Millî Eğitim Bakanı, Sinop'ta bir okul açılışı sırasında, Türkiye’nin eğitimde son yirmi yılda sessiz bir devrim gerçekleştirdiğini iddia ediyor.
Peki, biz bu devrimi hissediyor muyuz? Eğitimde son yirmi yılda ne gibi "sessiz" değişiklikler yaşandı, yaşanıyor, birlikte bakalım.
Verilere göre, Türkiye’de öğrenci başına yapılan devlet harcaması 5.000 dolar civarındayken, OECD ortalaması 12.000 dolar. Aradaki fark aslında, eğitimin geleceğe en büyük yatırım olduğunu unuttuğumuzu gösteriyor. Eğitimden tasarruf olmaz. Ülkenin yarınları bu şekilde çalınamaz.
Ne yazık ki ilkokullarda bile okulların en temel ihtiyaçları karşılanamıyor. Temizlik hizmetleri dahi eksik bırakılıyor, hatta bazı yerlerde öğrenci velileri ya da bizzat öğrencilerin okulları temizlediğine dair duyumlar alınıyor. Kayıt sırasında öğrenci velilerinden talep edilen “bağışlar” ise korkunç boyutlara ulaşmış durumda, oysa temel eğitimin ücretsiz olması anayasal bir haktır. Bu durum, eğitimin yalnızca nitelik değil, maddi erişim açısından da giderek büyük bir krize sürüklendiğini açıkça gösteriyor.
Son 20 yılda yaşanan diğer bir gelişme de 20 bin köy okulunun kapatılması. Cumhuriyet’in, en ücra köylerde dahi eğitime erişimi sağlama amacı, adeta ters yüz ediliyor. En büyük darbeyi de haliyle yine kız çocukları yiyor. Aileler, uzak bölge okullarına kız çocuklarını göndermekte tereddüt ediyor ve sonuç olarak bu çocuklar eğitimden mahrum kalıyor.
Ülkemizde okullaşma oranları hâlâ istenilen düzeyde değil. Batı’da yüzde 100 okullaşma sağlanmışken, biz bu seviyenin çok gerisindeyiz. Üstelik ekonomik tablo ağırlaştıkça okulu terk edenlerin sayısı da artıyor. Lise seviyesinde yüzde 30'luk bir kitle ne okulda ne de işte. Peki bu çocuklar nerede? Uyuşturucu kullanma yaşının sınır bölgelerinde 10’a, ülke genelinde ise 12’ye kadar düştüğünü göz önünde bulundurursak, gençlerin bu karanlık çemberde kayboluşunu nasıl durduracağız?
Sorunlu eğitim sistemi sadece sınıflarda değil, sokaklarda da çürümenin, yozlaşmanın temellerini atar. Geçtiğimiz günlerde polis memuru Şeyda Yılmaz’ın, 26 suçtan kaydı bulunan bir madde bağımlısı tarafından şehit edilmesi, sistemdeki çöküşün ve toplumun derin yaralarının acı bir yansıması. Nitelikli eğitimden mahrum kalmış, türlü çeşit suçlara bulaşan ve defalarca sokağa salıverilen bu zavallılar toplumu birer birer tehdit eder hale geliyor. Güvenlik güçleri bile kendi canlarını koruyamıyor. Polisin canını koruyamadığı bir yerde, vatandaşın güvenliği nasıl sağlanacak? Eğitimdeki bu darboğaz, toplumun güvenliğine ve geleceğine atılmış en büyük darbelerden biri.
Bu tablo, sadece eğitim değil, aynı zamanda toplumun geleceği adına korkutucu bir tablo çiziyor. Eğitim sisteminde yaşanan "sessiz" devrim, sessizlik içinde kaybolup gitmek üzere olan binlerce genç mi demek olacak yoksa?
Beslenme ve Barınma Sorunu
Eğitim, sadece akademik başarıyla sınırlı kalmamalı; çocukların sağlıklı gelişimi, psikolojik ve fiziksel iyilik halleri de bu sürecin ayrılmaz parçası olmalı. Beslenme ise bu destek zincirinin en temel halkası. Ne yazık ki bu halka giderek zayıflıyor.
Avrupa’da öğle yemekleri besin değeri açısından titizlikle hazırlanırken, biz devlet okullarında öğlen yemeklerini kaldırıyoruz! Beslenme sağlanan okullarda ise protein kaynakları olan et ve balık pahalı olduğu için menüler genellikle ucuz ve karbonhidrat ağırlıklı olarak hazırlanıyor. Ancak bu durum, çocuklarda enerji yerine uyku hali yaratıyor, konsantrasyonlarını ve zihinsel performanslarını olumsuz etkiliyor.
