Tağşiş ve sahtecilik… Herkesin zihninde belki farklı çağrışımlar yapıyor ama işin özünde aynı şey: Hile. Tağşiş, bir ürüne bilerek ve isteyerek, menfaat sağlamak için başka bir madde karıştırmak demek. Sahtecilik ise tamamen taklit etmek, yani tüketiciyi açıkça aldatmak. Al birini vur ötekine… Tencere dibin kara, seninki benden kara meselesi. Biri kaliteyi düşürerek aldatır, diğeri tamamen sahtesini yapar. Sonuçta, iki taraf da tüketicinin güvenini sarsar ve yaşamın her alanına yayılmış bu gizli düzenin bir parçası olur.
***
Gıda sahtekarlığı, sadece etik bir sorun değil, aynı zamanda halk sağlığını doğrudan etkileyen kritik bir mesele. Son dönemde ülke gündemini meşgul eden Köfteci Yusuf meselesi de bunun çarpıcı bir örneği oldu. Domuz eti kullanıldığı iddiaları kamuoyunda da pek çok spekülasyon ve tartışmaya yol açtı. Ancak, olayın arka planında gerçekten ne olup bittiğine dair henüz kesin bir bilgi yok. Ortada birçok farklı iddia, teori ve dedikodu dolaşıyor.
İddialardan biri, firmanın son birkaç yıldır domuz eti ithal ettiğine dair söylentiler. Etin işlenerek dış piyasaya satılması amacıyla ülkeye getirildiği, yani transit ticaret yapılmak istendiği, ancak bunun yerine iç piyasaya sürüldüğü, sonra da ürünlere bir biçimde, yanlışlıkla veya bilinçli olarak karıştığı iddia ediliyor. Eğer bu senaryo gerçekse, bu durum yalnızca bir gıda sahtekarlığı değil, daha büyük çapta bir ithalat ve ticaret hilesi anlamına gelir.
Kesin bir suçlama yapmak mümkün değil. Ancak halk arasında dönen bu tür dedikodular, insanların güvenini sarsıyor ve gıda sektörüne dair endişeleri derinleştiriyor. Bu noktada devletin devreye girip, varsa söz konusu ithalat izinlerine ve kullanılan etin hangi amaçlarla ithal edildiğine dair net bir açıklama yapması gerekir. Eğer durum bu şekilde şeffaflaştırılırsa, söylentilerin önüne geçilebilir ve kamuoyunun güveni yeniden tesis edilebilir.
Gıda güvenliği açısından bakıldığında, insanların sağlığı ile oynandığı yönündeki endişeler oldukça haklı. Kimse, güvenerek yediği bir üründe bu tarz bir sahteciliğe maruz kalmak istemez.
Bazılarına göre, bu olay, markanın imajını yerle bir etmeye yönelik planlanmış bir operasyonun parçası gibi görünüyor. Özellikle büyük rakiplerin, içerideki işbirlikçilerle birlikte komplo kurmak suretiyle bu işin arkasında olabileceği dillendiriliyor.
Bu noktada çökme hikayesi ağır basıyor ve bu hikaye yeni de değil; Sedat Peker ülkeyi terk etmeden önce başlıyor. O tarihten bu yana devam ediyor. Peker ve Süleyman Soylu isimleri de bir şekilde bu olayda geçiyor. İşin içinde tehdit, şantaj ve türlü çeşit mafyacılık hikayeleri olduğu da yaygın olarka konuşuluyor.
Bu süreçte Tarım Bakanlığı'nın devreye girmesi, kendi işleyişi gereği şikayet üzerine yaptığı denetimler çerçevesinde gerçekleşiyor. Zaten bakanlık, ya kendi rutin denetim ihtiyacına göre sahaya çıkar, ya da gelen şikayetlere binaen numune toplar ve denetim yapar. Köfteci Yusuf örneğinde de süreç, bu olağan işleyiş çerçevesinde yürütülmüş görünüyor.
Öte yandan olayın sadece iki şubede ve yüzde 0,1 gibi çok düşük bir oranda tespit edilmesi, doğal olarak, markayı hedef alan bir operasyon olabileceği düşüncesini kuvvetlendiriyor. Bu noktada birçok kişi, olayın arka planında daha karmaşık dinamiklerin olabileceğine işaret ediyor ve şüphelerini dile getiriyor.
Köfteci Yusuf gibi kurumsal bir markanın, bilerek ve isteyerek bu tür bir sahteciliğe girişmesi pek akla yatkın gelmiyor insanlara. Gerçi bilinçli olarak bulaşmamış olduğunu varsaysak bile bu çapta şirketlerin, içlerinde bu tür sahtekarlıklara yol açabilecek kişilere fırsat vermemeleri gerektiği de açık. Çünkü marka, zaten daha önce bu senaryoları yaşamış, bu konuda deneyimliler. Dolayısıyla bu tür tertiplere, oyunlara karşı çok daha uyanık olmalıydılar.
Olay, bilinçli bir sahtecilik girişimi mi, büyük markaların, uluslararası fast-food zincirlerinin payından alıp “canını sıktığı” için Köfteci Yusuf’a karşı düzenlenen bir tezgah mı, organize bir “çökme” operasyonu mu, yoksa yalnızca bir ihmal mi? Bu sorulara net bir yanıt vermek güç.
Peki, bu olayda devletin rolü ne olmalı? Devletin, bu tür büyük skandallarda yalnızca düzenleyici bir rol üstlenmesi yeterli değil. Aynı zamanda, toplumun güvenini sarsan bu tür durumlarda şeffaf bir tutum sergilemesi de çok önemli.
Bu tür söylentilerin önüne geçmek için devletin daha aktif bir şekilde açıklama yapması beklenir. Örneğin eğer gerçekten domuz eti ithalatı yapılmışsa, yetkililerin, bu konuda tam olarak neye, ne kadar izin verildiğini, etin hangi amaçlarla kullanılmasının planlandığını ve ithalatın hangi koşullarda gerçekleştiğini açıklaması gerekmez mi? Ancak bu şekilde, dedikoduların ve komplo teorilerinin önü alınabilir. Çünkü halk, belirsizlik içinde bırakıldığında, olaylara dair her türlü senaryoyu üretmeye başlar. Net bir açıklama yapılmadıkça komplo teorileri gerçeğin önüne geçer, halk kendi senaryolarını yazmaya devam eder ve sonuçta kimin haklı kimin haksız olduğunu bilmek imkânsız hale gelir.
Gıda sahtekarlığı, yalnızca etik bir sorun olmaktan öte, halk sağlığını doğrudan tehdit eden ciddi bir meseledir. Hatta gıdada hileyi, bir başka deyişle gıda teröristliğini bir meslek, bir “zanaat” haline getirmiş kişi ve kurumlar da var. Gıdada hileye tenessül eden kişi ve işletmelerin tüm odağı kısa günün karı üzerine çevrilmiş, geleceğe dair herhangi bir misyonları, sürdürülebilirlik gibi bir kaygıları ne yazık ki yok…
Bu tür sahtekarlıklar sadece gıda sektörüne özgü değil; hayatın birçok alanında benzer hilelerle karşılaşıyoruz. Üretimden tüketime kadar her aşamada, kısa vadeli kazançlar uğruna uzun vadeli güven ve sürdürülebilirlik feda ediliyor. Ne yazık ki, bu gibi hileli üretimler, günlük yaşamın bir parçası haline gelmiş durumda.
Bu tür olaylar, aslında daha derinlerde yatan büyük sorunların ortaya çıkmasına vesile oluyor. Gündeme oturan bu hileler ve sahtekarlıklar, topluma adeta ayna tutuyor.
Özetle, Köfteci Yusuf olayını basit bir skandal olarak okumak fazlasıyla yüzeysel olur. İddialara göre yüzde 0,1 oranındaki domuz eti meselesi bilinçli bir eylem olsa dahi, ülkedeki yaygın sahtecilik ağı karşısında önemsiz kalabilir.
Sahtecilik, sadece gıdada değil, hayatın pek çok alanında kök salmış bir kanser gibi toplumu sarmış durumda. Bu olay, geniş çaplı sahtecilik kültürünün yanında neredeyse masum. Asıl tehdit, toplumu adım adım çürüten ve üretim-tüketim zincirinin her noktasına sızmış olan bir güvensizlik atmosferidir. Her skandal, buzdağının yalnızca suyun üstündeki küçük bir parçasıdır; esas tehlike, görünmeyen devasa yapının derinliklerinde yatmaktadır.
***
Sahtecilik ve tağşiş, Türkiye’de birçok sektörde yaygın olarak görülüyor. Listede neler yok ki…
Zeytinyağı sahteciliği, sektörde oldukça yaygın ve tüketiciyi ciddi şekilde yanıltan bir hile türüdür. Birçok üründe, hakiki zeytinyağı yerine daha ucuz yağlar, örneğin kanola yağı, ayçiçek yağı veya mısırözü yağı renklendirilerek zeytinyağı görünümü kazandırılıyor. Bu yağlar, zeytinyağı esansı ile tatlandırılarak gerçek zeytinyağıymış gibi piyasaya sürülüyor. Hatta bazı ürünlerde, yüzde 1 bile zeytinyağı bulunmadığı halde, tamamen sahte içeriklerle tüketici aldatılıyor.
Natürel sızma zeytinyağına daha düşük kaliteli rafine zeytinyağı karıştırılıyor. Bu, zeytinyağının saflığını bozarak kalitesini ciddi şekilde düşürür. Ayrıca, en düşük kalite olarak bilinen pirina yağı da bu karışıma ekleniyor. Pirina yağı, zeytinin preslenmesinden sonra kalan posadan elde edilen atık yağdır ve kaliteli bir zeytinyağıyla hiçbir şekilde kıyaslanamaz. Tüm bu karışımlar, tüketiciye sızma zeytinyağı olarak sunulup haksız kazanç elde ediliyor, ancak ürün ne kalite ne de fiyat açısından gerçeği yansıtmıyor.
Süt ürünlerinde de sıkça karşılaşılan bir sahtecilik, doğal süt yağıyla bitkisel yağların karıştırılmasıyla yapılıyor. Özellikle peynir, yoğurt gibi ürünlerde, maliyeti düşürmek amacıyla bu tür hilelere başvurulabiliyor. Ayrıca tereyağına bitkisel margarin, patates ve nişasta gibi katkı maddeleri eklenerek "doğal" gibi sunuluyor.
Yine süt ve yoğurt gibi ürünlerin raf ömrünü uzatmak için aşırı koruyucu maddeler kullanılıyor. Bu katkılar hem yasal düzenlemelere aykırı hem de sağlık açısından risk oluşturuyor.
