibi kendi kendinin sonunu hazırlayan, yani yaşarken öldüren, aslında hiç yaşamamış olduğunun altını kalın bir kalemle çiziyor.
Film boyunca yalnızlığını, kendini bulma arayışında bir yandan hem akademik, hem genele yayan “ünlü ya da popüler olma” kimliğini irdeleyen, tüketen toplumda derinliğin olmayacağını, olmadığı gibi davranışsal bilişim, psikanaliz gibi çeşitli disiplinlerin argümanlarının da hiçbir işe yaramayacağı, çok iyi bir şekilde anlatılıyor.
Özetle; insan önce kendini bulacak.
Kendini bulunca, mutluluğu tadacak ve mutlu edebilmeyi, hayatın hediyelerinin idrakinde olacak.
Yaşamı güzel kılan, gerçek sevdiklerin ile geçirdiğin kaliteli zamanlar değil midir?
Dostlarının olduğu kadar ders verdiği öğrencilerinin bile istemediği bir birey demek ki hiç yaşamamıştır.
Ölmek mi çözüm yoksa gider-ayak anlayabilinen kadarını düzeltebilmek mi, beyaz perde de hayaller tufanı, yeni teknolojiler, rüya okumalar, rüyalarla buluşmalar, adı altında ileride çok farklı bir dünyanın göstergesini sunarken; bunun imkânsız olmadığını ama ne kadar değişiyor gözükse de her şeyi bozan, insanın yine kendisi olduğunu ısrarla belirtiyor.
Ve finalde adını, Rüya Senaryo, olarak çıkacak kitabının, çıktıktan ve tam da imza gününün olacağı gün “Kâbusun benim” başlığı ile yayınlanması, okuyucularına imza verirken tam da başından yaralanması. Her şeyin yani yaşamının senaristinin her zaman kişinin kendisi olduğunu belirtmesi farklı pencereler açıyor.
İnsanın ne yaparsa, hep kendinin yaptığını; hayallerin kadar var olabileceğini gösteriyor.
Farklı, anlamlı rüya dolu, bir filmde; hep olduğu gibi ancak ileri yaşa gelinince çark eder düşünceler ve tam da orada, KENDİNİ BULMAYA ÇALIŞAN ADAMIN HİKÂYESİ başlar.
Kaçırmayın!
Altmış yaşındaki Nicolas Cages’in, belki de en durağan rolü ile bulacağımız ancak oyunculuk ve içerik anlamında senaryosu ile her izleyiciyi istisnasız sarsarak düşündürecek, bir film seçkisi olan “Rüya Senaryosu”nun yönetmeni ve senaristi, Kristoffer Borgli.
Hayat bir armağan olduğu kadar senaristi biz isek ve hemen hemen her canlının, yaşadığını sandığı bir göz açıp kapayıncaya kadar geçen süreyi kapsayan ömrün, ne kadarının içinde “kendi alanımızı” inşa etmişiz, temel soru bu.
102 DK boyunca, bilimsel yönden adeta bir deney ve doğal olarak denek sıfatı ile kurgulanmış, Prof. Paul Matthews’in (Nicolas Cages) maceraları, kızlarından birine mutfakta çekim yasası ile başlar. Uçmak, eyleminin derinliği içinde kaybolmuş yaşamların ve ancak bir kez gelinen bir ömrün, elinden ne şekilde uçup gittiği ve adeta “Gençlik bilseydi, ihtiyarlık yapabilseydi” sözünün açılımını sunuyor.
İki kız çocuğu ve iyi bir akademik kariyere sahip Prof.Matthews’in, akademik ama sıradan yaşantısında emeklilik günlerinde, aslında toplumun içine girip, görülmediği ve aktif olarak var olmadığının imgesel olarak bir rüya kahramanı olarak sunuluyor olması; dünyada var olan insan türünün hayallerini gerçekleştiremeden gidenlerin, dizlerini dövmeleri noktasına kadar taşınıyor.