Oysa bu sadece bir tabak yemek meselesi değil; çocukların aç kalmasının etkileri sadece fiziksel değil, psikolojik ve akademik anlamda da ağır. Aç bir çocuğun konsantrasyonu ne kadar yüksek olabilir? Nitelikli beslenemeyen bir öğrenci sınavda nasıl başarı gösterebilir?
Ayrıca okullarda beslenme saatleri ve öğle yemekleri, çocukların bir araya gelip sosyalleşmesi, paylaşması ve kaynaşması açısından da büyük önem taşır. Bu, çocuklar için bir ritüel niteliğinde olup, toplumun bütünleşmesi ve dayanışma duygusunun pekişmesi için kritik bir rol oynar. Aynı sofrada birlikte yemek yeme, toplumsal bağların güçlenmesine ve sosyal becerilerin gelişmesine katkıda bulunan önemli bir paylaşım alanıdır.
Bir yanda sağlıksız ve niteliksiz beslenme sorunu, diğer yanda bu yükün ailelerin sırtına binmesi var. Kantinde basit bir tost, bir meyve suyu almak bile artık cep yakıyor. Velilerin çocuğuna sağlıklı bir öğle yemeği sunması neredeyse lüks oldu.
Servis ücretleri ayrı bir vaka…Çocuklarını okula güvenli ve konforlu bir şekilde göndermek isteyen aileler, her yıl katlanan servis ücretleriyle boğuşuyor.
Düşünelim bir kere; asgari ücretle geçinen bir aile, iki çocuğunu nasıl okutacak? Kırtasiye, yemek, ulaşım... Hepsi büyük bir yük haline geldi.
Hele ki üniversite öğrencileri için barınma çok büyük dert. Geçen yıl 100 bine yakın öğrenci, barınma sorunu nedeniyle, kazandığı üniversitelere kayıtlarını yaptırmadı. Devlet yurtları yetersiz. Özel yurtlar ise astronomik fiyatlarda. Bir yanda eğitim devrimi söylemleri, diğer yanda üniversiteyi kazanıp barınacak yer bulamadığı için okumaktan vazgeçen gençler…
Tabii tarikat ve cemaatler bu boşluğu doldurmak için çabalıyor. Kalacak yeri olmayan gençlere kucak açan(!), “yardım eli uzatan” bu yapılar, eğitim sistemiyle ilgili başka bir tehlikeye işaret ediyor. Bu konuda ülke olarak kafi miktarda acı tecrübe edindik, peki ama ders alabildik mi? Ne yazık ki hayır. Geçmişte Gülen cemaatinin devletle iç içe olduğu dönem, "ne istediniz de vermedik?" ifadesiyle özetlenen bir süreçti. 15 Temmuz’u yaşamış bir ülkenin, bu yapıların eğitim alanında etkin olmasını engellemesi gerekirdi. Ancak, devletin kontrolü dışında büyüyen bu oluşumlar, gençlerin barınma sorununu çözme kisvesi altında onları kendi ideolojileriyle şekillendirmeye devam ediyor. Eğitim sistemi bu yapılar tarafından gölgeleniyor ve toplumun geleceğine dair ciddi riskler barındırıyor.
Eğitimde Piyasalaşma ve Dinselleşme Kıskacı
Eğitimde kriz artık görmezden gelinemeyecek kadar derinleşti. Sorunlar sistemin her kademesine sirayet etmiş durumda. Zaten ağır aksak ilerleyen sistem, son yirmi yıldır tepetaklak edilen gerçek bir deneme tahtasına çevrildi.
Kriz genel olarak iki ana eksende büyüyor: eğitimin özelleşmesi ve dinselleşmesi. Her ikisi de ülkenin eğitim sistemini ve toplumsal yapısını temelden sarsıyor.
Önce piyasa. Eğitim artık bir kamu hizmeti olmaktan çıkmış, adeta bir sektör haline gelmiş durumda. Özelleşme, eğitimdeki büyük dönüşümün en belirgin dinamiklerinden biri. 2000’lerin başında özel okulların oranı yüzde iki seviyesindeyken, bugün bu oran yüzde yirmiyi aşıyor.
Devlet okullarında eğitim almak, ders saatlerinin kısalığı ve müfredatla ilgili endişeler nedeniyle aileleri zor durumda bırakıyor. Özel okul, bir çözüm gibi görünse de, bu defa devreye, yaşanılan ekonomik krize paralel olarak her yıl inanılmaz artış gösteren ücretler, servis ve yemek maliyetleri giriyor. Donanımlı ve yeterli eğitim, toplumun geneli için bir fırsat değil, sadece maddi durumu yetenler için bir lüks haline geliyor.
