Birgün yazarı Müslüm Gülhan, camialardan yetişen teknik direktörlerin yaşadığı haksızlığı kaleme aldı...
Futbolun ayrı bir iktisat kurgusu olsa da tüm başkanları bağlayan ve değerlendirilmesi gereken Howard Schultz'un bir yorumu ile başlamak istiyorum: "Yıllarca beraber çalıştıktan sonra tespit ettiğim şey, Starbucks'ın onların sayesinde büyüyüp genişlediğidir. Egomun ve korkularımın, onların işlerine yapmasına engel olmasına izin verseydim, güçlü, insan odaklı değerlere sahip sürdürülebilir bir şirkete dönüşemezdik." Cruyff'un kendini anlatan o muhteşem 'Benim Oyunum' kitabı ise antrenörler için bir rehber özelliğini taşır. Sanırım öncelikle ülkelerin kendi ekollerini yaratıp, ekollerine sahip çıkmaları için yaptığı yorumla işe başlamak gerek. Bizim çıkmazımız burada başlamaktadır. "Gelişmenin yolunun İspanya veya İtalya'da yapılanları kopyalamaktan değil, önce kendine bakmak ve kendine bakıp becerilerini saptamak ve eksiklerini gidermek demektir. Bir Almandan, Hollandalı ya da İtalyan gibi oynaması gerektiği talebinde bulunamazsınız. Önce kendinizi anlayacaksınız. Baştan beri felsefem buydu. Mesele tamamen temel niteliklerle ilgilidir." Türkiye'de oynanan futbolun 'ekol' olarak bir kültürel tanımı olmadığı ve kulüplerin bu konuda oturmuş prensipleri olmadığı için takımların teknik ve taktik bütünlüğü antrenörlerin donanımlarına kalmaktadır. O zaman da antrenörler adına ortaya çok daha fazla beklentiler çıkmaktadır. Eğer iş antrenöre kalıyorsa ki doğru... Profesyonel bir işi icra ettiği için antrenmanda, soyunma odasında, saha içi ve saha kenarındaki tüm uygulamaları futbolcularını ikna edici 'bilgi' ve 'donanım' düzeyinde olmak zorundadır. Türkiye'de antrenörler için bu ne kadar geçerli tartışılır... Futboldaki her alan kendi üstene karşı sorumluluk taşır. Aradaki kurguların senkronize olması iletişim becerisi ve organizasyon bütünlüğüne bağlıdır. Buradaki esas tamamlayıcı unsur, bu hiyerarşik kurgu içinde herkesin kendi görev tanımlarına sadık kalmalarıdır. Bu sadakat, aynı zamanda kendi alanında sorumluluk ve risk alarak bir değer yaratma unsurunu da içerisinde taşır ki futbol başarıya endeksli bir oyun ise bu kaçınılmaz olarak olması gereken bir olgudur. Buradaki esas faktör; mesleki bilgisi ile kişiliğinin bütünlüğünden ortaya çıkan antrenörün kişisel meslek prensipleridir. Her antrenör için farklıklar gösterir ve geçerli olup olmaması bu bütünlüğün ortaya koyacağı sürdürülebilir başarıya bağlıdır. Mesleki bilginin tüm unsurlarını içeren teknik ve taktik faktörlerin hepsi, antrenörlük genel metodolojisinin bilgisi dışında kendi 'entelektüel' yapısı çerçevesinde oluşturduğu felsefesine ve prensiplerine uygun eğitim yöntemini bulmasıdır. Teknik ve taktik ana menüdür, fiziksel, psikolojik ve sosyal unsurlar ise temel özelliklerin bilinmesi gereken mesleki içeriklerdir. Futbol küresel bir oyundur. Antrenör için geçerli olan durum karşısında kendi donanımlar içindeki tutum ve davranışlar devreye girmelidir ki; edinmek zorunda olduğu 'bilgi' ile ortaya koyacağı 'prensipler' de 'küresel' kültürün unsurları ile geçerlilik kazanabilsin. İsmail Kartal, Okan Buruk ve Sergen Yalçın kendi kulüp kültürü içinde yetişmiş ve alabildikleri kadar (!) 