Salonu aydınlatan üç köşe lambasından birini daha kapatıyorum. Turuncu bir loşluktayız şimdi. Televizyondan yayılan mavimsi ışık, duvarlarda ara sıra parlıyor ve artık hepsini ezberlediğim fotoğrafları ölgünce aydınlatıyor.
Fotoğraflar. Anneme, babama, bana ait fotoğraflar. Gerçekten bizim fotoğraflarımız mı? Hayır. Yaşamın küçücük bir karesinde tesadüfen ve biraz da zorunlu olarak yan yana durmuş insanların fotoğrafları bunlar sadece. Mesela şuna, şu bir nikah töreninden sonra kilise kapısında çekilmiş olanına bakıyorum. Bu beyaz tüller içindeki güzel kadın annem mi? Babam niye öyle uzaklara bakmış? Kendimi bildim bileli bu resme bakarken düşündüğüm şey yine aklıma geliyor. Babam biliyor muydu? Daha evlendiği o ilk gün çekilen resimde, var olan dünyaya değil de öyle bilinmez bir uzaklara doğru bakarken, biliyor muydu? Kararını o gün mü vermişti? Bu çirkin, bu karanlık, bu pis, bu tuzaklarla dolu dünyadan pek yakında çekip gitmeye çoktan mı kararlıydı o gün?
Peki ya şu? Benim bebeklik halime ait olduğu söylenen beyaz çerçeveli resim? Hayır anne. Senin ara sıra nedensiz bir gururla izlediğin resimdeki o bebek ben değilim. Ben senin o "yavrundan" geriye kalanım. Bak. O güzel bebek nasıl ben olabilirim? Resimdeki o bebek öylece sere serpe yatıp, tavanda sadece kendisinin görebildiği renklere bakan, senin elini hisseden, kokunu ayırt edebilen, hatta seni "tanıyabilen" biriydi anne. Bir de bütün bunlardan şu geriye kalana yani bana bak. Ne olur bak. Ben o muyum anne?
Manhattan'a doğru savrularak giden gece tramvayının uğultulu sesleri doluyor salona. Televizyon şimdi reklamlara geçmiş. Her yanı, sadece ağzı değil, gözleri, yüzü hatta sesi ve elleri bile gülen bir kadın, yeni çıkan "şekerli mısır patlağı"nın 'doyulmaz' lezzetini anlatıyor. Son yıllarda benden başka bütün insanlar, şu koca dünyayı dolduran tüm insanlar böyle gülüyor işte. Hepsinin dudakları, gözleri, yüzleri, hatta sesleri, hatta elleri gülüyor.
Koltukta ayaklarını uzatmış, bulmacasını çözmekte olduğu gazete kucağında öylece uyuyakalmış olan kadına, 'anneme' bakıyorum. Beyaz saçları, sabah yaptığım topuz halinde düzgünce kalmış. Akşama doğru yaptığım manikürle biraz olsun güzelleşmiş, kahverengi beneklerle kaplı, fırlak mor damarlı elleri, çaresizce kucağında kıvrılmış. Hafiften horluyor.
"Uyanma anne" diyorum içimden. "Lütfen uyanma, şimdi zamanı değil". Uyanıyor ama. Reklamdaki mısır patlağı sözünü duyar duymaz uyanıyor. Başını hiç bana çevirmeden, "Jess" diyor. "Benim mısır şekerlemeleri bitti, yarın almayı unutma lütfen". "Olur anne" diyorum yüksek sesle. "Yarın". Yarın olmayacak ki? Bunları içimden söylüyorum elbette. Duyarsa üzülür belki. Benim için artık 'yarın' olmayacağını ona söylersem üzülür mü gerçekten?