Türkiye’de neredeyse her ilçede bir üniversitenin açılması, eğitimdeki genişlemeyi bir başarı gibi gösterse de, bu genişlemenin gölgesinde derin bir kriz var. "Herkes üniversite mezunu olmalı" anlayışı, gençleri nitelikli eğitim yerine diplomaya odaklayan bir kısır döngüye sokuyor. Bugün üniversiteler, istihdam açığını ertelemek amacıyla gençleri "meşgul eden" birer bekleme odasına dönüşmüş durumda. Diploma sahipliği, işsizliği gizlemek için geçici bir çözüm haline getirilirken, gençler mezun olduklarında ne iş bulabiliyorlar ne de mesleklerinde donanımlı hale geliyorlar. “Ev genci” adı altında vasıfsız bir kategorinin uzun süreli veya daimi üyeleri haline geliyorlar.
Bu krizin arka planında, altyapı gerektirmeyen, laboratuvar veya teknik donanım istemeyen ve hızla açılabilen yüksekokullar ve fakülteler de yatıyor. Ucuz ve kolay açılabilen bu kurumlar, öğrencileri nitelikli bir eğitimden ziyade, sadece mezuniyet vaadiyle beklemeye alıyor. Sonuçta, bu gençler diplomalarına kavuşsa da, iş piyasasına girecek yeterliliğe sahip olamıyor.
Kriz, Türkiye’nin ekonomisiyle de doğrudan bağlantılı. Almanya gibi ülkelerde sanayici, eğitimi ciddi anlamda desteklerken, Türkiye’de bu tür bir destek mekanizması güçlü değil. Zaten ülkemiz, yeni iş alanları açabilen, istihdam yaratabilen bir ekonomi değil. Aksine, al-sata dayalı, dışa bağımlı bir ekonomik yapı, gençlere yeni iş imkânları sunamıyor. Japonya ya da Almanya gibi bir modelimiz olsaydı, sanayiye dayalı iş fırsatlarıyla bu gençleri iş gücüne katabilirdik. Ama mevcut ekonomik yapı, eğitimli bireyleri dahi istihdam edemeyecek kadar zayıf.
Bu durum, üniversite diplomasının adeta bir "rüşvet" gibi kullanıldığı bir sistemi gün yüzüne çıkarıyor. Gençler, iş bulamama korkusuyla üniversitelere yönlendiriliyor, ancak bu süreç onları gerçek bir meslek sahibi yapmaktan çok, işsizlik ve çaresizlik içinde kaybolmalarına neden oluyor.
Bu genişleme, teknik mesleklerin ve ara eleman ihtiyacının göz ardı edilmesine de yol açtı. Tarım, hayvancılık, teknik gibi temel alanlarda insan kaynağı açığı büyürken, üniversite mezunu gençler işsizler ordusuna katılıyor.
Türkiye’de sanayicinin ya da iş adamının ihtiyaç duyduğu nitelikli elemanlar artık yetişmiyor. Ortaokul çağında kapasitelerine göre mesleki eğitime yönlendirilmesi gereken çocuklar, “herkes üniversite mezunu olmalı” anlayışıyla bir yola sürükleniyor. Eğitim sistemi neredeyse sınıfta kalmayı ortadan kaldırmış durumda; kapasitesi olmayan çocuklar bile ite kaka mezun ediliyor. Bu da çocukların, yeteneklerinin gelişmesine uygun olan, örneğin zanaat ve el becerisi gerektiren mesleklerden uzaklaşmasına, onları mutsuz ve yetersiz hissettiren bir ortamda sıkışıp kalmalarına yol açıyor. Tabiri caizse zihinsel anlamda akran zorbalığına maruz kalıyorlar. Kapasitesi düşük çocuklar, nispeten zeki çocuklar tarafından eziliyor, hor görülüyor.
Bu yetersizlik duygusu çocuklarda psikolojik sorunlara neden olabiliyor. Hatta bu gençler, topluma uyum sağlayamamanın getirdiği derin huzursuzlukla birlikte, suç işleme potansiyeli taşıyan bireyler haline gelme riskiyle karşı karşıya kalıyorlar. Zorla sürüklendikleri eğitim yolunda ne mutlu olabiliyorlar ne de topluma faydalı bireyler olarak yetişiyorlar. Herkesin üniversite diploması peşinde koştuğu bu sistem, hem çocukların yeteneklerini köreltiyor hem de toplumun ihtiyaç duyduğu nitelikli iş gücünün yetişmesini engelliyor. Bugün sıhhi tesisatçı, kalıpçı, demirci, inşaat ustası, asansörcü bulamıyor insanlar ihtiyaç duyduklarında. Çobanımızı bile Afganistan’dan ithal ediyoruz düşünsenize…
Ekonomik krizi, 1950’lerden bu yana hız kesmeden süregiden köyden kente göçü ve hızlı kentleşmeyi de eklediğinizde ülkede tarım ve hayvancılıkla uğraşacak insanların sayısı hızla azalıyor. Bir yandan ülkenin verimli toprakları boş kalırken, diğer yandan halk proteine, ete ve diğer temel gıdalara ulaşmakta zorlanıyor. Türkiye, tarımsal üretimi ihmal ederek ithalat bağımlılığına sürükleniyor. Brezilya’dan, Yeni Zelenda!dan, Fransa’dan, Polonya’dan, Sırbistan’dan, Karadağ’dan canlı veya kesik et, Kanada’dan mercimek, Hindistan’dan nohut ithal eder hale geldik. Aslında ortada tarım ve hayvancılığı canlandıracak genç bir nesil varken, bu potansiyel, eğitim politikaları nedeniyle heba ediliyor.