Film, herkesin rüyalarına girmeye başlayan bir Profesörün sadece kendisi ile yüzleşmeye aday olmasının dışında, yaşamı boyunca dokunduğu insanlarda doğal olarak bıraktığı izlerin yansımaları, en çok birlikte olduğu öğrencilerinin profillerinden sunulur.
Hangi öğrenci olmamıştır ki, hocasından nefret etsin, sevsin ya da yetersiz bulsun. Bu kadar saat zamanı birlikte geçiren kişilerin, birbirlerine aynalama yaptığının altını çizerken; insanların hayallerinin uçsuz bucaksız olmasının; gençlikte başka, yaşlılıkta var ama artık değerlendirememe noktasında açılımları, eşi ve eski sevgililer, eşlerin hissiyatlarının doğru tahminleri, genç öğrencinin baba figürü olarak ya da salt cinsellik deneyimlemek üzere gelişirken artık emekli olmuş bir yaşlı ve yapacak hiçbir işi olmayan biri için ise yaşayamadıklarının hayali olacaktır.
Zaman, her zaman değerli bir kavram. Neye sahip olduğunun ve sahip olduğun armağanın kıymetini, zamanın bütününe yaymak ise eşinin rüyasına girerse, hayali ne olurdu sorusunu yönelttiği eşinin; seksi bulacağı bir kostümle, uçarak gelmesi ve kurtarması olurken. Finaldeki sahne, kitap çıktıktan sonra yapacak başka işi de kalmayan, Profesörün eşine ulaşma ve kayıp zamanı telafi edebilme düşü ile bağlanır.
Öğrencilerinin kendisinin aracına, Loser/Kaybeden yazmış olması,
Hayatı boyunca diploma sahibi olmuş, her şeye belli çerçeve, kural, akademik duruş ile ama hiçbir alternatif hobi geliştiremediği gibi kendi kendinin sonunu hazırlayan, yani yaşarken öldüren, aslında hiç yaşamamış olduğunun altını kalın bir kalemle çiziyor.
Film boyunca yalnızlığını, kendini bulma arayışında bir yandan hem akademik, hem genele yayan “ünlü ya da popüler olma” kimliğini irdeleyen, tüketen toplumda derinliğin olmayacağını, olmadığı gibi davranışsal bilişim, psikanaliz gibi çeşitli disiplinlerin argümanlarının da hiçbir işe yaramayacağı, çok iyi bir şekilde anlatılıyor.
Özetle; insan önce kendini bulacak.
Kendini bulunca, mutluluğu tadacak ve mutlu edebilmeyi, hayatın hediyelerinin idrakinde olacak.
Yaşamı güzel kılan, gerçek sevdiklerin ile geçirdiğin kaliteli zamanlar değil midir?
Dostlarının olduğu kadar ders verdiği öğrencilerinin bile istemediği bir birey demek ki hiç yaşamamıştır.
Ölmek mi çözüm yoksa gider-ayak anlayabilinen kadarını düzeltebilmek mi, beyaz perde de hayaller tufanı, yeni teknolojiler, rüya okumalar, rüyalarla buluşmalar, adı altında ileride çok farklı bir dünyanın göstergesini sunarken; bunun imkânsız olmadığını ama ne kadar değişiyor gözükse de her şeyi bozan, insanın yine kendisi olduğunu ısrarla belirtiyor.
Ve finalde adını, Rüya Senaryo, olarak çıkacak kitabının, çıktıktan ve tam da imza gününün olacağı gün “Kâbusun benim” başlığı ile yayınlanması, okuyucularına imza verirken tam da başından yaralanması. Her şeyin yani yaşamının senaristinin her zaman kişinin kendisi olduğunu belirtmesi farklı pencereler açıyor.
İnsanın ne yaparsa, hep kendinin yaptığını; hayallerin kadar var olabileceğini gösteriyor.
Farklı, anlamlı rüya dolu, bir filmde; hep olduğu gibi ancak ileri yaşa gelinince çark eder düşünceler ve tam da orada, KENDİNİ BULMAYA ÇALIŞAN ADAMIN HİKÂYESİ başlar.
Kaçırmayın!
Misafirler için gizlenen link, görmek için
Giriş yap veya üye ol.