Tulum peynire nişasta katıyorlar. Bozulmaya yüz tutmuş kaşarlar eritilerek yeniden kaşar peyniri ya da eritme peynir olarak piyasaya sürülüyor. Bu ürünler hem hijyenik değil hem de tüketiciye sunulan kalite vaatleriyle çelişiyor.
Et-köfte diye satılan birçok ürüne yasak olmasına rağmen tavuk eti ve soya karıştırılıyor. Yüzde 80 tavuk eti katılıyor, yüzde 20 de dana eti “koklatılıyor”; sakatat, miks kıyma kullanılıyor ve bu ürünler "dana köfte" diye sunuluyor. İçerisine katkı maddeleri eklenerek bu hile daha da gizleniyor.
Bu düşük kaliteli ve hileli ürünlerin önemli bir kısmı, toplu tüketim alanlarında kullanılıyor. KYK yurtları, ordu, şehir ve devlet hastaneleri gibi toplu beslenmenin yoğun olduğu kamu ve özel kuruluşlar, aldıkları hazır yemek hizmeti aracılığıyla bu et ürünlerini tüketiyor. Hazır yemek hizmeti veren işletmeler bu düşük maliyetli ürünleri tercih ediyor. Bu durum, toplumun farklı kesimlerinin sağlığını tehlikeye atarken, gıda güvenliği sorununu daha geniş bir çerçevede ele almayı zorunlu kılıyor.
Etteki bir diğer hile yöntemi de marinasyon. Parçalanmış lop etlere sıvı enjekte edilerek daha ağır gelmesi sağlanıyor.
Hayvan atıkları, sakatat ve kümes hayvanlarının taşlık gibi kısımlarından elde edilen kıyma ve kanatlı karkasından veya hayvan kemiklerinden basınç yoluyla veya kırkma kuvveti ile ayrılan mekanik sıyrılmış et (MDM) karıştırılarak düşük maliyetli kıyma ortaya çıkarılıyor. Bu kıymayı ise yine büyük oranda, toplu tüketim yapan firmalar, sucuk, sosis ve köfte üretimi yapan imalatçılar alıyor.
Bozulmaya yüz tutmuş ya da artık kullanılmayan etler toplanıp yeniden işlenerek sucuk, salam, sosis gibi ürünler haline getiriliyor. Bu ürünler hem insan sağlığına zararlı hem de büyük bir hile örneği. Bunlar ya insan hayatını tehdit ediyor veya hayvan maması olarak piyasaya yeniden sunuluyor ki bu türden kansorajen ürünler hayvanlara da zarar veriyor. Ayrıca yine salam, sosis, sucuk, pastırma üretiminde katkı maddesi olarak nitrat kullanılıyor.
Süt kuzuları, 2-3 aylık olana kadar nişastadan, pirinç unundan yapılmış mama ile beslemek, aslında önemli bir başka hile. Bu, hayvanların doğal beslenme döngüsüne aykırı bir durum. Hormonlarla büyümeleri hızlandırılan bu kuzular, 3-4 aylıkken kesiliyor ve etleri piyasaya sürülüyor. Sonuç olarak, bu etin orijinal tadı kayboluyor, gerçek kırmızı et lezzeti yerine hormonlu ve yapay bir et sunuluyor. Tüketiciler farkında olmadan, aslında doğallıktan uzak, hileyle üretilmiş bir et tüketiyor. Bunlar, normal koyun fiyatının birkaç katı fiyata satılarak haksız rekabete de sebep oluyor. Bu, yalnızca gıda sahteciliği değil, aynı zamanda hayvan refahını da ihlal eden bir durum. Etin kalitesi düşerken, insanların sağlığı üzerinde de ciddi etkileri olabilecek bir süreç söz konusu.
Kırmızı biber, karabiber gibi baharatların içerisine yabancı maddeler, kimyasal katkılar ya da soya eklenerek hile yapılıyor. Özellikle kırmızı biberde salça fabrikalarından alınan domates kabuğu gibi atıklar da kullanılabiliyor. Pul biberin içerisine inceltilmiş soya karıştırılarak ağırlığı artırılıyor. Bu tür karışımlar, fark edilmesi zor hilelerle yıllardır piyasada yer buluyor, bu da hem ürün kalitesini hem de tüketici sağlığını ciddi şekilde tehdit ediyor.
Nohut, mercimek ve pirinç gibi bakliyatların, kurtlanmış, küflenmiş veya tarihi geçmiş ürünlerin elden geçirildikten ve ilaçlandıktan sonra etiketlerinin yenilenerek piyasaya sürülmesi de rastlanan bir durum.
GDO’lu mısır ve soya ürünlerinin insan tüketimi için ithalatı yasaklanmışken, bu ürünlerin hayvan yemi olarak ülkeye girişi serbest. Yani bu GDO’lu yemler hayvanlara veriliyor, biz de bu hayvanların etini ve sütünü tüketiyoruz. Bu nasıl bir çelişki? İnsanlar doğrudan bu ürünleri tüketemezken, dolaylı yoldan bu ürünlerin etkilerine maruz kalıyorlar. Sonuçta, yem olarak giren bu GDO’lu ürünler, sofralarımıza dolaylı yoldan ulaşmış oluyor. Bu da gıda güvenliğinin sınırlarını fazlasıyla esneten ve tartışmalı bir durum yaratıyor.
Trans yağ konusunda yapılan yasal düzenlemeler, margarin üreticilerinin yoğun baskıları sonucunda oldukça tartışmalı bir hale geldi. 1990’larda yapılan yasal düzenlemeye göre, bir üründe trans yağ oranı binde 2'nin altında olduğunda, o ürün "trans yağ içermez" ibaresiyle etiketlenebiliyor. Ancak bu, aslında trans yağın tamamen yok olduğu anlamına gelmiyor. İronik bir şekilde, "trans yağ içermez" denilen margarinlerde trans yağ bulunuyor, fakat bu miktar, yasal sınırın altında olduğu için göz ardı ediliyor. Bu da halk sağlığını koruma adına atılması gereken adımların, ticari baskılarla nasıl sınırlandırıldığını gözler önüne seriyor.
Kaliteli çikolatalarda kullanılması gereken kakao yağı yerine, daha ucuz ve düşük kaliteli bitkisel yağlar eklenebiliyor. Ayrıca bazı çikolatalara domuz jelatini ve soya gibi katkı maddeleri de katılıyor, bu da hem ürün kalitesini düşürüyor hem de etik ve dini hassasiyetleri olan tüketiciler için büyük bir sorun yaratıyor.
Türkiye, bal üretiminde dünyanın önde gelen ülkelerinden biri olmasına rağmen, üretilen balların büyük bir kısmı saf değil. Arılara NBŞ (nişasta bazlı şeker) verilerek suni peteklerde sahte bal ürettiriliyor. NBŞ arıların gözünü kör ediyor, ölüp gidiyor arılar… Gerçek ve kaliteli bal üretimi yerine bu tür aldatıcı yöntemler tercih ediliyor.
NBŞ, sadece bal üretiminde değil, birçok tatlı ve şekerleme üretiminde de kullanılıyor. Sütlü tatlılardan baklavalara, helvacılardan lokumculara kadar pek çok üretici, mısır şurubu bazlı bu kimyasalı tercih ediyor. Üstelik, bu üreticiler pazarlama taktikleriyle ürünlerini, “şeker pancarından ürettik” diyerek konumlandırıyor. Oysa şeker pancarı, mısır şurubuna göre insan sağlığına daha az zararlı bir seçenek. Ancak, daha ucuz ve daha tatlı bir alternatif olduğu için mısır şurubu tercih ediliyor ve tüketici aldatılıyor. Bu da gıda sahtekarlığının başka bir yüzü olarak karşımıza çıkıyor.
Nar ekşisi ya da meyve suyu adı altında satılan ürünlerin büyük kısmı, aslında kimyasal esans ve konsantrelerden üretiliyor. Gerçek nar ya da meyveyle ilgisi olmayan bu ürünler, tüketiciyi aldatıyor.
"Organik" adı altında satılan birçok ürün, aslında bu standartlara uygun olmayan şekilde üretiliyor. Halbuki bir ürünün organik olabilmesi için üretimin her aşamasının organik ve doğal olma vasıflarına göre gerçekleştirilmesi lazım. Ancak öyle olmuyor. Tüketiciler hem daha yüksek fiyatlar ödüyor, hem de gerçek organik ürünlerden mahrum kalıyor.
Hızlı büyüme hormonları kullanılarak 48 günde yetiştirilen tavuklar, sağlıklı olmadığı gibi etlerinin kalitesi de düşüyor. Bu hızlandırılmış üretim, büyük sağlık sorunlarına kapı aralıyor.
Çiğ köftelerin raf ömrünü uzatmak için nitrat gibi katkı maddeleri ekleniyor. Halbuki gıda koteksi çiğ köftenin günlük olarak üretilip tüketilmesi gereken bir ürün olduğunu söylüyor. Gıda yönetmeliklerine aykırı olan bu uygulama, sağlığı tehdit eden, kansere sebep olan ciddi bir hile örneği.
Binlerce ton Antep fıstığı, normalin 4 katı aflatoksin içerdiği gerekçesiyle Yunanistan gümrüğünden geri gönderiliyor. Sonra da bunlar bir güzel iç piyasada satılmaya devam ediyor.Tarım Bakanlığı bu ürünler için en fazla 6 ay tüketim izni veriyor, çünkü bu süreden sonra aflatoksin oluşturuyor. Ancak söz konusu ürünler depolarda bir yıl, iki yıl bile satıcı bekleyebiliyor…
Türkiye'de buğday üretimi, tarlalarda bilinçsiz ve aşırı kimyasal gübre ve ilaç kullanımı nedeniyle ciddi bir verim kaybı yaşamaktadır. Aşırı ve bilinçsiz kimyasal gübre ve ilaç kullanımı, toprakların yeterince dinlendirilmemesi ve hayvan gübresiyle desteklenmemesi, zamanla toprak yapısının bozulmasına yol açmış ve bu da nitelikli buğday üretimini olumsuz etkilemiştir. Sonuç olarak, üretilen buğdaylar yeterli kaliteye ve güce sahip olmadığından, buğdaylardan elde edilen unla ekmek yapmak neredeyse mümkün olmuyor.
Fırınlarda kullanılan unların ekmek yapımına elverişli hale gelmesi için, yurt dışından getirilen daha kaliteli buğdaylarla karıştırılması ve çeşitli katkı maddeleri eklenmesi gerekiyor. Pastacılık üretiminde de bu durum belirgin olarak yaşanıyor.