Üniversitelerdeki niceliksel artışın bir diğer sonucu, meslek dallarında gereksiz bir fazlalığın ortaya çıkması. Hukuk fakülteleri, gıda mühendisliği, diyetisyenlik, psikoloji, iktisat, işletme gibi çok sayıda bölüm fazlasıyla mezun veriyor. Çünkü eğitim eleğinin delikleri fazla sıkı, herkes üstte kalıyor. Zekâya, kapasiteye ya da mesleğe uygunluğa bakılmaksızın üniversiteler dolup taşıyor. Geçişler kolay, mezuniyetler hakeza… Ünvan peşinde koşan gençlerin sayısı ziyadesiyle fazla. Sonuçta, o mesleklerin saygınlığı da azalıyor, mezunlar iş bulamıyor ve eğitimdeki bu kısır döngü derinleşerek devam ediyor.
Bu durumun bir diğer nedeni ise, Türkiye’de meslek ve branş planlamasına yönelik bir öngörünün eksikliği. Tarım ya da diğer sektörlerde nasıl ülkenin ihtiyaçları doğrultusunda planlama yapılması gerekiyorsa, üniversite eğitimi için de Türkiye’nin hangi branşlarda ne kadar mezuna ihtiyacı olduğuna dair bir planlama yapılması gerekiyor. Ancak, bu tür bir stratejik öngörü maalesef mevcut değil, bu da gereksiz mezun fazlası ve istihdam sorununu tetikliyor.
Ancak gelinen noktada Türkiye, hem üniversite mezunu işsizler ordusuyla, hem niteliksiz beyaz yaka çalışanlarla, hem de teknik ve ara eleman eksikliğiyle boğuşuyor.
***
Eğitimin dinselleşmesi, krizin diğer boyutu. Cumhuriyet’in hedefi, fikri hür, vicdanı hür bireyler yetiştirmekti. Ancak bugün, eğitim sistemimiz, kader, şükür ve itaat anlayışıyla yoğrulmuş bir “pedagojik” yapıya evriliyor. Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli adı altında dini değerler, yalnızca din dersleriyle sınırlı kalmayıp, fen bilimlerinden sosyal bilimlere kadar her dersin içinde öyle ya da böyle işleniyor. Eğitimin bu şekilde dinselleştirilmesi, çocukların özgür düşünce yapısını engelliyor, sorgulama yetilerini köreltiyor. Oysa çağdaş eğitim, bireylerin eleştirel düşünme becerilerini geliştirmeyi ve bağımsız bir zihin yapısını teşvik etmeyi hedeflemelidir.
Dahası, bu süreç eğitim yönetiminde de kendini gösteriyor. Din dersi öğretmenleri, birçok okulda idari pozisyonlara atanırken, laik ve bilimsel eğitimi savunan öğretmenler ve akademisyenler sistemin dışına itiliyor. Bu dönüşüm, eğitimde yalnızca dinsel içeriği artırmakla kalmıyor, aynı zamanda nitelikli eğitimi de yok ediyor.
Zaten AKP iktidara geldiğinde 500 olan imam hatip lisesi sayısının bugün 4500’e çıkmış olması, amaçlanan dönüşümün en somut göstergelerinden biri…
Kendi çocukluklarında mahalle okullarına giden bugünün velileri, eğitimdeki laik ve bilimsel yapının erozyona uğraması sebebiyle çocukları için alternatif arayışlar peşine düşüyor. Yoksa kimse temel bir hak olan eğitimi çocuğuna sağlamak için servet dökmeye çok hevesli değil… Özel okullar, kurslar, dershaneler ve diğer ticari eğitim hizmetleri, eğitimdeki boşluğu doldurmaya çalışırken, eşitsizlikler giderek derinleşiyor. Bilimsel eğitim artık herkesin eşit şekilde erişebildiği bir kamu hizmeti olmaktan çok uzak.