'kurumsal kültür' kodlarına sahip kişilerdir. Peki üç takımın da kulüp kodlarındaki farklılıklar ve ayrıntılar nelerdir? Türkiye, yönetim mekanizmaları konusunda rencide edilen bir ülkedir. Kişisel beklentiler ve bu uğurda heba edilen geleneksel davranış kodları sekteye uğratılarak, adeta kişiselleştirilmektedir. Kulüpler, sosyal normları ve bu normlar sayesinde oluşturulan hikayeler yok edilerek, yenileşme adı altında adeta bir 'rant' kurgusu haline getirilmektedir. Şu an için kulüplerin 'kurumsal' yapılarının sürdürülebilir olmasının önündeki en büyük tehlike budur. Fenerbahçe haber değeri çok yüksek medyatik bir takımdır. İçerdekiler de ve dışardakiler de buradan beslenirler. Büyük kitle hareketler içinde bulunsalar da öznel davranış kodları çok kuvvetli olmasından dolayı aynı zamanda tehlikelidir. İsmail Kartal bu öznel yapı içinde yetişen biridir. Müjdat, Önder, Hasan, Sedat ve kendisi öznel yapı içinde bir güç oluşturarak değişkenlik gösteren diğer gruplar ve bireyler üzerinde yetkinlik kurarak bir iktidar mücadelesi içinde bulunmuş kişidir. Bu gücü, o zaman zarfındaki yönetim ve grup liderleri tarafında da girilen ilişkiler ile kuvvetlendirip, özellikle medya ile kurulan diyalog öznelliği farklılaştırıp ayrıştıran bir metot haline getirmişti. Antrenör olarak 'kollektif' bütünlüğü uygulama zorunluluğu, onu ne kadar ikna edecek bu bir muamma olarak gözüküyor. Aziz Yıldırım döneminde olduğu gibi, hiyerarşi kurgudaki 'feodal ilişki' sınırlarında başkana açacağı alan çok geniş olacağından (basın toplantısında bu çok net belli oldu), öznel bir etkiye edeceği müsaadenin vereceği zarar en başta kendisini etkileyecektir. Taktik ve teknik olarak olması gereken düzeyi hakkında bugüne kadar uygulamaları çok net bir kimlik ortaya koymazken, süreç sıkıntılı işleyeceğe benziyor. Ve camiada kartlar açık oynanmaktadır. Kimse kimseyi koruma veya 'kurumsal' tavır alarak süreci yönetme gibi tutum içinde değildir. Kim ne kadar zarara görecekse görür. İsmail Kartal'ın işi çok zor. Ve yönetmesi gereken krizleri öznel olarak bilmesine rağmen, 'kurumsal' olarak bilmediğinden nasıl başa çıkacağı belli değil. Tek çıkış yolu; kulüp kimliği üzerinden duygusal ajitasyon ile kamuoyu oluşturmak zorunda kalması olur. Galatasaray daha bürokratik bir kurumdur. Okan Buruk bu konuda çok şanslı. Onun da teknik ve taktik bir kimliği oluşmamasına rağmen saha içindeki oyuncu aklı (!) onu başarılı kıldı. Galatasaray'da 'kurumsal kültür' çok kuvvetlidir. Süreç muhakkak bu beklenti üzerinde şekillenir. Kim olursa olsun herkeste koruma iç güdüsü hakimdir. Lise kültürü hala kulübe egemendir ve geçerlidir. Kriz çok iyi yönetilir. Futbolcu ve antrenörler korunarak yönetilir ve bir noktada olayın iç mesele olarak kalıp çözüme kavuşturulması sağlanır. Mesela, hem derin ilişkiler hem de cemaat meselesinde süreç kişiselleştirilerek kulüp zarar görmeyecek şekilde yönetilip tüm olumsuzluklar dışarda kalması sağlandı. Okan Buruk başarısız olsa da hata yapsa da muhakkak suretle korunup yönetilerek içinden çıkmasına yardımcı olundu. İyi yönetildi... Icardi'nin transferine ilk etapta karşı çıkmasına rağmen, Erden Timur'un süreci iyi yönetip, onu kadroya katması sayesinde