Adapazarı, Niğde ve Bolu gibi bölgeler, bir zamanlar Türkiye’nin en verimli patates üretim alanlarıydı. Ancak, yoğun kimyasal gübre ve ilaç kullanımı bu toprakları adeta çürütmüş durumda. Artık bu bölgelerde patates yetiştirmek zorlaşmış, toprağın verimi ciddi şekilde azalmış. Aynı durum çay üretimi için de geçerli. Daha fazla çay sürgünü elde etmek amacıyla aşırı gübreleme yapılıyor, ancak bu, ürünün kalitesini düşürüyor. Kısa vadede yüksek verim hedeflenirken, uzun vadede toprağın motor gücü tüketiliyor ve niteliksiz, tatsız ürünler ortaya çıkıyor. Daha kısa sürede daha fazla kar etme arzusu, aslında toprağı ve ürünün kalitesini baltalayan bir hileden başka bir şey değil.
Türkiye, zeytinyağı, fındık ve çay gibi stratejik tarım ürünlerinde dünya çapında önemli bir üretici konumundayken, maalesef bu ürünlerde katma değer yaratma konusunda geride kalıyor. Geçmişte bir Türk markasının İtalya'ya zeytinyağı adı altında makine yağı ihraç etmesiyle (yıl 1967) Türkiye, uluslararası alanda büyük bir prestij kaybı yaşadı ve bu imajdan hâlâ tam anlamıyla kurtulmuş değil. Oysa kaliteli bir zeytinyağının litresi 1000 lirayı bulurken, İtalya ve Fransa gibi ülkelerde bu fiyat katbekat daha yüksek. Bu ürünler hilesiz ve dünya standartlarında üretilse, Türkiye de aynı fiyatlara satabilir.
Benzer şekilde, dünya fındık üretiminin yaklaşık %60'ını Türkiye sağlıyor, ancak fındık borsası Hamburg'da. Türkiye, fındığı ham olarak ihraç ederken, İtalya ve Almanya gibi ülkeler bu ürüne katma değer ekleyerek yüksek fiyatlara satabiliyor.
Çayda da benzer sorunlar var hakeza. Londra’da kaliteli yeşil/siyah çayın kilosu 750 pound'a kadar çıkabiliyor, fakat Türkiye'deki çay üretimi, doğru hasat ve işleme yöntemlerinin kullanılmaması nedeniyle niteliksiz kalıyor ve bu da çayın değerini düşürüyor. Türkiye, bu stratejik ürünlerde hile ve tağşiş yerine, dünya standartlarında üretime odaklanmalı ki gerçek potansiyelini ortaya çıkarabilsin.
Bazı üreticiler, gerçek Antep fıstığı ve badem kullanmak yerine, hile yaparak maliyeti düşürüyor. Örneğin, baklavada Antep fıstığı yerine bezelye kullanılıyor ve fıstık esansı eklenerek gerçek fıstık gibi kokması sağlanıyor. Yine Antep fıstığı yerine daha uygun olan yer fıstığı renklendirilerek kullanılıyor.
Benzer şekilde, badem şekeri adı altında satılan ürünlerde badem yerine yüksek oranda irmik, nişasta ve glikoz kullanılıyor, sonrasında ise badem esansı ekleniyor. Bu hileler, hem tüketiciyi yanıltıyor hem de ürün kalitesini düşürüyor.
Ketçap ve mayonez de, içerdiği yüksek miktarda koruyucu maddeler ve sodyum nedeniyle sağlığa zararlı. Bu ürünlerde hile yapılması da yaygın olarak görülür ve yoğun olarak tüketilmeleri, sağlık açısından risktir.
Bu liste böyle uzayıp gidiyor. Gıda sahteciliğinin ve tağşişin hayatımızın her alanına ne kadar derinlemesine sirayet ettiğini görmek içler acısı.
Tüm bu örnekler, tüketicinin güvenini sarsarken, toplumsal bir farkındalık oluşturulmasını da zorunlu kılıyor.
Türkiye’de ev dışı beslenme alışkanlığının en az 35 milyon kişi civarında olduğu tahmin ediliyor ki bu rakam oldukça büyük. Gıda sahteciliği sadece evde tükettiğimiz ürünlerle sınırlı kalmıyor; restoranlarda, kafelerde, hatta toplu tüketim yapılan her yerde de yaygın bir şekilde karşımıza çıkıyor. Bu kadar geniş bir alanda yapılan tağşişin ve sahteciliğin boyutları korkutucu derecede büyük ve ürünler saymakla bitmeyecek kadar çok.
***
Gıdada tağşiş yalnızca bizim ülkemizde değil, dünyanın birçok yerinde yaşanan bir sorun. Farklı ülkelerde de çeşitli sebeplerle benzer olumsuzluklar ortaya çıkabiliyor.
Örneğin, İsviçreli Nestlé firmasına ait Perrier maden sularında, insan ve hayvan dışkısında bulunan feçes bakterisinin tespit edilmesi büyük bir skandala yol açtı. Bu olayın ardından Fransa hükümeti, 2 milyon şişe Perrier maden suyunun imha edilmesine karar verdi ve suyun çıktığı kaynağın işletimi durduruldu. Bu, sadece yerel bir sorun değil, uluslararası bir halk sağlığı meselesi haline geldi.
Buna benzer başka bir olay da İrlanda’da yaşandı. 2013’teki “at eti skandalı” sırasında, İrlanda ve İngiltere’de satılan sığır eti ürünlerinde at eti tespit edilmişti. Bu olay, Avrupa genelinde büyük bir yankı uyandırdı ve gıda güvenliği konusundaki endişeleri artırdı.
Tüm bu örnekler, gıdada sahteciliğin evrensel bir sorun olduğunu ve yalnızca bir ülkeye özgü olmadığını gösteriyor. Gıda güvenliği konusunda dünya genelinde daha sıkı denetim ve bilinçlendirme ihtiyacı olduğu açık.
***
Sahtecilik ve hileler, yalnızca bugünün meselesi değil. Özellikle köyden kente göçün hız kazandığı 50’lerden sonraki dönemden bu yana hayatımızda yer alıyor. Şehirleşmeyle birlikte, nüfusun yoğunlaşması ve kentleşmenin getirdiği değişimlerle birlikte, ev dışı beslenmenin artması, bu hileli ve sahte ürünlerin hayatımıza daha fazla girmesine neden oldu. Eskiden tarladan sofraya doğrudan gelen gıdalar, yerini daha endüstriyel ve kimyasal katkılarla üretilen gıdalara bıraktı.
1970’lerden bu yana kontrolsüzce kullanılan kimyasal gübreler, tarım ilaçları ve hibrit tohumlar gıdaların eski tadını, kalitesini ve en önemlisi de sağlığını kaybetmesine yol açtı. Atalık tohumların yerini alan bir sezonluk hibrit tohumlar, meyve, sebze ve bakliyatta yüksek verim sağlasa da, lezzet ve aroma açısından eskiye oranla daha zayıf kaldı. Bu yüzden, çocukluğumuzdan hatırladığımız tatları artık bulmak zor. Eskiden kimyasal gübre ve ilaç kullanımı yaygın değildi, hatta hiç yoktu. Daha doğal yöntemlerle üretim yapılır, meyve sebzelerin, hatta etin ve süt ürünlerinin tadına doyum olmazdı. Oysa bugün, hileli ve katkı maddeleriyle dolu gıdalarla besleniyoruz. Bu değişim, hem sağlığımızı tehdit ediyor hem de gıda güvenliğimizi zayıflatıyor.
Nüfus hızla artarken, tarım alanlarının terk edilmesi ve kırsal üretimin azalması, bu sorunu daha da derinleştirdi. Kente göç eden nüfusu doyurmak için daha fazla gıda üretimi ve ithalatına ihtiyaç duyuluyor. Türkiye'nin giderek bir açık pazar haline gelmesi, Çin, Endonezya, İtalya gibi ülkelerden gelen ithal ürünlerin pazar payını artırıyor.
Kalabalık nüfusun doyurulma ihtiyacı, hileli ve düşük kaliteli ürünlerin piyasaya sürülmesine neden oluyor. Hormonlar, antibiyotikler, aşırı kimyasal ilaçlar, kimyasal gübreler ve tağşiş tam da bu noktada hayatımıza giriyor.
Eskiden tarlalarda yetişen ürünler soframıza doğal halleriyle gelirken, şimdi hem ithal edilen ürünlerde hem de yerli üretimde kalite düşüyor. Tüm bunlar, toplumun gıda güvenliği açısından ciddi endişeler yaşamasına neden oluyor. Bugün karşımıza çıkan hileli ve sahte ürünler, aslında yıllar içinde birikmiş ve çözülmemiş bir sorunun, daha da görünür hale gelmesinden başka bir şey değil.
***
Sadece gıdada mı işliyor sahtecilik? Tabii ki hayır, üretimin ve hayatın her alanında…
Merdiven altı üretilen deterjan ve şampuanlar, içerik olarak sağlıksız ve zararlı maddeler içeriyor. Zaten piyasanın yüzde 60’ından fazlası merdiven altı, kayıt dışı (merdiven altı, eşittir kayıtdışılık, eşittir gıda terörü). Cilt problemlerine, alerjilere ve cilt kanserine yol açan bu ürünler, denetimsiz bir şekilde piyasada yer alıyor.
Sahtecilik burada bitiyor mu? Bitmiyor; en uzak durması gereken alana bile dosdoğru dalıyor. Kalp stenti gibi hayati öneme sahip medikal cihazların bile sahtesi üretiliyor. Türkiye'de sahte ve tarihi geçmiş stentlerin hastalara takıldığına dair çıkan haberler, sahteciliğin ulaştığı korkunç boyutları gözler önüne seriyor. "Bu da mı olur?" dedirten olaylardan sadece biri…
Kanser gibi ölümcül hastalıkları tedavi ettiği iddia edilen ilaçların da taklitleri yapılıyor. İçinde tedavi edici hiçbir özelliği olmayan bu sahte ilaçlar, hastaların hayatlarını riske atarken, sahtecilik dünyasının sadece buzdağının görünen kısmını oluşturuyor. Bu tür olaylar, sağlığımızın her köşesine kadar sızmış bir sahtecilik sisteminin varlığını ortaya koyuyor.
Ülkemizde bu tür sahtecilik olayları yoğun bir şekilde yaşanıyor. Özellikle markalaşmamış ve merdiven altı üretimlerde, insan sağlığını ciddi tehdit eden hileler sıklıkla karşımıza çıkıyor. Bu hileler, bazen kar hırsıyla, bazen de bilgisizlikten kaynaklanabiliyor.
Öyle ya da böyle gündelik hayatta kuralsızlık kural olmuş durumda.