Bugün orta sınıf aileler, evlerine giren iki maaştan birini özel okul ücretlerine feda etmek zorunda kalıyor. Bir zamanlar kamu okullarıyla kıyaslandığında başarı oranları daha düşük kabul edilen, “başka türlü okuyamayacak” durumda olan çocukların gönderildiği kolejler (bir elin parmaklarını geçmeyecek sayıdaki büyük özel okulu hariç tutarak), şimdi neredeyse bir zorunluluk haline geldi.
Sonuç olarak; eğitimdeki bu iki temel eksen – piyasa odaklı özelleşme ve dinselleşme – Türk eğitim sistemini hızla çöküşe sürüklüyor.
Geçmişte Fransız bakalorya sistemi gibi farklı modelleri örnek alan Türk eğitim sistemi, zaman içinde bu sistemleri terk ederek eğitim politikalarını yazboz tahtasına çevirdi. Her gelen bakanın beraberinde getirdiği farklı düzenlemeler eğitim sisteminin bütünüyle istikrarsızlaşmasına neden oldu. Bakalorya sistemi, öğrencilerin belirli akademik dallarda uzmanlaşmasını ve çok yönlü bir eğitim almasını sağlayan kapsamlı bir sınav modelidir. Öğrencilerin fen, sosyal bilimler ve edebiyat gibi alanlarda derinleşmesini teşvik ederek geniş bir akademik yetkinlik kazandıran bir modeldir. Bu sınavların önemli bir özelliği, okulun kendi öğretmenleri tarafından değil, dışarıdan atanan bağımsız kişiler tarafından yapılmasıdır. Türkiye’de zaman zaman bazı okullarda ve sistemlerde Bakalorya benzeri uygulamalara yer verilmiştir. Ancak, bu tür uygulamalar sürekli ve istikrarlı bir şekilde hayata geçirilememiştir.
Uluslararası arenada kabul görmüş, başarısı kanıtlanmış bu gibi sistemleri bir biçimde takip etmeye, hayata geçirmeye çalışan eğitim kurumları hala var ama bir elin parmaklarını geçmiyor.
Bugün eğitimde iki uç senaryo dikkat çekiyor: Bir yanda uluslararası standartlarda programlar ve yurtdışına gitme hayali kuran öğrenciler, diğer yanda ise yoksulluk nedeniyle okulu bırakan, çocuk işçiliğine yönelen ve eğitimden uzaklaşan çocuklar var. Bu durum, eğitim sisteminin eşitsizliklerle dolu yapısını ve sosyoekonomik krizlerin eğitime erişimi nasıl olumsuz etkilediğini gösteriyor.
Tüm bunların yanında, Türkiye’nin en köklü üniversitelerinden Boğaziçi ve ODTÜ gibi prestijli kurumlarda yaşanan rektör atamaları, eğitim sisteminin çöküşünü daha da hızlandırıyor. Akademik özerklik hiçe sayılarak yapılan bu atamalar, yalnızca bu üniversitelerin saygınlığını zedelemekle kalmıyor, aynı zamanda bilimsel üretim ve özgür düşünceye dayalı bir gelecek inşa etme fırsatını da yok ediyor. Akademik özerklik, yalnızca üniversitelerin değil, toplumun aydınlanmasının temel taşıdır. Ancak bu özerkliğin ortadan kaldırılması, gelecek nesillerin bağımsız düşünce yeteneğinden yoksun kalmasına ve toplumsal gelişimin ciddi şekilde tehlikeye girmesine yol açacaktır. Bu müdahaleler, Türkiye'nin bilimsel ve entelektüel birikimini köreltebilir ve akademik özgürlüğü ortadan kaldırarak, geleceğe dair umutları karanlığa gömebilir.
Eğitim sistemimiz, yalnızca dinselleşme ekseninde değil, aynı zamanda piyasalaşma, akademik özerkliğin zayıflaması ve sosyoekonomik eşitsizliklerin dahil olduğu bir çoklu krizle karşı karşıya. En büyük maliyet ise ülkenin geleceği. Nitelikli eğitime erişebilenler ve bu imkândan mahrum kalanlar arasındaki uçurum büyüyor. Bu uçurum, yalnızca ekonomik eşitsizlikleri değil, aynı zamanda kültürel ve toplumsal ayrışmaları da derinleştiriyor.
Nitelikli eğitime erişim, yalnızca bir grup insanın ayrıcalığı olmaktan çıkıp, toplumsal bir hak haline gelmeli. Çünkü eğitim, bireyin ve toplumun geleceğini şekillendirirken, bugünkü adımlarımızı da doğrudan etkiler. Yarın nasıl bir dünya hayal ediyorsak, o dünyayı inşa etmek için bugünden atmamız gereken adımlar eğitimle başlar. Hayat, ileriye doğru umutla yaşanır; yarınlardan ne beklediğimiz, bugün yaptığımız seçimlerle şekillenir. Eğitimde attığımız her adım, toplumun geleceğine yön verir.