İki saat sonrasına kurduğum saatin gongu çalıyor. Evdeki tüm saatleri iki saat sonraya ayarladım. O her zamanki gibi bunun farkında değil. Hızlanıyorum. "Gitmeden" önce tüm işleri bitirmem gerek. O'na hiçbir iş bırakmamalıyım. Koşturuyorum. Çamaşırları makineden hızla çıkartıyorum. Sentetik bir gül kokusu yayılıyor salona. Ütü masasına koşturuyorum. O'nun çok sevdiği kırmızı ekoseli uzun eteğinden başlıyorum ütüye. İşlemeli beyaz gömleğini kolalıyorum. Mutfağa geçiyorum. Önce onun kakao kabını yıkıyorum. Sabah kakaosunu kendi yapabilecek mi bakalım? Olsun. Ben yine de yıkayayım.
Salona dönüyorum. Masaya oturuyorum. Sabahtan kesip hazırladığım sarı kağıtlara, 'O' rahatça okuyabilsin diye kocaman harflerle notlar yazıyorum. 'İlaçların'. 'Gecelik ve iç çamaşırların'. 'Saç boyan (tarifi içinde)'. 'Temizlikçinin telefonu'. 'Doktorun telefonu'. 'Kakaon'. 'Şekerlemelerin'.
Hızla koşup, kağıtları ait oldukları yerlere yapıştırıyorum. Salonu, mutfağı, onun ve benim küçücük odalarımızı son bir kez daha gözden geçiriyorum. Tamam. Her şey yerli yerinde. Şimdi gidebilirim artık.
Odama girmeden önce dönüp ona bakıyorum. Televizyon seyretmeye devam ediyor. Benim hiçbir zaman gülemediğim gibi gülen kadını dinleyip seyretmeye devam ediyor. Yavaş bir sesle "iyi geceler anne" diyorum. Sonra biraz daha yüksek bir sesle "ben kendimi öldürmeye gidiyorum" diye ekliyorum.
Cevap vermiyor. Belki de duymadı. Bu kez sadece "iyi geceler anne" diyorum. Odama girip, kapıyı kilitliyorum. Yastığımın altına gizlediğim tabancayı çıkarıyorum. Babamın tabancası bu. Yıllar önce, ben daha üç yaşındayken, babamın kendisini vurduğu tabanca bu. Günlerce provasını yaptığım gibi, kabzasından kavrayıp, soğuk namluyu şakağıma dayıyorum.
Tam o sırada kapım yumruklanmaya başlıyor. Demek söylediklerimi duymuş. Buruk bir sevinç dalgası geçiyor içimden. Bazen beni dinliyormuş demek. Kapıyı yumrukluyor, açmaya çalışıyor ve "neden Jessie neden" diye haykırıyor. "Yalnızım anne, hep ama hep yalnızdım" demeyi düşünüyorum ama söylemiyorum.
Bunu duymuş gibi haykırıyor. "Her an yan yanaydık ve ben senin bu kadar yalnız olduğunu nasıl anlayabilirdim ki?" Değildik anne. Birbirimizin her an yanı başında değildik. Hem ne fark ederdi ki, yan yana olsak bile birbirimizi tanıyamadıktan sonra.
Bunları da söylemiyorum. Parmağım tetiğe kenetleniyor. "Sen benim yavrumsun" diye bağırıyor. Değilim. Ben o yavrudan geriye ne kalmışsa oyum sadece. Gitme zamanım geldi anne, beni durdurmaya çalışma anne, yapamazsın anne".
Bunları da söylemiyorum. Sadece tek bir cümle çıkıyor ağzımdan ve tetiğe basıyorum. "İyi geceler anne"...
Amerikalı oyun yazarı, romancı, senarist, televizyon dizisi yazarı Marsha Norman, kendisini üne kavuşturan İyi Geceler Anne adlı tiyatro oyununda, yıllarca aynı evi paylaşmalarına rağmen, birbirlerinden çoktan kopmuş, apayrı dünyalarda yaşar olmuş bir anne ile kızının dramını benim bu yazdıklarına benzer bir biçimde canlandırdı ve aslında çağımız insanının ne kadar yalnız ve çaresiz olduğunu ortaya koydu.