***
Ne yazık ki, Türkiye OECD raporlarına göre, Çin'den sonra dünyanın en fazla sahte ürün üreten ikinci ülkesi konumunda. Gıda sahteciliğinden tekstile, inşaat malzemelerinden, ev eşyalarına, mutfak aletlerine, deterjandan ilaçlara kadar, hemen her sektörde kayıt dışı ve merdiven altı ürünler yaygın. Bu durum, ülkenin uluslararası imajını zedelediği gibi, halk sağlığı açısından da büyük riskler yaratıyor.
Nedense bizim ülkemizde sahtecilik denince akla ilk olarak gıda geliyor. Aslında, sahtecilik yalnızca gıda ile sınırlı değil; tekstil, plastik, çimento, demir-çelik gibi birçok sektörde de benzer hileler yapılıyor. Örneğin, bir tekstil ürünü alıyorsunuz, bir yıl bile dayanmıyor; bunun da sahtecilikten farkı yok. Fakat bu tür hileler genellikle göz ardı ediliyor, oysa ki bunlar da ciddi bir hırsızlık ve tüketiciye yapılan büyük bir hile.
Firmalar tağşiş ve sahtecilikle ilgili skandallarla gündeme geliyor, tarım bakanlığı tarafından tespit ediliyor. Büyük markalar dahi bu hilekârlığın bir parçası haline gelmiş durumda. Ancak, cezaların yeterince caydırıcı olmaması ve firmaların başka isimlerle yeniden sahte üretim yapabilmesi, sistemi zayıflatıyor. Meseleye daha proaktif yaklaşmak şart, suçu işleyen kişilerin, bir daha gıda üretimi yapamayacak şekilde yasaklanması ve cezaların çok daha ağır olması gerekiyor. Çünkü gerçek çözüm, tek tek bu hilelerle uğraşmaktan değil, bu bataklığı kurutacak güçlü yapısal ve yasal önlemler almaktan, devletin denetleme gücünün arttırılmasından, toplumun bilinç seviyesinin yükseltilmesinden geçiyor. Sivrisineklerle uğraşmak yerine bataklığı kurutmamız lazım.
2024 Nobel Ekonomi Ödülü’nün sahibi Daron Acemoğlu, ülkelerin ekonomik başarı ve başarısızlıklarının arkasındaki temel sebepleri anlamaya odaklanıyor. Aslında Türkiye’deki tağşiş ve sahtecilik bataklığının varlığı Acemoğlu'nun vurguladığı kurumsal eksikliklerle bağlantılı. Verimli çalışmayan işletmeler, kötü yönetim ve sağlam sistemlerin olmaması, kayıt dışı ekonomi ve merdiven altı üretimin yaygınlaşmasına neden oluyor. Bu durum, vergi kayıplarına da yol açarak devletin gelirlerini etkiliyor ve ekonomide derin sorunlara işaret ediyor.
Gerçeklerin toplumla şeffaf bir şekilde paylaşılması, her şeyin açıkça ortaya konması büyük önem taşıyor. Gıda sektöründe 40 yılı aşkın süredir bulunan biri olarak, bu sorunun yıllar içinde daha da derinleştiğini, adeta içinden çıkılmaz bir dağa dönüştüğünü rahatlıkla ve üzülerek söyleyebilirim. Diğerlerinin yaptığı yanlışlar, sektöre kuşku düşürüyor ve işini doğru yapan firmalar dahi zarar görüyor. Sapla saman birbirine karışıyor ve bu ülkenin kanayan yaralarından biri haline geliyor.
Bu noktada şu duruma da değinmek gerekir: Gıdada taklit ve tağşiş yaptığı tespit edilen üreticilerin ifşa edilmesi, hem toplum hem de Tarım ve Orman Bakanlığı adına düşündürücü bir tablo ortaya koyuyor. Öte yandan “eser miktarda kalıntı” konusu biraz karmaşık. Eğer bu kalıntılar, firmanın büyük çaplı bir sahtecilik yapmadığını gösteriyorsa, bu durumu hile olarak nitelendirmek doğru olmayabilir. Örneğin, bir makinede önce tavuk kıyması çekilip ardından başka bir et işlendiğinde, iyi temizlenmiş olsa da eser miktarda DNA kalıntısı kalabiliyor. Böyle bir durumda yasa, işletmenin gerçek niyetini dikkate almadan bu firmaların ifşa listesine girmesine yol açabilir. Yani, mevzuatta bu tür detayların göz önünde bulundurulmaması bir eksiklik ve sorun teşkil ediyor.
Sonuç olarak, güvenin zedelendiği, neye güveneceğimizi şaşırdığımız bir karanlık ve sis ortamı var. Tüm bunların kaynağında ise hukuksuzluk, adaletsizlik ve liyakatsizlikle örülü aksak bir sistem yatıyor.
***
Gıda güvenliği ve yasalar, üç temel sac ayağı üzerine oturur: devlet, üretici ve tüketici. Sağlıklı ve güvenilir gıdaya ulaşmak, bu üç ayağın etkin bir şekilde işlev göstermesine bağlıdır. Ancak, bu ayaklardan birinin bile işini doğru yapmaması, güvenli gıda üretimini engeller.
Tarım ve Orman Bakanlığı’nın denetim kadrolarının genişletilmesi ve daha fazla araç-gereçle desteklenmesi büyük bir ihtiyaç. Bugün 90 milyona yaklaşan Türkiye nüfusu düşünüldüğünde mevcut denetim kadrosunun yetersizliği açıkça görülüyor. Gıda sahtekarlıkları, tağşiş, kayıt dışılık, merdiven altı üretim ve insan sağlığını riske atan uygulamalarla daha etkili bir şekilde mücadele edebilmek için bakanlığın denetim kapasitelerinin artırılması şart. Aynı zamanda, cezaların da caydırıcılığının artırılması, yasa dışı üretim ve kayıtsız faaliyetlerle başa çıkmak için önemli bir adım olacaktır. Bu noktada, bağımsız bir Gıda Bakanlığı kurulması ve yetkin kadrolarla donatılması, Türkiye’nin gıda güvenliğini sağlamada büyük bir adım olabilir.
Mevcut gıda yasaları da güncellenmeli. Örneğin, 5996 sayılı yasa Avrupa Birliği uyum çalışmaları kapsamında çıkartıldı ancak hala AB ülkelerine ihracat yaptığımız birçok ürün geri dönüyor. Geri çevrilen bu ürünlerin iç piyasada tekrar tüketiciye sunulması, Türkiye’deki gıda güvenliğini tehdit ediyor. AB’den dönen ürünlerin neden burada kabul edilebilir olduğu sorgulanmalı ve denetim mekanizmaları iyileştirilmelidir.
Üretici ayağındaki en büyük sorunlardan biri, herkesin yeterli donanıma sahip olmadan gıda üretimine başlayabilmesi. Örneğin, küçük bir alan ve birkaç tencereyle yemek üretimine girişen kişiler, gerekli altyapı, hijyen ve standartlara dikkat etmiyor. Bu, zeytinyağı, şekerleme, tahin helvası, salam, sosis ve sucuk gibi ürünlerin üretiminde de geçerli. Oysa ki her gıda üretiminin belirli bir standardı olmalı. Üretici, yasalara saygılı, namusluca üretim yapmalı.
Avrupa'da bir gıda tesisi açılmadan önce projelendirilir, onayı alınır ve ancak bu süreç tamamlandığında üretime başlanır. Bizde ise durum tam tersi; önce üretime başlanıyor, sonra ruhsat almak için başvuru yapılıyor. Bu ters düzen, gıda güvenliği açısından büyük bir risk yaratıyor. Her önüne gelenin gıda üretimi yapmaması gerektiği açık. Üreticinin ehliyetli, altyapısının yeterli ve üretim standartlarına uygun olması zorunlu hale getirilmeli.
Basit bir döner büfesi örneğinde bile Avrupa'da birçok ruhsat gerekirken, Türkiye'de hijyenik olmayan koşullarda 100, 200, 300 kiloya kadar döner birden takılabiliyor ve bu dönerler bitirilemediği için uzun süre şişte kalıyor. Bu kadar büyük miktarda döner, uzun saatler boyunca ateşin karşısında kalırsa, dışarıdan pişerken iç kısımda bakteri üretir. Sabah takılan döner, akşama kadar büyük sağlık riskleri oluşturur, fakat ne üretici ne de tüketici bu tehlikenin farkında. Devletin bu tür denetimlerde çok daha sıkı olması, bu gibi ihmallere asla müsaade etmemesi gerekiyor.
Ayrıca gıda üretiminde sabıkalı kişilere üretim yapma izni verilmesi, ciddi bir hata. Yüz kızartıcı suç işlemiş kişilerin yeniden gıda sektörüne girmesi engellenmeli. Gıda üretimi yüksek ahlak, liyakat ve altyapı gerektirir.
Tüketici de bu sistemin önemli bir parçası. Ne yediğini sorgulamalı, bilgi edinmeli ve bilinçli bir şekilde tercih yapmalı, bilinçsizce yanlış ürünlere yönelmemeli, 3 kuruşa 5 köftenin olamayacağını bilmeli. Sahte ürünler piyasada yer buluyorsa, bu, talebin var olduğunu gösterir. Üretici, tüketici ve devlet bir araya gelerek bu sistemi iyileştirmeli ve güvenli gıdaya ulaşmak için birlikte çalışmalı.
Ülkemizde tarım üretimini yapan nüfusun eğitim seviyesi düşük olduğu için, üretilen besinlerin kalitesi de bundan olumsuz etkileniyor. Gıda, tarım ve hayvancılıktan ayrı bir bakanlık olarak kurulup yönetilmeli. Ülkemizde binlerce gıda mühendisi, binlerce veteriner hekim var. Bu yetişmiş insan gücü, tarım ve sağlık bakanlığı teşkilatlarına alınmalı, sağlıklı ve nitelikli gıda üretilmesi için üretime etkin bir şekilde dahil edilmeli.
Can boğazdan gelir ama can boğazdan gitmesin. Sağlıklı gıda üretimi, sadece bireysel bir tercih değil, toplumsal bir sorumluluktur. Üretimden tüketime kadar her aşamada dikkatle yürütülmesi gereken bu süreç, insan hayatının korunması adına atılacak en önemli adımlardan biridir.
Sahtecilik, yalnızca gıda değil; yaşamın her alanında toplumun güvenini zedeleyen bir virüs gibidir. Bu hilelerle sadece ürünleri değil, geleceğimizi de tüketiyoruz. Konuşan, sorgulayan bir toplumdan korkmamak gerekir. Ne yediğimizi, ne giydiğimizi, ne kullandığımızı sorgulamadıkça, sahtecilik hayatımızın her köşesinde kendine yer bulmaya devam edecek. Çünkü göz yumulan her hile, yarının daha büyük bir tehdidi olur. Şimdi mücadele etmezsek, yarın kaybedeceğimiz sadece sağlık değil, güvenilir bir yaşamın kendisi olacak.