Ancak geriye dönüp baktığımızda, geçmişte yapılan hatalar ve eksiklikler daha net anlaşılır. Eğitimin bugünkü sorunlarına baktığımızda, çocuklarımızın yarınlarına dair yapılan hataları görmek zorundayız.
Hayat ileriye doğru yaşanır, geriye doğru anlaşılır.
Geleceği umutla inşa etmek için, geçmişin yanlışlarından ders almalı ve her çocuğun nitelikli eğitime erişmesini sağlamalıyız.
Sadık ÇELİK
sadikcelik.gorus@gmail.com
Peki, biz bu devrimi hissediyor muyuz? Eğitimde son yirmi yılda ne gibi "sessiz" değişiklikler yaşandı, yaşanıyor, birlikte bakalım.
Verilere göre, Türkiye’de öğrenci başına yapılan devlet harcaması 5.000 dolar civarındayken, OECD ortalaması 12.000 dolar. Aradaki fark aslında, eğitimin geleceğe en büyük yatırım olduğunu unuttuğumuzu gösteriyor. Eğitimden tasarruf olmaz. Ülkenin yarınları bu şekilde çalınamaz.
Ne yazık ki ilkokullarda bile okulların en temel ihtiyaçları karşılanamıyor. Temizlik hizmetleri dahi eksik bırakılıyor, hatta bazı yerlerde öğrenci velileri ya da bizzat öğrencilerin okulları temizlediğine dair duyumlar alınıyor. Kayıt sırasında öğrenci velilerinden talep edilen “bağışlar” ise korkunç boyutlara ulaşmış durumda, oysa temel eğitimin ücretsiz olması anayasal bir haktır. Bu durum, eğitimin yalnızca nitelik değil, maddi erişim açısından da giderek büyük bir krize sürüklendiğini açıkça gösteriyor.
Son 20 yılda yaşanan diğer bir gelişme de 20 bin köy okulunun kapatılması. Cumhuriyet’in, en ücra köylerde dahi eğitime erişimi sağlama amacı, adeta ters yüz ediliyor. En büyük darbeyi de haliyle yine kız çocukları yiyor. Aileler, uzak bölge okullarına kız çocuklarını göndermekte tereddüt ediyor ve sonuç olarak bu çocuklar eğitimden mahrum kalıyor.
Ülkemizde okullaşma oranları hâlâ istenilen düzeyde değil. Batı’da yüzde 100 okullaşma sağlanmışken, biz bu seviyenin çok gerisindeyiz. Üstelik ekonomik tablo ağırlaştıkça okulu terk edenlerin sayısı da artıyor. Lise seviyesinde yüzde 30'luk bir kitle ne okulda ne de işte. Peki bu çocuklar nerede? Uyuşturucu kullanma yaşının sınır bölgelerinde 10’a, ülke genelinde ise 12’ye kadar düştüğünü göz önünde bulundurursak, gençlerin bu karanlık çemberde kayboluşunu nasıl durduracağız?
Sorunlu eğitim sistemi sadece sınıflarda değil, sokaklarda da çürümenin, yozlaşmanın temellerini atar. Geçtiğimiz günlerde polis memuru Şeyda Yılmaz’ın, 26 suçtan kaydı bulunan bir madde bağımlısı tarafından şehit edilmesi, sistemdeki çöküşün ve toplumun derin yaralarının acı bir yansıması. Nitelikli eğitimden mahrum kalmış, türlü çeşit suçlara bulaşan ve defalarca sokağa salıverilen bu zavallılar toplumu birer birer tehdit eder hale geliyor. Güvenlik güçleri bile kendi canlarını koruyamıyor. Polisin canını koruyamadığı bir yerde, vatandaşın güvenliği nasıl sağlanacak? Eğitimdeki bu darboğaz, toplumun güvenliğine ve geleceğine atılmış en büyük darbelerden biri.
Bu tablo, sadece eğitim değil, aynı zamanda toplumun geleceği adına korkutucu bir tablo çiziyor. Eğitim sisteminde yaşanan "sessiz" devrim, sessizlik içinde kaybolup gitmek üzere olan binlerce genç mi demek olacak yoksa?
Beslenme ve Barınma Sorunu
Eğitim, sadece akademik başarıyla sınırlı kalmamalı; çocukların sağlıklı gelişimi, psikolojik ve fiziksel iyilik halleri de bu sürecin ayrılmaz parçası olmalı. Beslenme ise bu destek zincirinin en temel halkası. Ne yazık ki bu halka giderek zayıflıyor.