hem takım şampiyon oldu hem de Okan Buruk şampiyon yapmış oldu. Ama sorun dışarıya yansımadı. Bir mağlubiyeti Gomis'in üzerinden bertaraf etmeye kalkışması ki çok kötü bir tavır-yine yönetim engelleyerek hatalı olmasına rağmen onu ve Gomis'i koruyarak süreç yönetildi. Beşiktaş'ta durum çok daha farklı. Öncelikle Sergen Yalçın üzerinden değerlendirirsek; belki de Türkiye'de antrenörler içinde kendi felsefesini ve oyun prensiplerini oluşturan bir kimliğe sahip tek antrenördür. Beşiktaş halkın takımı olarak kimlik kazanmış bir kulüptü! Ama son 20 yıl içerisinde bu kimliğini kaybetti. Son 10 yıl içerisinde-özellikle Aşçıoğlu'nun yapım işini aldığı 'Fulya Projesi' sonuçlarıyla birlikte (!) adeta bir diasporasının yönettiği takım haline geldi. 'Kurumsal' kimlik tamamen erozyona uğramakla birlikte, Süleyman Seba döneminin sonuna kadar oluşmuş olan 'kurumsal kültür' adeta yok edildi. İşte bunun en iyi örneğini Sergen Yalçın yaşadı! Seba dönemi kodları içinde yetişmiş olan Yalçın, gelip 13 kişi ile takımı şampiyon yapması ve neyi nasıl yapması gerektiğini- aldığı kültür sayesinde- Başkan ve yöneticilerden çok daha iyi bilmesi, Çebi ve tüm yönetimini o kadar rahatsız etti ki-çünkü bu bertaraf etmek istedikleri sistemdi-ne yapıp-edip Sergen Yalçın'ın ayrılması sağlandı. Çünkü, gelinen noktada, kendilerine göre bir ticari yapı oluşturmak için Genel Kurul işleyişini BJK üzerinden alarak-kişisel beklenti haline getirdikten sonra, hem tribünlerdeki demokrafik yapıyı hem de kulüp yönetim yapısını değiştirerek kulübü artık kontrol edilebilir hale getirdiler. İşte, Sergen Yalçın son Beşiktaşlı olarak tüm bunlara rağmen başarılı oldu.
Futbolun ayrı bir iktisat kurgusu olsa da tüm başkanları bağlayan ve değerlendirilmesi gereken Howard Schultz'un bir yorumu ile başlamak istiyorum: "Yıllarca beraber çalıştıktan sonra tespit ettiğim şey, Starbucks'ın onların sayesinde büyüyüp genişlediğidir. Egomun ve korkularımın, onların işlerine yapmasına engel olmasına izin verseydim, güçlü, insan odaklı değerlere sahip sürdürülebilir bir şirkete dönüşemezdik." Cruyff'un kendini anlatan o muhteşem 'Benim Oyunum' kitabı ise antrenörler için bir rehber özelliğini taşır. Sanırım öncelikle ülkelerin kendi ekollerini yaratıp, ekollerine sahip çıkmaları için yaptığı yorumla işe başlamak gerek. Bizim çıkmazımız burada başlamaktadır. "Gelişmenin yolunun İspanya veya İtalya'da yapılanları kopyalamaktan değil, önce kendine bakmak ve kendine bakıp becerilerini saptamak ve eksiklerini gidermek demektir. Bir Almandan, Hollandalı ya da İtalyan gibi oynaması gerektiği talebinde bulunamazsınız. Önce kendinizi anlayacaksınız. Baştan beri felsefem buydu. Mesele tamamen temel niteliklerle ilgilidir." Türkiye'de oynanan futbolun 'ekol' olarak bir kültürel tanımı olmadığı ve kulüplerin bu konuda oturmuş prensipleri olmadığı için takımların teknik ve taktik bütünlüğü antrenörlerin donanımlarına kalmaktadır. O zaman da antrenörler adına ortaya çok daha fazla beklentiler çıkmaktadır. Eğer iş antrenöre kalıyorsa ki doğru... Profesyonel bir işi icra ettiği için antrenmanda, soyunma odasında, saha içi ve saha kenarındaki tüm uygulamaları futbolcularını ikna edici 'bilgi' ve 'donanım' düzeyinde