Tüketirken tükenmeyelim.
sadikcelik.gorus@gmail.com
***
Gıda sahtekarlığı, sadece etik bir sorun değil, aynı zamanda halk sağlığını doğrudan etkileyen kritik bir mesele. Son dönemde ülke gündemini meşgul eden Köfteci Yusuf meselesi de bunun çarpıcı bir örneği oldu. Domuz eti kullanıldığı iddiaları kamuoyunda da pek çok spekülasyon ve tartışmaya yol açtı. Ancak, olayın arka planında gerçekten ne olup bittiğine dair henüz kesin bir bilgi yok. Ortada birçok farklı iddia, teori ve dedikodu dolaşıyor.
İddialardan biri, firmanın son birkaç yıldır domuz eti ithal ettiğine dair söylentiler. Etin işlenerek dış piyasaya satılması amacıyla ülkeye getirildiği, yani transit ticaret yapılmak istendiği, ancak bunun yerine iç piyasaya sürüldüğü, sonra da ürünlere bir biçimde, yanlışlıkla veya bilinçli olarak karıştığı iddia ediliyor. Eğer bu senaryo gerçekse, bu durum yalnızca bir gıda sahtekarlığı değil, daha büyük çapta bir ithalat ve ticaret hilesi anlamına gelir.
Kesin bir suçlama yapmak mümkün değil. Ancak halk arasında dönen bu tür dedikodular, insanların güvenini sarsıyor ve gıda sektörüne dair endişeleri derinleştiriyor. Bu noktada devletin devreye girip, varsa söz konusu ithalat izinlerine ve kullanılan etin hangi amaçlarla ithal edildiğine dair net bir açıklama yapması gerekir. Eğer durum bu şekilde şeffaflaştırılırsa, söylentilerin önüne geçilebilir ve kamuoyunun güveni yeniden tesis edilebilir.
Gıda güvenliği açısından bakıldığında, insanların sağlığı ile oynandığı yönündeki endişeler oldukça haklı. Kimse, güvenerek yediği bir üründe bu tarz bir sahteciliğe maruz kalmak istemez.
Bazılarına göre, bu olay, markanın imajını yerle bir etmeye yönelik planlanmış bir operasyonun parçası gibi görünüyor. Özellikle büyük rakiplerin, içerideki işbirlikçilerle birlikte komplo kurmak suretiyle bu işin arkasında olabileceği dillendiriliyor.
Bu noktada çökme hikayesi ağır basıyor ve bu hikaye yeni de değil; Sedat Peker ülkeyi terk etmeden önce başlıyor. O tarihten bu yana devam ediyor. Peker ve Süleyman Soylu isimleri de bir şekilde bu olayda geçiyor. İşin içinde tehdit, şantaj ve türlü çeşit mafyacılık hikayeleri olduğu da yaygın olarka konuşuluyor.
Bu süreçte Tarım Bakanlığı'nın devreye girmesi, kendi işleyişi gereği şikayet üzerine yaptığı denetimler çerçevesinde gerçekleşiyor. Zaten bakanlık, ya kendi rutin denetim ihtiyacına göre sahaya çıkar, ya da gelen şikayetlere binaen numune toplar ve denetim yapar. Köfteci Yusuf örneğinde de süreç, bu olağan işleyiş çerçevesinde yürütülmüş görünüyor.
Öte yandan olayın sadece iki şubede ve yüzde 0,1 gibi çok düşük bir oranda tespit edilmesi, doğal olarak, markayı hedef alan bir operasyon olabileceği düşüncesini kuvvetlendiriyor. Bu noktada birçok kişi, olayın arka planında daha karmaşık dinamiklerin olabileceğine işaret ediyor ve şüphelerini dile getiriyor.
Köfteci Yusuf gibi kurumsal bir markanın, bilerek ve isteyerek bu tür bir sahteciliğe girişmesi pek akla yatkın gelmiyor insanlara. Gerçi bilinçli olarak bulaşmamış olduğunu varsaysak bile bu çapta şirketlerin, içlerinde bu tür sahtekarlıklara yol açabilecek kişilere fırsat vermemeleri gerektiği de açık. Çünkü marka, zaten daha önce bu senaryoları yaşamış, bu konuda deneyimliler. Dolayısıyla bu tür tertiplere, oyunlara karşı çok daha uyanık olmalıydılar.
Olay, bilinçli bir sahtecilik girişimi mi, büyük markaların, uluslararası fast-food zincirlerinin payından alıp “canını sıktığı” için Köfteci Yusuf’a karşı düzenlenen bir tezgah mı, organize bir “çökme” operasyonu mu, yoksa yalnızca bir ihmal mi? Bu sorulara net bir yanıt vermek güç.
Peki, bu olayda devletin rolü ne olmalı? Devletin, bu tür büyük skandallarda yalnızca düzenleyici bir rol üstlenmesi yeterli değil. Aynı zamanda, toplumun güvenini sarsan bu tür durumlarda şeffaf bir tutum sergilemesi de çok önemli.
Bu tür söylentilerin önüne geçmek için devletin daha aktif bir şekilde açıklama yapması beklenir. Örneğin eğer gerçekten domuz eti ithalatı yapılmışsa, yetkililerin, bu konuda tam olarak neye, ne kadar izin verildiğini, etin hangi amaçlarla kullanılmasının planlandığını ve ithalatın hangi koşullarda gerçekleştiğini açıklaması gerekmez mi? Ancak bu şekilde, dedikoduların ve komplo teorilerinin önü alınabilir. Çünkü halk, belirsizlik içinde bırakıldığında, olaylara dair her türlü senaryoyu üretmeye başlar. Net bir açıklama yapılmadıkça komplo teorileri gerçeğin önüne geçer, halk kendi senaryolarını yazmaya devam eder ve sonuçta kimin haklı kimin haksız olduğunu bilmek imkânsız hale gelir.
Gıda sahtekarlığı, yalnızca etik bir sorun olmaktan öte, halk sağlığını doğrudan tehdit eden ciddi bir meseledir. Hatta gıdada hileyi, bir başka deyişle gıda teröristliğini bir meslek, bir “zanaat” haline getirmiş kişi ve kurumlar da var. Gıdada hileye tenessül eden kişi ve işletmelerin tüm odağı kısa günün karı üzerine çevrilmiş, geleceğe dair herhangi bir misyonları, sürdürülebilirlik gibi bir kaygıları ne yazık ki yok…
Bu tür sahtekarlıklar sadece gıda sektörüne özgü değil; hayatın birçok alanında benzer hilelerle karşılaşıyoruz. Üretimden tüketime kadar her aşamada, kısa vadeli kazançlar uğruna uzun vadeli güven ve sürdürülebilirlik feda ediliyor. Ne yazık ki, bu gibi hileli üretimler, günlük yaşamın bir parçası haline gelmiş durumda.
Bu tür olaylar, aslında daha derinlerde yatan büyük sorunların ortaya çıkmasına vesile oluyor. Gündeme oturan bu hileler ve sahtekarlıklar, topluma adeta ayna tutuyor.
Özetle, Köfteci Yusuf olayını basit bir skandal olarak okumak fazlasıyla yüzeysel olur. İddialara göre yüzde 0,1 oranındaki domuz eti meselesi bilinçli bir eylem olsa dahi, ülkedeki yaygın sahtecilik ağı karşısında önemsiz kalabilir.
Sahtecilik, sadece gıdada değil, hayatın pek çok alanında kök salmış bir kanser gibi toplumu sarmış durumda. Bu olay, geniş çaplı sahtecilik kültürünün yanında neredeyse masum. Asıl tehdit, toplumu adım adım çürüten ve üretim-tüketim zincirinin her noktasına sızmış olan bir güvensizlik atmosferidir. Her skandal, buzdağının yalnızca suyun üstündeki küçük bir parçasıdır; esas tehlike, görünmeyen devasa yapının derinliklerinde yatmaktadır.
***
Sahtecilik ve tağşiş, Türkiye’de birçok sektörde yaygın olarak görülüyor. Listede neler yok ki…
Zeytinyağı sahteciliği, sektörde oldukça yaygın ve tüketiciyi ciddi şekilde yanıltan bir hile türüdür. Birçok üründe, hakiki zeytinyağı yerine daha ucuz yağlar, örneğin kanola yağı, ayçiçek yağı veya mısırözü yağı renklendirilerek zeytinyağı görünümü kazandırılıyor. Bu yağlar, zeytinyağı esansı ile tatlandırılarak gerçek zeytinyağıymış gibi piyasaya sürülüyor. Hatta bazı ürünlerde, yüzde 1 bile zeytinyağı bulunmadığı halde, tamamen sahte içeriklerle tüketici aldatılıyor.
Natürel sızma zeytinyağına daha düşük kaliteli rafine zeytinyağı karıştırılıyor. Bu, zeytinyağının saflığını bozarak kalitesini ciddi şekilde düşürür. Ayrıca, en düşük kalite olarak bilinen pirina yağı da bu karışıma ekleniyor. Pirina yağı, zeytinin preslenmesinden sonra kalan posadan elde edilen atık yağdır ve kaliteli bir zeytinyağıyla hiçbir şekilde kıyaslanamaz. Tüm bu karışımlar, tüketiciye sızma zeytinyağı olarak sunulup haksız kazanç elde ediliyor, ancak ürün ne kalite ne de fiyat açısından gerçeği yansıtmıyor.
Süt ürünlerinde de sıkça karşılaşılan bir sahtecilik, doğal süt yağıyla bitkisel yağların karıştırılmasıyla yapılıyor. Özellikle peynir, yoğurt gibi ürünlerde, maliyeti düşürmek amacıyla bu tür hilelere başvurulabiliyor. Ayrıca tereyağına bitkisel margarin, patates ve nişasta gibi katkı maddeleri eklenerek "doğal" gibi sunuluyor.
Yine süt ve yoğurt gibi ürünlerin raf ömrünü uzatmak için aşırı koruyucu maddeler kullanılıyor. Bu katkılar hem yasal düzenlemelere aykırı hem de sağlık açısından risk oluşturuyor.
Tulum peynire nişasta katıyorlar. Bozulmaya yüz tutmuş kaşarlar eritilerek yeniden kaşar peyniri ya da eritme peynir olarak piyasaya sürülüyor. Bu ürünler hem hijyenik değil hem de tüketiciye sunulan kalite vaatleriyle çelişiyor.