Avrupa’da öğle yemekleri besin değeri açısından titizlikle hazırlanırken, biz devlet okullarında öğlen yemeklerini kaldırıyoruz! Beslenme sağlanan okullarda ise protein kaynakları olan et ve balık pahalı olduğu için menüler genellikle ucuz ve karbonhidrat ağırlıklı olarak hazırlanıyor. Ancak bu durum, çocuklarda enerji yerine uyku hali yaratıyor, konsantrasyonlarını ve zihinsel performanslarını olumsuz etkiliyor.
Oysa bu sadece bir tabak yemek meselesi değil; çocukların aç kalmasının etkileri sadece fiziksel değil, psikolojik ve akademik anlamda da ağır. Aç bir çocuğun konsantrasyonu ne kadar yüksek olabilir? Nitelikli beslenemeyen bir öğrenci sınavda nasıl başarı gösterebilir?
Ayrıca okullarda beslenme saatleri ve öğle yemekleri, çocukların bir araya gelip sosyalleşmesi, paylaşması ve kaynaşması açısından da büyük önem taşır. Bu, çocuklar için bir ritüel niteliğinde olup, toplumun bütünleşmesi ve dayanışma duygusunun pekişmesi için kritik bir rol oynar. Aynı sofrada birlikte yemek yeme, toplumsal bağların güçlenmesine ve sosyal becerilerin gelişmesine katkıda bulunan önemli bir paylaşım alanıdır.
Bir yanda sağlıksız ve niteliksiz beslenme sorunu, diğer yanda bu yükün ailelerin sırtına binmesi var. Kantinde basit bir tost, bir meyve suyu almak bile artık cep yakıyor. Velilerin çocuğuna sağlıklı bir öğle yemeği sunması neredeyse lüks oldu.
Servis ücretleri ayrı bir vaka…Çocuklarını okula güvenli ve konforlu bir şekilde göndermek isteyen aileler, her yıl katlanan servis ücretleriyle boğuşuyor.
Düşünelim bir kere; asgari ücretle geçinen bir aile, iki çocuğunu nasıl okutacak? Kırtasiye, yemek, ulaşım... Hepsi büyük bir yük haline geldi.
Hele ki üniversite öğrencileri için barınma çok büyük dert. Geçen yıl 100 bine yakın öğrenci, barınma sorunu nedeniyle, kazandığı üniversitelere kayıtlarını yaptırmadı. Devlet yurtları yetersiz. Özel yurtlar ise astronomik fiyatlarda. Bir yanda eğitim devrimi söylemleri, diğer yanda üniversiteyi kazanıp barınacak yer bulamadığı için okumaktan vazgeçen gençler…
Tabii tarikat ve cemaatler bu boşluğu doldurmak için çabalıyor. Kalacak yeri olmayan gençlere kucak açan(!), “yardım eli uzatan” bu yapılar, eğitim sistemiyle ilgili başka bir tehlikeye işaret ediyor. Bu konuda ülke olarak kafi miktarda acı tecrübe edindik, peki ama ders alabildik mi? Ne yazık ki hayır. Geçmişte Gülen cemaatinin devletle iç içe olduğu dönem, "ne istediniz de vermedik?" ifadesiyle özetlenen bir süreçti. 15 Temmuz’u yaşamış bir ülkenin, bu yapıların eğitim alanında etkin olmasını engellemesi gerekirdi. Ancak, devletin kontrolü dışında büyüyen bu oluşumlar, gençlerin barınma sorununu çözme kisvesi altında onları kendi ideolojileriyle şekillendirmeye devam ediyor. Eğitim sistemi bu yapılar tarafından gölgeleniyor ve toplumun geleceğine dair ciddi riskler barındırıyor.
Eğitimde Piyasalaşma ve Dinselleşme Kıskacı
Eğitimde kriz artık görmezden gelinemeyecek kadar derinleşti. Sorunlar sistemin her kademesine sirayet etmiş durumda. Zaten ağır aksak ilerleyen sistem, son yirmi yıldır tepetaklak edilen gerçek bir deneme tahtasına çevrildi.
Kriz genel olarak iki ana eksende büyüyor: eğitimin özelleşmesi ve dinselleşmesi. Her ikisi de ülkenin eğitim sistemini ve toplumsal yapısını temelden sarsıyor.
Önce piyasa. Eğitim artık bir kamu hizmeti olmaktan çıkmış, adeta bir sektör haline gelmiş durumda. Özelleşme, eğitimdeki büyük dönüşümün en belirgin dinamiklerinden biri. 2000’lerin başında özel okulların oranı yüzde iki seviyesindeyken, bugün bu oran yüzde yirmiyi aşıyor.