olmak zorundadır. Türkiye'de antrenörler için bu ne kadar geçerli tartışılır... Futboldaki her alan kendi üstene karşı sorumluluk taşır. Aradaki kurguların senkronize olması iletişim becerisi ve organizasyon bütünlüğüne bağlıdır. Buradaki esas tamamlayıcı unsur, bu hiyerarşik kurgu içinde herkesin kendi görev tanımlarına sadık kalmalarıdır. Bu sadakat, aynı zamanda kendi alanında sorumluluk ve risk alarak bir değer yaratma unsurunu da içerisinde taşır ki futbol başarıya endeksli bir oyun ise bu kaçınılmaz olarak olması gereken bir olgudur. Buradaki esas faktör; mesleki bilgisi ile kişiliğinin bütünlüğünden ortaya çıkan antrenörün kişisel meslek prensipleridir. Her antrenör için farklıklar gösterir ve geçerli olup olmaması bu bütünlüğün ortaya koyacağı sürdürülebilir başarıya bağlıdır. Mesleki bilginin tüm unsurlarını içeren teknik ve taktik faktörlerin hepsi, antrenörlük genel metodolojisinin bilgisi dışında kendi 'entelektüel' yapısı çerçevesinde oluşturduğu felsefesine ve prensiplerine uygun eğitim yöntemini bulmasıdır. Teknik ve taktik ana menüdür, fiziksel, psikolojik ve sosyal unsurlar ise temel özelliklerin bilinmesi gereken mesleki içeriklerdir. Futbol küresel bir oyundur. Antrenör için geçerli olan durum karşısında kendi donanımlar içindeki tutum ve davranışlar devreye girmelidir ki; edinmek zorunda olduğu 'bilgi' ile ortaya koyacağı 'prensipler' de 'küresel' kültürün unsurları ile geçerlilik kazanabilsin. İsmail Kartal, Okan Buruk ve Sergen Yalçın kendi kulüp kültürü içinde yetişmiş ve alabildikleri kadar (!) 'kurumsal kültür' kodlarına sahip kişilerdir. Peki üç takımın da kulüp kodlarındaki farklılıklar ve ayrıntılar nelerdir? Türkiye, yönetim mekanizmaları konusunda rencide edilen bir ülkedir. Kişisel beklentiler ve bu uğurda heba edilen geleneksel davranış kodları sekteye uğratılarak, adeta kişiselleştirilmektedir. Kulüpler, sosyal normları ve bu normlar sayesinde oluşturulan hikayeler yok edilerek, yenileşme adı altında adeta bir 'rant' kurgusu haline getirilmektedir. Şu an için kulüplerin 'kurumsal' yapılarının sürdürülebilir olmasının önündeki en büyük tehlike budur. Fenerbahçe haber değeri çok yüksek medyatik bir takımdır. İçerdekiler de ve dışardakiler de buradan beslenirler. Büyük kitle hareketler içinde bulunsalar da öznel davranış kodları çok kuvvetli olmasından dolayı aynı zamanda tehlikelidir. İsmail Kartal bu öznel yapı içinde yetişen biridir. Müjdat, Önder, Hasan, Sedat ve kendisi öznel yapı içinde bir güç oluşturarak değişkenlik gösteren diğer gruplar ve bireyler üzerinde yetkinlik kurarak bir iktidar mücadelesi içinde bulunmuş kişidir. Bu gücü, o zaman zarfındaki yönetim ve grup liderleri tarafında da girilen ilişkiler ile kuvvetlendirip, özellikle medya ile kurulan diyalog öznelliği farklılaştırıp ayrıştıran bir metot haline getirmişti. Antrenör olarak 'kollektif' bütünlüğü uygulama zorunluluğu, onu ne kadar ikna edecek bu bir muamma olarak gözüküyor. Aziz Yıldırım döneminde olduğu gibi, hiyerarşi kurgudaki 'feodal ilişki' sınırlarında başkana açacağı alan çok geniş olacağından (basın toplantısında bu çok net belli oldu), öznel bir etkiye edeceği müsaadenin vereceği zarar en başta kendisini