Et-köfte diye satılan birçok ürüne yasak olmasına rağmen tavuk eti ve soya karıştırılıyor. Yüzde 80 tavuk eti katılıyor, yüzde 20 de dana eti “koklatılıyor”; sakatat, miks kıyma kullanılıyor ve bu ürünler "dana köfte" diye sunuluyor. İçerisine katkı maddeleri eklenerek bu hile daha da gizleniyor.
Bu düşük kaliteli ve hileli ürünlerin önemli bir kısmı, toplu tüketim alanlarında kullanılıyor. KYK yurtları, ordu, şehir ve devlet hastaneleri gibi toplu beslenmenin yoğun olduğu kamu ve özel kuruluşlar, aldıkları hazır yemek hizmeti aracılığıyla bu et ürünlerini tüketiyor. Hazır yemek hizmeti veren işletmeler bu düşük maliyetli ürünleri tercih ediyor. Bu durum, toplumun farklı kesimlerinin sağlığını tehlikeye atarken, gıda güvenliği sorununu daha geniş bir çerçevede ele almayı zorunlu kılıyor.
Etteki bir diğer hile yöntemi de marinasyon. Parçalanmış lop etlere sıvı enjekte edilerek daha ağır gelmesi sağlanıyor.
Hayvan atıkları, sakatat ve kümes hayvanlarının taşlık gibi kısımlarından elde edilen kıyma ve kanatlı karkasından veya hayvan kemiklerinden basınç yoluyla veya kırkma kuvveti ile ayrılan mekanik sıyrılmış et (MDM) karıştırılarak düşük maliyetli kıyma ortaya çıkarılıyor. Bu kıymayı ise yine büyük oranda, toplu tüketim yapan firmalar, sucuk, sosis ve köfte üretimi yapan imalatçılar alıyor.
Bozulmaya yüz tutmuş ya da artık kullanılmayan etler toplanıp yeniden işlenerek sucuk, salam, sosis gibi ürünler haline getiriliyor. Bu ürünler hem insan sağlığına zararlı hem de büyük bir hile örneği. Bunlar ya insan hayatını tehdit ediyor veya hayvan maması olarak piyasaya yeniden sunuluyor ki bu türden kansorajen ürünler hayvanlara da zarar veriyor. Ayrıca yine salam, sosis, sucuk, pastırma üretiminde katkı maddesi olarak nitrat kullanılıyor.
Süt kuzuları, 2-3 aylık olana kadar nişastadan, pirinç unundan yapılmış mama ile beslemek, aslında önemli bir başka hile. Bu, hayvanların doğal beslenme döngüsüne aykırı bir durum. Hormonlarla büyümeleri hızlandırılan bu kuzular, 3-4 aylıkken kesiliyor ve etleri piyasaya sürülüyor. Sonuç olarak, bu etin orijinal tadı kayboluyor, gerçek kırmızı et lezzeti yerine hormonlu ve yapay bir et sunuluyor. Tüketiciler farkında olmadan, aslında doğallıktan uzak, hileyle üretilmiş bir et tüketiyor. Bunlar, normal koyun fiyatının birkaç katı fiyata satılarak haksız rekabete de sebep oluyor. Bu, yalnızca gıda sahteciliği değil, aynı zamanda hayvan refahını da ihlal eden bir durum. Etin kalitesi düşerken, insanların sağlığı üzerinde de ciddi etkileri olabilecek bir süreç söz konusu.
Kırmızı biber, karabiber gibi baharatların içerisine yabancı maddeler, kimyasal katkılar ya da soya eklenerek hile yapılıyor. Özellikle kırmızı biberde salça fabrikalarından alınan domates kabuğu gibi atıklar da kullanılabiliyor. Pul biberin içerisine inceltilmiş soya karıştırılarak ağırlığı artırılıyor. Bu tür karışımlar, fark edilmesi zor hilelerle yıllardır piyasada yer buluyor, bu da hem ürün kalitesini hem de tüketici sağlığını ciddi şekilde tehdit ediyor.
Nohut, mercimek ve pirinç gibi bakliyatların, kurtlanmış, küflenmiş veya tarihi geçmiş ürünlerin elden geçirildikten ve ilaçlandıktan sonra etiketlerinin yenilenerek piyasaya sürülmesi de rastlanan bir durum.
GDO’lu mısır ve soya ürünlerinin insan tüketimi için ithalatı yasaklanmışken, bu ürünlerin hayvan yemi olarak ülkeye girişi serbest. Yani bu GDO’lu yemler hayvanlara veriliyor, biz de bu hayvanların etini ve sütünü tüketiyoruz. Bu nasıl bir çelişki? İnsanlar doğrudan bu ürünleri tüketemezken, dolaylı yoldan bu ürünlerin etkilerine maruz kalıyorlar. Sonuçta, yem olarak giren bu GDO’lu ürünler, sofralarımıza dolaylı yoldan ulaşmış oluyor. Bu da gıda güvenliğinin sınırlarını fazlasıyla esneten ve tartışmalı bir durum yaratıyor.
Trans yağ konusunda yapılan yasal düzenlemeler, margarin üreticilerinin yoğun baskıları sonucunda oldukça tartışmalı bir hale geldi. 1990’larda yapılan yasal düzenlemeye göre, bir üründe trans yağ oranı binde 2'nin altında olduğunda, o ürün "trans yağ içermez" ibaresiyle etiketlenebiliyor. Ancak bu, aslında trans yağın tamamen yok olduğu anlamına gelmiyor. İronik bir şekilde, "trans yağ içermez" denilen margarinlerde trans yağ bulunuyor, fakat bu miktar, yasal sınırın altında olduğu için göz ardı ediliyor. Bu da halk sağlığını koruma adına atılması gereken adımların, ticari baskılarla nasıl sınırlandırıldığını gözler önüne seriyor.
Kaliteli çikolatalarda kullanılması gereken kakao yağı yerine, daha ucuz ve düşük kaliteli bitkisel yağlar eklenebiliyor. Ayrıca bazı çikolatalara domuz jelatini ve soya gibi katkı maddeleri de katılıyor, bu da hem ürün kalitesini düşürüyor hem de etik ve dini hassasiyetleri olan tüketiciler için büyük bir sorun yaratıyor.
Türkiye, bal üretiminde dünyanın önde gelen ülkelerinden biri olmasına rağmen, üretilen balların büyük bir kısmı saf değil. Arılara NBŞ (nişasta bazlı şeker) verilerek suni peteklerde sahte bal ürettiriliyor. NBŞ arıların gözünü kör ediyor, ölüp gidiyor arılar… Gerçek ve kaliteli bal üretimi yerine bu tür aldatıcı yöntemler tercih ediliyor.
NBŞ, sadece bal üretiminde değil, birçok tatlı ve şekerleme üretiminde de kullanılıyor. Sütlü tatlılardan baklavalara, helvacılardan lokumculara kadar pek çok üretici, mısır şurubu bazlı bu kimyasalı tercih ediyor. Üstelik, bu üreticiler pazarlama taktikleriyle ürünlerini, “şeker pancarından ürettik” diyerek konumlandırıyor. Oysa şeker pancarı, mısır şurubuna göre insan sağlığına daha az zararlı bir seçenek. Ancak, daha ucuz ve daha tatlı bir alternatif olduğu için mısır şurubu tercih ediliyor ve tüketici aldatılıyor. Bu da gıda sahtekarlığının başka bir yüzü olarak karşımıza çıkıyor.
Nar ekşisi ya da meyve suyu adı altında satılan ürünlerin büyük kısmı, aslında kimyasal esans ve konsantrelerden üretiliyor. Gerçek nar ya da meyveyle ilgisi olmayan bu ürünler, tüketiciyi aldatıyor.
"Organik" adı altında satılan birçok ürün, aslında bu standartlara uygun olmayan şekilde üretiliyor. Halbuki bir ürünün organik olabilmesi için üretimin her aşamasının organik ve doğal olma vasıflarına göre gerçekleştirilmesi lazım. Ancak öyle olmuyor. Tüketiciler hem daha yüksek fiyatlar ödüyor, hem de gerçek organik ürünlerden mahrum kalıyor.
Hızlı büyüme hormonları kullanılarak 48 günde yetiştirilen tavuklar, sağlıklı olmadığı gibi etlerinin kalitesi de düşüyor. Bu hızlandırılmış üretim, büyük sağlık sorunlarına kapı aralıyor.
Çiğ köftelerin raf ömrünü uzatmak için nitrat gibi katkı maddeleri ekleniyor. Halbuki gıda koteksi çiğ köftenin günlük olarak üretilip tüketilmesi gereken bir ürün olduğunu söylüyor. Gıda yönetmeliklerine aykırı olan bu uygulama, sağlığı tehdit eden, kansere sebep olan ciddi bir hile örneği.
Binlerce ton Antep fıstığı, normalin 4 katı aflatoksin içerdiği gerekçesiyle Yunanistan gümrüğünden geri gönderiliyor. Sonra da bunlar bir güzel iç piyasada satılmaya devam ediyor.Tarım Bakanlığı bu ürünler için en fazla 6 ay tüketim izni veriyor, çünkü bu süreden sonra aflatoksin oluşturuyor. Ancak söz konusu ürünler depolarda bir yıl, iki yıl bile satıcı bekleyebiliyor…
Türkiye'de buğday üretimi, tarlalarda bilinçsiz ve aşırı kimyasal gübre ve ilaç kullanımı nedeniyle ciddi bir verim kaybı yaşamaktadır. Aşırı ve bilinçsiz kimyasal gübre ve ilaç kullanımı, toprakların yeterince dinlendirilmemesi ve hayvan gübresiyle desteklenmemesi, zamanla toprak yapısının bozulmasına yol açmış ve bu da nitelikli buğday üretimini olumsuz etkilemiştir. Sonuç olarak, üretilen buğdaylar yeterli kaliteye ve güce sahip olmadığından, buğdaylardan elde edilen unla ekmek yapmak neredeyse mümkün olmuyor.
Fırınlarda kullanılan unların ekmek yapımına elverişli hale gelmesi için, yurt dışından getirilen daha kaliteli buğdaylarla karıştırılması ve çeşitli katkı maddeleri eklenmesi gerekiyor. Pastacılık üretiminde de bu durum belirgin olarak yaşanıyor.
Adapazarı, Niğde ve Bolu gibi bölgeler, bir zamanlar Türkiye’nin en verimli patates üretim alanlarıydı. Ancak, yoğun kimyasal gübre ve ilaç kullanımı bu toprakları adeta çürütmüş durumda. Artık bu bölgelerde patates yetiştirmek zorlaşmış, toprağın verimi ciddi şekilde azalmış. Aynı durum çay üretimi için de geçerli. Daha fazla çay sürgünü elde etmek amacıyla aşırı gübreleme yapılıyor, ancak bu, ürünün kalitesini düşürüyor. Kısa vadede yüksek verim hedeflenirken, uzun vadede toprağın motor gücü tüketiliyor ve niteliksiz, tatsız ürünler ortaya çıkıyor. Daha kısa sürede daha fazla kar etme arzusu, aslında toprağı ve ürünün kalitesini baltalayan bir hileden başka bir şey değil.