Marsha Norman, 21 Eylül 1947'de Birleşik Devletler Louisville Kentucky'de doğdu. Bağnazlık ölçüsünde dindar bir ailede yetişti. Televizyon izlemesi, sinemaya gitmesi, öteki çocuklarla oynaması, kibarca ama kesinlikle yasaklanmıştı. Ailesi tarafından tiyatroya yönlendirildi. Daha çok küçük yaşta Louisville'in ünlü Sanatçılar Tiyatrosu'nun bütün oyunlarını izledi.
Agnes Scott College'da felsefe eğitimi gördü. Mezuniyetten sonra gazeteciliğe başladı. Ayrıca Kentucky Eğitim Televizyonu için yazarlık yaptı.
1983'de İyi Geceler Anne adlı tiyatro oyunuyla Pulitzer Drama Ödülü'nü kazandı. Daha sonra Gizli Bahçe, Kırmızı Pabuçlar ve The Color Purple gibi müzikallerin şarkı sözlerini yazdı. Gizli Bahçe için yaptığı çalışmayla ünlü Tony Ödülü'nü kazandı.
1983'te sahnelenen "İyi Geceler Anne" oyunu, Norman'a dünya çapında bir ün sağladı. Babalarının intiharından sonra aynı evde yaşayan sara hastası Jessie ile tüm dünyası televizyon reklamları ve gazete bulmacalarından ibaret olan annesi Thelma'nın bitip tükenmek bilmeyen yalnızlıkları ve sonunda Jessie'nin babasının tabancasıyla intihar etmesini anlatan oyun büyük ilgiyle karşılandı.
Pulitzer'den başka birçok önemli ödül daha kazanan oyun, 1986 yılında filme de çekildi. Sissy Spacek ile Anne Bancroft'un rol aldığı filmin senaryosunu yazan Marsha Norton, filmin uyarlamasını da yaptı.
Marsha Norman, şu sıralarda evinde yalnız yaşıyor ve bir çoğumuz gibi onun da "iyi geceler..." diyebileceği bir kimsesi yok.
İyi geceler efendim...
Fotoğraflar. Anneme, babama, bana ait fotoğraflar. Gerçekten bizim fotoğraflarımız mı? Hayır. Yaşamın küçücük bir karesinde tesadüfen ve biraz da zorunlu olarak yan yana durmuş insanların fotoğrafları bunlar sadece. Mesela şuna, şu bir nikah töreninden sonra kilise kapısında çekilmiş olanına bakıyorum. Bu beyaz tüller içindeki güzel kadın annem mi? Babam niye öyle uzaklara bakmış? Kendimi bildim bileli bu resme bakarken düşündüğüm şey yine aklıma geliyor. Babam biliyor muydu? Daha evlendiği o ilk gün çekilen resimde, var olan dünyaya değil de öyle bilinmez bir uzaklara doğru bakarken, biliyor muydu? Kararını o gün mü vermişti? Bu çirkin, bu karanlık, bu pis, bu tuzaklarla dolu dünyadan pek yakında çekip gitmeye çoktan mı kararlıydı o gün?
Peki ya şu? Benim bebeklik halime ait olduğu söylenen beyaz çerçeveli resim? Hayır anne. Senin ara sıra nedensiz bir gururla izlediğin resimdeki o bebek ben değilim. Ben senin o "yavrundan" geriye kalanım. Bak. O güzel bebek nasıl ben olabilirim? Resimdeki o bebek öylece sere serpe yatıp, tavanda sadece kendisinin görebildiği renklere bakan, senin elini hisseden, kokunu ayırt edebilen, hatta seni "tanıyabilen" biriydi anne. Bir de bütün bunlardan şu geriye kalana yani bana bak. Ne olur bak. Ben o muyum anne?