etkileyecektir. Taktik ve teknik olarak olması gereken düzeyi hakkında bugüne kadar uygulamaları çok net bir kimlik ortaya koymazken, süreç sıkıntılı işleyeceğe benziyor. Ve camiada kartlar açık oynanmaktadır. Kimse kimseyi koruma veya 'kurumsal' tavır alarak süreci yönetme gibi tutum içinde değildir. Kim ne kadar zarara görecekse görür. İsmail Kartal'ın işi çok zor. Ve yönetmesi gereken krizleri öznel olarak bilmesine rağmen, 'kurumsal' olarak bilmediğinden nasıl başa çıkacağı belli değil. Tek çıkış yolu; kulüp kimliği üzerinden duygusal ajitasyon ile kamuoyu oluşturmak zorunda kalması olur. Galatasaray daha bürokratik bir kurumdur. Okan Buruk bu konuda çok şanslı. Onun da teknik ve taktik bir kimliği oluşmamasına rağmen saha içindeki oyuncu aklı (!) onu başarılı kıldı. Galatasaray'da 'kurumsal kültür' çok kuvvetlidir. Süreç muhakkak bu beklenti üzerinde şekillenir. Kim olursa olsun herkeste koruma iç güdüsü hakimdir. Lise kültürü hala kulübe egemendir ve geçerlidir. Kriz çok iyi yönetilir. Futbolcu ve antrenörler korunarak yönetilir ve bir noktada olayın iç mesele olarak kalıp çözüme kavuşturulması sağlanır. Mesela, hem derin ilişkiler hem de cemaat meselesinde süreç kişiselleştirilerek kulüp zarar görmeyecek şekilde yönetilip tüm olumsuzluklar dışarda kalması sağlandı. Okan Buruk başarısız olsa da hata yapsa da muhakkak suretle korunup yönetilerek içinden çıkmasına yardımcı olundu. İyi yönetildi... Icardi'nin transferine ilk etapta karşı çıkmasına rağmen, Erden Timur'un süreci iyi yönetip, onu kadroya katması sayesinde hem takım şampiyon oldu hem de Okan Buruk şampiyon yapmış oldu. Ama sorun dışarıya yansımadı. Bir mağlubiyeti Gomis'in üzerinden bertaraf etmeye kalkışması ki çok kötü bir tavır-yine yönetim engelleyerek hatalı olmasına rağmen onu ve Gomis'i koruyarak süreç yönetildi. Beşiktaş'ta durum çok daha farklı. Öncelikle Sergen Yalçın üzerinden değerlendirirsek; belki de Türkiye'de antrenörler içinde kendi felsefesini ve oyun prensiplerini oluşturan bir kimliğe sahip tek antrenördür. Beşiktaş halkın takımı olarak kimlik kazanmış bir kulüptü! Ama son 20 yıl içerisinde bu kimliğini kaybetti. Son 10 yıl içerisinde-özellikle Aşçıoğlu'nun yapım işini aldığı 'Fulya Projesi' sonuçlarıyla birlikte (!) adeta bir diasporasının yönettiği takım haline geldi. 'Kurumsal' kimlik tamamen erozyona uğramakla birlikte, Süleyman Seba döneminin sonuna kadar oluşmuş olan 'kurumsal kültür' adeta yok edildi. İşte bunun en iyi örneğini Sergen Yalçın yaşadı! Seba dönemi kodları içinde yetişmiş olan Yalçın, gelip 13 kişi ile takımı şampiyon yapması ve neyi nasıl yapması gerektiğini- aldığı kültür sayesinde- Başkan ve yöneticilerden çok daha iyi bilmesi, Çebi ve tüm yönetimini o kadar rahatsız etti ki-çünkü bu bertaraf etmek istedikleri sistemdi-ne yapıp-edip Sergen Yalçın'ın ayrılması sağlandı. Çünkü, gelinen noktada, kendilerine göre bir ticari yapı oluşturmak için Genel Kurul işleyişini BJK üzerinden alarak-kişisel beklenti haline getirdikten sonra, hem tribünlerdeki demokrafik yapıyı hem de kulüp yönetim yapısını değiştirerek kulübü artık kontrol edilebilir hale getirdiler. İşte, Sergen Yalçın son Beşiktaşlı olarak tüm bunlara rağmen başarılı oldu.