Türkiye, zeytinyağı, fındık ve çay gibi stratejik tarım ürünlerinde dünya çapında önemli bir üretici konumundayken, maalesef bu ürünlerde katma değer yaratma konusunda geride kalıyor. Geçmişte bir Türk markasının İtalya'ya zeytinyağı adı altında makine yağı ihraç etmesiyle (yıl 1967) Türkiye, uluslararası alanda büyük bir prestij kaybı yaşadı ve bu imajdan hâlâ tam anlamıyla kurtulmuş değil. Oysa kaliteli bir zeytinyağının litresi 1000 lirayı bulurken, İtalya ve Fransa gibi ülkelerde bu fiyat katbekat daha yüksek. Bu ürünler hilesiz ve dünya standartlarında üretilse, Türkiye de aynı fiyatlara satabilir.
Benzer şekilde, dünya fındık üretiminin yaklaşık %60'ını Türkiye sağlıyor, ancak fındık borsası Hamburg'da. Türkiye, fındığı ham olarak ihraç ederken, İtalya ve Almanya gibi ülkeler bu ürüne katma değer ekleyerek yüksek fiyatlara satabiliyor.
Çayda da benzer sorunlar var hakeza. Londra’da kaliteli yeşil/siyah çayın kilosu 750 pound'a kadar çıkabiliyor, fakat Türkiye'deki çay üretimi, doğru hasat ve işleme yöntemlerinin kullanılmaması nedeniyle niteliksiz kalıyor ve bu da çayın değerini düşürüyor. Türkiye, bu stratejik ürünlerde hile ve tağşiş yerine, dünya standartlarında üretime odaklanmalı ki gerçek potansiyelini ortaya çıkarabilsin.
Bazı üreticiler, gerçek Antep fıstığı ve badem kullanmak yerine, hile yaparak maliyeti düşürüyor. Örneğin, baklavada Antep fıstığı yerine bezelye kullanılıyor ve fıstık esansı eklenerek gerçek fıstık gibi kokması sağlanıyor. Yine Antep fıstığı yerine daha uygun olan yer fıstığı renklendirilerek kullanılıyor.
Benzer şekilde, badem şekeri adı altında satılan ürünlerde badem yerine yüksek oranda irmik, nişasta ve glikoz kullanılıyor, sonrasında ise badem esansı ekleniyor. Bu hileler, hem tüketiciyi yanıltıyor hem de ürün kalitesini düşürüyor.
Ketçap ve mayonez de, içerdiği yüksek miktarda koruyucu maddeler ve sodyum nedeniyle sağlığa zararlı. Bu ürünlerde hile yapılması da yaygın olarak görülür ve yoğun olarak tüketilmeleri, sağlık açısından risktir.
Bu liste böyle uzayıp gidiyor. Gıda sahteciliğinin ve tağşişin hayatımızın her alanına ne kadar derinlemesine sirayet ettiğini görmek içler acısı.
Tüm bu örnekler, tüketicinin güvenini sarsarken, toplumsal bir farkındalık oluşturulmasını da zorunlu kılıyor.
Türkiye’de ev dışı beslenme alışkanlığının en az 35 milyon kişi civarında olduğu tahmin ediliyor ki bu rakam oldukça büyük. Gıda sahteciliği sadece evde tükettiğimiz ürünlerle sınırlı kalmıyor; restoranlarda, kafelerde, hatta toplu tüketim yapılan her yerde de yaygın bir şekilde karşımıza çıkıyor. Bu kadar geniş bir alanda yapılan tağşişin ve sahteciliğin boyutları korkutucu derecede büyük ve ürünler saymakla bitmeyecek kadar çok.
***
Gıdada tağşiş yalnızca bizim ülkemizde değil, dünyanın birçok yerinde yaşanan bir sorun. Farklı ülkelerde de çeşitli sebeplerle benzer olumsuzluklar ortaya çıkabiliyor.
Örneğin, İsviçreli Nestlé firmasına ait Perrier maden sularında, insan ve hayvan dışkısında bulunan feçes bakterisinin tespit edilmesi büyük bir skandala yol açtı. Bu olayın ardından Fransa hükümeti, 2 milyon şişe Perrier maden suyunun imha edilmesine karar verdi ve suyun çıktığı kaynağın işletimi durduruldu. Bu, sadece yerel bir sorun değil, uluslararası bir halk sağlığı meselesi haline geldi.
Buna benzer başka bir olay da İrlanda’da yaşandı. 2013’teki “at eti skandalı” sırasında, İrlanda ve İngiltere’de satılan sığır eti ürünlerinde at eti tespit edilmişti. Bu olay, Avrupa genelinde büyük bir yankı uyandırdı ve gıda güvenliği konusundaki endişeleri artırdı.
Tüm bu örnekler, gıdada sahteciliğin evrensel bir sorun olduğunu ve yalnızca bir ülkeye özgü olmadığını gösteriyor. Gıda güvenliği konusunda dünya genelinde daha sıkı denetim ve bilinçlendirme ihtiyacı olduğu açık.
***
Sahtecilik ve hileler, yalnızca bugünün meselesi değil. Özellikle köyden kente göçün hız kazandığı 50’lerden sonraki dönemden bu yana hayatımızda yer alıyor. Şehirleşmeyle birlikte, nüfusun yoğunlaşması ve kentleşmenin getirdiği değişimlerle birlikte, ev dışı beslenmenin artması, bu hileli ve sahte ürünlerin hayatımıza daha fazla girmesine neden oldu. Eskiden tarladan sofraya doğrudan gelen gıdalar, yerini daha endüstriyel ve kimyasal katkılarla üretilen gıdalara bıraktı.
1970’lerden bu yana kontrolsüzce kullanılan kimyasal gübreler, tarım ilaçları ve hibrit tohumlar gıdaların eski tadını, kalitesini ve en önemlisi de sağlığını kaybetmesine yol açtı. Atalık tohumların yerini alan bir sezonluk hibrit tohumlar, meyve, sebze ve bakliyatta yüksek verim sağlasa da, lezzet ve aroma açısından eskiye oranla daha zayıf kaldı. Bu yüzden, çocukluğumuzdan hatırladığımız tatları artık bulmak zor. Eskiden kimyasal gübre ve ilaç kullanımı yaygın değildi, hatta hiç yoktu. Daha doğal yöntemlerle üretim yapılır, meyve sebzelerin, hatta etin ve süt ürünlerinin tadına doyum olmazdı. Oysa bugün, hileli ve katkı maddeleriyle dolu gıdalarla besleniyoruz. Bu değişim, hem sağlığımızı tehdit ediyor hem de gıda güvenliğimizi zayıflatıyor.
Nüfus hızla artarken, tarım alanlarının terk edilmesi ve kırsal üretimin azalması, bu sorunu daha da derinleştirdi. Kente göç eden nüfusu doyurmak için daha fazla gıda üretimi ve ithalatına ihtiyaç duyuluyor. Türkiye'nin giderek bir açık pazar haline gelmesi, Çin, Endonezya, İtalya gibi ülkelerden gelen ithal ürünlerin pazar payını artırıyor.
Kalabalık nüfusun doyurulma ihtiyacı, hileli ve düşük kaliteli ürünlerin piyasaya sürülmesine neden oluyor. Hormonlar, antibiyotikler, aşırı kimyasal ilaçlar, kimyasal gübreler ve tağşiş tam da bu noktada hayatımıza giriyor.
Eskiden tarlalarda yetişen ürünler soframıza doğal halleriyle gelirken, şimdi hem ithal edilen ürünlerde hem de yerli üretimde kalite düşüyor. Tüm bunlar, toplumun gıda güvenliği açısından ciddi endişeler yaşamasına neden oluyor. Bugün karşımıza çıkan hileli ve sahte ürünler, aslında yıllar içinde birikmiş ve çözülmemiş bir sorunun, daha da görünür hale gelmesinden başka bir şey değil.
***
Sadece gıdada mı işliyor sahtecilik? Tabii ki hayır, üretimin ve hayatın her alanında…
Merdiven altı üretilen deterjan ve şampuanlar, içerik olarak sağlıksız ve zararlı maddeler içeriyor. Zaten piyasanın yüzde 60’ından fazlası merdiven altı, kayıt dışı (merdiven altı, eşittir kayıtdışılık, eşittir gıda terörü). Cilt problemlerine, alerjilere ve cilt kanserine yol açan bu ürünler, denetimsiz bir şekilde piyasada yer alıyor.
Sahtecilik burada bitiyor mu? Bitmiyor; en uzak durması gereken alana bile dosdoğru dalıyor. Kalp stenti gibi hayati öneme sahip medikal cihazların bile sahtesi üretiliyor. Türkiye'de sahte ve tarihi geçmiş stentlerin hastalara takıldığına dair çıkan haberler, sahteciliğin ulaştığı korkunç boyutları gözler önüne seriyor. "Bu da mı olur?" dedirten olaylardan sadece biri…
Kanser gibi ölümcül hastalıkları tedavi ettiği iddia edilen ilaçların da taklitleri yapılıyor. İçinde tedavi edici hiçbir özelliği olmayan bu sahte ilaçlar, hastaların hayatlarını riske atarken, sahtecilik dünyasının sadece buzdağının görünen kısmını oluşturuyor. Bu tür olaylar, sağlığımızın her köşesine kadar sızmış bir sahtecilik sisteminin varlığını ortaya koyuyor.
Ülkemizde bu tür sahtecilik olayları yoğun bir şekilde yaşanıyor. Özellikle markalaşmamış ve merdiven altı üretimlerde, insan sağlığını ciddi tehdit eden hileler sıklıkla karşımıza çıkıyor. Bu hileler, bazen kar hırsıyla, bazen de bilgisizlikten kaynaklanabiliyor.
Öyle ya da böyle gündelik hayatta kuralsızlık kural olmuş durumda.
***
Ne yazık ki, Türkiye OECD raporlarına göre, Çin'den sonra dünyanın en fazla sahte ürün üreten ikinci ülkesi konumunda. Gıda sahteciliğinden tekstile, inşaat malzemelerinden, ev eşyalarına, mutfak aletlerine, deterjandan ilaçlara kadar, hemen her sektörde kayıt dışı ve merdiven altı ürünler yaygın. Bu durum, ülkenin uluslararası imajını zedelediği gibi, halk sağlığı açısından da büyük riskler yaratıyor.