Manhattan'a doğru savrularak giden gece tramvayının uğultulu sesleri doluyor salona. Televizyon şimdi reklamlara geçmiş. Her yanı, sadece ağzı değil, gözleri, yüzü hatta sesi ve elleri bile gülen bir kadın, yeni çıkan "şekerli mısır patlağı"nın 'doyulmaz' lezzetini anlatıyor. Son yıllarda benden başka bütün insanlar, şu koca dünyayı dolduran tüm insanlar böyle gülüyor işte. Hepsinin dudakları, gözleri, yüzleri, hatta sesleri, hatta elleri gülüyor.
Koltukta ayaklarını uzatmış, bulmacasını çözmekte olduğu gazete kucağında öylece uyuyakalmış olan kadına, 'anneme' bakıyorum. Beyaz saçları, sabah yaptığım topuz halinde düzgünce kalmış. Akşama doğru yaptığım manikürle biraz olsun güzelleşmiş, kahverengi beneklerle kaplı, fırlak mor damarlı elleri, çaresizce kucağında kıvrılmış. Hafiften horluyor.
"Uyanma anne" diyorum içimden. "Lütfen uyanma, şimdi zamanı değil". Uyanıyor ama. Reklamdaki mısır patlağı sözünü duyar duymaz uyanıyor. Başını hiç bana çevirmeden, "Jess" diyor. "Benim mısır şekerlemeleri bitti, yarın almayı unutma lütfen". "Olur anne" diyorum yüksek sesle. "Yarın". Yarın olmayacak ki? Bunları içimden söylüyorum elbette. Duyarsa üzülür belki. Benim için artık 'yarın' olmayacağını ona söylersem üzülür mü gerçekten?
İki saat sonrasına kurduğum saatin gongu çalıyor. Evdeki tüm saatleri iki saat sonraya ayarladım. O her zamanki gibi bunun farkında değil. Hızlanıyorum. "Gitmeden" önce tüm işleri bitirmem gerek. O'na hiçbir iş bırakmamalıyım. Koşturuyorum. Çamaşırları makineden hızla çıkartıyorum. Sentetik bir gül kokusu yayılıyor salona. Ütü masasına koşturuyorum. O'nun çok sevdiği kırmızı ekoseli uzun eteğinden başlıyorum ütüye. İşlemeli beyaz gömleğini kolalıyorum. Mutfağa geçiyorum. Önce onun kakao kabını yıkıyorum. Sabah kakaosunu kendi yapabilecek mi bakalım? Olsun. Ben yine de yıkayayım.
Salona dönüyorum. Masaya oturuyorum. Sabahtan kesip hazırladığım sarı kağıtlara, 'O' rahatça okuyabilsin diye kocaman harflerle notlar yazıyorum. 'İlaçların'. 'Gecelik ve iç çamaşırların'. 'Saç boyan (tarifi içinde)'. 'Temizlikçinin telefonu'. 'Doktorun telefonu'. 'Kakaon'. 'Şekerlemelerin'.
Hızla koşup, kağıtları ait oldukları yerlere yapıştırıyorum. Salonu, mutfağı, onun ve benim küçücük odalarımızı son bir kez daha gözden geçiriyorum. Tamam. Her şey yerli yerinde. Şimdi gidebilirim artık.
Odama girmeden önce dönüp ona bakıyorum. Televizyon seyretmeye devam ediyor. Benim hiçbir zaman gülemediğim gibi gülen kadını dinleyip seyretmeye devam ediyor. Yavaş bir sesle "iyi geceler anne" diyorum. Sonra biraz daha yüksek bir sesle "ben kendimi öldürmeye gidiyorum" diye ekliyorum.
Cevap vermiyor. Belki de duymadı. Bu kez sadece "iyi geceler anne" diyorum. Odama girip, kapıyı kilitliyorum. Yastığımın altına gizlediğim tabancayı çıkarıyorum. Babamın tabancası bu. Yıllar önce, ben daha üç yaşındayken, babamın kendisini vurduğu tabanca bu. Günlerce provasını yaptığım gibi, kabzasından kavrayıp, soğuk namluyu şakağıma dayıyorum.
Tam o sırada kapım yumruklanmaya başlıyor. Demek söylediklerimi duymuş. Buruk bir sevinç dalgası geçiyor içimden. Bazen beni dinliyormuş demek. Kapıyı yumrukluyor, açmaya çalışıyor ve "neden Jessie neden" diye haykırıyor. "Yalnızım anne, hep ama hep yalnızdım" demeyi düşünüyorum ama söylemiyorum.
Bunu duymuş gibi haykırıyor. "Her an yan yanaydık ve ben senin bu kadar yalnız olduğunu nasıl anlayabilirdim ki?" Değildik anne. Birbirimizin her an yanı başında değildik. Hem ne fark ederdi ki, yan yana olsak bile birbirimizi tanıyamadıktan sonra.
Bunları da söylemiyorum. Parmağım tetiğe kenetleniyor. "Sen benim yavrumsun" diye bağırıyor. Değilim. Ben o yavrudan geriye ne kalmışsa oyum sadece. Gitme zamanım geldi anne, beni durdurmaya çalışma anne, yapamazsın anne".
Bunları da söylemiyorum. Sadece tek bir cümle çıkıyor ağzımdan ve tetiğe basıyorum. "İyi geceler anne"...
Amerikalı oyun yazarı, romancı, senarist, televizyon dizisi yazarı Marsha Norman, kendisini üne kavuşturan İyi Geceler Anne adlı tiyatro oyununda, yıllarca aynı evi paylaşmalarına rağmen, birbirlerinden çoktan kopmuş, apayrı dünyalarda yaşar olmuş bir anne ile kızının dramını benim bu yazdıklarına benzer bir biçimde canlandırdı ve aslında çağımız insanının ne kadar yalnız ve çaresiz olduğunu ortaya koydu.
Marsha Norman, 21 Eylül 1947'de Birleşik Devletler Louisville Kentucky'de doğdu. Bağnazlık ölçüsünde dindar bir ailede yetişti. Televizyon izlemesi, sinemaya gitmesi, öteki çocuklarla oynaması, kibarca ama kesinlikle yasaklanmıştı. Ailesi tarafından tiyatroya yönlendirildi. Daha çok küçük yaşta Louisville'in ünlü Sanatçılar Tiyatrosu'nun bütün oyunlarını izledi.
Agnes Scott College'da felsefe eğitimi gördü. Mezuniyetten sonra gazeteciliğe başladı. Ayrıca Kentucky Eğitim Televizyonu için yazarlık yaptı.
1983'de İyi Geceler Anne adlı tiyatro oyunuyla Pulitzer Drama Ödülü'nü kazandı. Daha sonra Gizli Bahçe, Kırmızı Pabuçlar ve The Color Purple gibi müzikallerin şarkı sözlerini yazdı. Gizli Bahçe için yaptığı çalışmayla ünlü Tony Ödülü'nü kazandı.
1983'te sahnelenen "İyi Geceler Anne" oyunu, Norman'a dünya çapında bir ün sağladı. Babalarının intiharından sonra aynı evde yaşayan sara hastası Jessie ile tüm dünyası televizyon reklamları ve gazete bulmacalarından ibaret olan annesi Thelma'nın bitip tükenmek bilmeyen yalnızlıkları ve sonunda Jessie'nin babasının tabancasıyla intihar etmesini anlatan oyun büyük ilgiyle karşılandı.
Pulitzer'den başka birçok önemli ödül daha kazanan oyun, 1986 yılında filme de çekildi. Sissy Spacek ile Anne Bancroft'un rol aldığı filmin senaryosunu yazan Marsha Norton, filmin uyarlamasını da yaptı.
Marsha Norman, şu sıralarda evinde yalnız yaşıyor ve bir çoğumuz gibi onun da "iyi geceler..." diyebileceği bir kimsesi yok.
İyi geceler efendim...