Nedense bizim ülkemizde sahtecilik denince akla ilk olarak gıda geliyor. Aslında, sahtecilik yalnızca gıda ile sınırlı değil; tekstil, plastik, çimento, demir-çelik gibi birçok sektörde de benzer hileler yapılıyor. Örneğin, bir tekstil ürünü alıyorsunuz, bir yıl bile dayanmıyor; bunun da sahtecilikten farkı yok. Fakat bu tür hileler genellikle göz ardı ediliyor, oysa ki bunlar da ciddi bir hırsızlık ve tüketiciye yapılan büyük bir hile.
Firmalar tağşiş ve sahtecilikle ilgili skandallarla gündeme geliyor, tarım bakanlığı tarafından tespit ediliyor. Büyük markalar dahi bu hilekârlığın bir parçası haline gelmiş durumda. Ancak, cezaların yeterince caydırıcı olmaması ve firmaların başka isimlerle yeniden sahte üretim yapabilmesi, sistemi zayıflatıyor. Meseleye daha proaktif yaklaşmak şart, suçu işleyen kişilerin, bir daha gıda üretimi yapamayacak şekilde yasaklanması ve cezaların çok daha ağır olması gerekiyor. Çünkü gerçek çözüm, tek tek bu hilelerle uğraşmaktan değil, bu bataklığı kurutacak güçlü yapısal ve yasal önlemler almaktan, devletin denetleme gücünün arttırılmasından, toplumun bilinç seviyesinin yükseltilmesinden geçiyor. Sivrisineklerle uğraşmak yerine bataklığı kurutmamız lazım.
2024 Nobel Ekonomi Ödülü’nün sahibi Daron Acemoğlu, ülkelerin ekonomik başarı ve başarısızlıklarının arkasındaki temel sebepleri anlamaya odaklanıyor. Aslında Türkiye’deki tağşiş ve sahtecilik bataklığının varlığı Acemoğlu'nun vurguladığı kurumsal eksikliklerle bağlantılı. Verimli çalışmayan işletmeler, kötü yönetim ve sağlam sistemlerin olmaması, kayıt dışı ekonomi ve merdiven altı üretimin yaygınlaşmasına neden oluyor. Bu durum, vergi kayıplarına da yol açarak devletin gelirlerini etkiliyor ve ekonomide derin sorunlara işaret ediyor.
Gerçeklerin toplumla şeffaf bir şekilde paylaşılması, her şeyin açıkça ortaya konması büyük önem taşıyor. Gıda sektöründe 40 yılı aşkın süredir bulunan biri olarak, bu sorunun yıllar içinde daha da derinleştiğini, adeta içinden çıkılmaz bir dağa dönüştüğünü rahatlıkla ve üzülerek söyleyebilirim. Diğerlerinin yaptığı yanlışlar, sektöre kuşku düşürüyor ve işini doğru yapan firmalar dahi zarar görüyor. Sapla saman birbirine karışıyor ve bu ülkenin kanayan yaralarından biri haline geliyor.
Bu noktada şu duruma da değinmek gerekir: Gıdada taklit ve tağşiş yaptığı tespit edilen üreticilerin ifşa edilmesi, hem toplum hem de Tarım ve Orman Bakanlığı adına düşündürücü bir tablo ortaya koyuyor. Öte yandan “eser miktarda kalıntı” konusu biraz karmaşık. Eğer bu kalıntılar, firmanın büyük çaplı bir sahtecilik yapmadığını gösteriyorsa, bu durumu hile olarak nitelendirmek doğru olmayabilir. Örneğin, bir makinede önce tavuk kıyması çekilip ardından başka bir et işlendiğinde, iyi temizlenmiş olsa da eser miktarda DNA kalıntısı kalabiliyor. Böyle bir durumda yasa, işletmenin gerçek niyetini dikkate almadan bu firmaların ifşa listesine girmesine yol açabilir. Yani, mevzuatta bu tür detayların göz önünde bulundurulmaması bir eksiklik ve sorun teşkil ediyor.
Sonuç olarak, güvenin zedelendiği, neye güveneceğimizi şaşırdığımız bir karanlık ve sis ortamı var. Tüm bunların kaynağında ise hukuksuzluk, adaletsizlik ve liyakatsizlikle örülü aksak bir sistem yatıyor.
***
Gıda güvenliği ve yasalar, üç temel sac ayağı üzerine oturur: devlet, üretici ve tüketici. Sağlıklı ve güvenilir gıdaya ulaşmak, bu üç ayağın etkin bir şekilde işlev göstermesine bağlıdır. Ancak, bu ayaklardan birinin bile işini doğru yapmaması, güvenli gıda üretimini engeller.
Tarım ve Orman Bakanlığı’nın denetim kadrolarının genişletilmesi ve daha fazla araç-gereçle desteklenmesi büyük bir ihtiyaç. Bugün 90 milyona yaklaşan Türkiye nüfusu düşünüldüğünde mevcut denetim kadrosunun yetersizliği açıkça görülüyor. Gıda sahtekarlıkları, tağşiş, kayıt dışılık, merdiven altı üretim ve insan sağlığını riske atan uygulamalarla daha etkili bir şekilde mücadele edebilmek için bakanlığın denetim kapasitelerinin artırılması şart. Aynı zamanda, cezaların da caydırıcılığının artırılması, yasa dışı üretim ve kayıtsız faaliyetlerle başa çıkmak için önemli bir adım olacaktır. Bu noktada, bağımsız bir Gıda Bakanlığı kurulması ve yetkin kadrolarla donatılması, Türkiye’nin gıda güvenliğini sağlamada büyük bir adım olabilir.
Mevcut gıda yasaları da güncellenmeli. Örneğin, 5996 sayılı yasa Avrupa Birliği uyum çalışmaları kapsamında çıkartıldı ancak hala AB ülkelerine ihracat yaptığımız birçok ürün geri dönüyor. Geri çevrilen bu ürünlerin iç piyasada tekrar tüketiciye sunulması, Türkiye’deki gıda güvenliğini tehdit ediyor. AB’den dönen ürünlerin neden burada kabul edilebilir olduğu sorgulanmalı ve denetim mekanizmaları iyileştirilmelidir.
Üretici ayağındaki en büyük sorunlardan biri, herkesin yeterli donanıma sahip olmadan gıda üretimine başlayabilmesi. Örneğin, küçük bir alan ve birkaç tencereyle yemek üretimine girişen kişiler, gerekli altyapı, hijyen ve standartlara dikkat etmiyor. Bu, zeytinyağı, şekerleme, tahin helvası, salam, sosis ve sucuk gibi ürünlerin üretiminde de geçerli. Oysa ki her gıda üretiminin belirli bir standardı olmalı. Üretici, yasalara saygılı, namusluca üretim yapmalı.
Avrupa'da bir gıda tesisi açılmadan önce projelendirilir, onayı alınır ve ancak bu süreç tamamlandığında üretime başlanır. Bizde ise durum tam tersi; önce üretime başlanıyor, sonra ruhsat almak için başvuru yapılıyor. Bu ters düzen, gıda güvenliği açısından büyük bir risk yaratıyor. Her önüne gelenin gıda üretimi yapmaması gerektiği açık. Üreticinin ehliyetli, altyapısının yeterli ve üretim standartlarına uygun olması zorunlu hale getirilmeli.
Basit bir döner büfesi örneğinde bile Avrupa'da birçok ruhsat gerekirken, Türkiye'de hijyenik olmayan koşullarda 100, 200, 300 kiloya kadar döner birden takılabiliyor ve bu dönerler bitirilemediği için uzun süre şişte kalıyor. Bu kadar büyük miktarda döner, uzun saatler boyunca ateşin karşısında kalırsa, dışarıdan pişerken iç kısımda bakteri üretir. Sabah takılan döner, akşama kadar büyük sağlık riskleri oluşturur, fakat ne üretici ne de tüketici bu tehlikenin farkında. Devletin bu tür denetimlerde çok daha sıkı olması, bu gibi ihmallere asla müsaade etmemesi gerekiyor.
Ayrıca gıda üretiminde sabıkalı kişilere üretim yapma izni verilmesi, ciddi bir hata. Yüz kızartıcı suç işlemiş kişilerin yeniden gıda sektörüne girmesi engellenmeli. Gıda üretimi yüksek ahlak, liyakat ve altyapı gerektirir.
Tüketici de bu sistemin önemli bir parçası. Ne yediğini sorgulamalı, bilgi edinmeli ve bilinçli bir şekilde tercih yapmalı, bilinçsizce yanlış ürünlere yönelmemeli, 3 kuruşa 5 köftenin olamayacağını bilmeli. Sahte ürünler piyasada yer buluyorsa, bu, talebin var olduğunu gösterir. Üretici, tüketici ve devlet bir araya gelerek bu sistemi iyileştirmeli ve güvenli gıdaya ulaşmak için birlikte çalışmalı.
Ülkemizde tarım üretimini yapan nüfusun eğitim seviyesi düşük olduğu için, üretilen besinlerin kalitesi de bundan olumsuz etkileniyor. Gıda, tarım ve hayvancılıktan ayrı bir bakanlık olarak kurulup yönetilmeli. Ülkemizde binlerce gıda mühendisi, binlerce veteriner hekim var. Bu yetişmiş insan gücü, tarım ve sağlık bakanlığı teşkilatlarına alınmalı, sağlıklı ve nitelikli gıda üretilmesi için üretime etkin bir şekilde dahil edilmeli.
Can boğazdan gelir ama can boğazdan gitmesin. Sağlıklı gıda üretimi, sadece bireysel bir tercih değil, toplumsal bir sorumluluktur. Üretimden tüketime kadar her aşamada dikkatle yürütülmesi gereken bu süreç, insan hayatının korunması adına atılacak en önemli adımlardan biridir.
Sahtecilik, yalnızca gıda değil; yaşamın her alanında toplumun güvenini zedeleyen bir virüs gibidir. Bu hilelerle sadece ürünleri değil, geleceğimizi de tüketiyoruz. Konuşan, sorgulayan bir toplumdan korkmamak gerekir. Ne yediğimizi, ne giydiğimizi, ne kullandığımızı sorgulamadıkça, sahtecilik hayatımızın her köşesinde kendine yer bulmaya devam edecek. Çünkü göz yumulan her hile, yarının daha büyük bir tehdidi olur. Şimdi mücadele etmezsek, yarın kaybedeceğimiz sadece sağlık değil, güvenilir bir yaşamın kendisi olacak.
Tüketirken tükenmeyelim.
sadikcelik.gorus@gmail.com
Misafirler için gizlenen link, görmek için
Giriş yap veya üye ol.