Devlet okullarında eğitim almak, ders saatlerinin kısalığı ve müfredatla ilgili endişeler nedeniyle aileleri zor durumda bırakıyor. Özel okul, bir çözüm gibi görünse de, bu defa devreye, yaşanılan ekonomik krize paralel olarak her yıl inanılmaz artış gösteren ücretler, servis ve yemek maliyetleri giriyor. Donanımlı ve yeterli eğitim, toplumun geneli için bir fırsat değil, sadece maddi durumu yetenler için bir lüks haline geliyor.
Türkiye’de neredeyse her ilçede bir üniversitenin açılması, eğitimdeki genişlemeyi bir başarı gibi gösterse de, bu genişlemenin gölgesinde derin bir kriz var. "Herkes üniversite mezunu olmalı" anlayışı, gençleri nitelikli eğitim yerine diplomaya odaklayan bir kısır döngüye sokuyor. Bugün üniversiteler, istihdam açığını ertelemek amacıyla gençleri "meşgul eden" birer bekleme odasına dönüşmüş durumda. Diploma sahipliği, işsizliği gizlemek için geçici bir çözüm haline getirilirken, gençler mezun olduklarında ne iş bulabiliyorlar ne de mesleklerinde donanımlı hale geliyorlar. “Ev genci” adı altında vasıfsız bir kategorinin uzun süreli veya daimi üyeleri haline geliyorlar.
Bu krizin arka planında, altyapı gerektirmeyen, laboratuvar veya teknik donanım istemeyen ve hızla açılabilen yüksekokullar ve fakülteler de yatıyor. Ucuz ve kolay açılabilen bu kurumlar, öğrencileri nitelikli bir eğitimden ziyade, sadece mezuniyet vaadiyle beklemeye alıyor. Sonuçta, bu gençler diplomalarına kavuşsa da, iş piyasasına girecek yeterliliğe sahip olamıyor.
Kriz, Türkiye’nin ekonomisiyle de doğrudan bağlantılı. Almanya gibi ülkelerde sanayici, eğitimi ciddi anlamda desteklerken, Türkiye’de bu tür bir destek mekanizması güçlü değil. Zaten ülkemiz, yeni iş alanları açabilen, istihdam yaratabilen bir ekonomi değil. Aksine, al-sata dayalı, dışa bağımlı bir ekonomik yapı, gençlere yeni iş imkânları sunamıyor. Japonya ya da Almanya gibi bir modelimiz olsaydı, sanayiye dayalı iş fırsatlarıyla bu gençleri iş gücüne katabilirdik. Ama mevcut ekonomik yapı, eğitimli bireyleri dahi istihdam edemeyecek kadar zayıf.
Bu durum, üniversite diplomasının adeta bir "rüşvet" gibi kullanıldığı bir sistemi gün yüzüne çıkarıyor. Gençler, iş bulamama korkusuyla üniversitelere yönlendiriliyor, ancak bu süreç onları gerçek bir meslek sahibi yapmaktan çok, işsizlik ve çaresizlik içinde kaybolmalarına neden oluyor.
Bu genişleme, teknik mesleklerin ve ara eleman ihtiyacının göz ardı edilmesine de yol açtı. Tarım, hayvancılık, teknik gibi temel alanlarda insan kaynağı açığı büyürken, üniversite mezunu gençler işsizler ordusuna katılıyor.
Türkiye’de sanayicinin ya da iş adamının ihtiyaç duyduğu nitelikli elemanlar artık yetişmiyor. Ortaokul çağında kapasitelerine göre mesleki eğitime yönlendirilmesi gereken çocuklar, “herkes üniversite mezunu olmalı” anlayışıyla bir yola sürükleniyor. Eğitim sistemi neredeyse sınıfta kalmayı ortadan kaldırmış durumda; kapasitesi olmayan çocuklar bile ite kaka mezun ediliyor. Bu da çocukların, yeteneklerinin gelişmesine uygun olan, örneğin zanaat ve el becerisi gerektiren mesleklerden uzaklaşmasına, onları mutsuz ve yetersiz hissettiren bir ortamda sıkışıp kalmalarına yol açıyor. Tabiri caizse zihinsel anlamda akran zorbalığına maruz kalıyorlar. Kapasitesi düşük çocuklar, nispeten zeki çocuklar tarafından eziliyor, hor görülüyor.
Bu yetersizlik duygusu çocuklarda psikolojik sorunlara neden olabiliyor. Hatta bu gençler, topluma uyum sağlayamamanın getirdiği derin huzursuzlukla birlikte, suç işleme potansiyeli taşıyan bireyler haline gelme riskiyle karşı karşıya kalıyorlar. Zorla sürüklendikleri eğitim yolunda ne mutlu olabiliyorlar ne de topluma faydalı bireyler olarak yetişiyorlar. Herkesin üniversite diploması peşinde koştuğu bu sistem, hem çocukların yeteneklerini köreltiyor hem de toplumun ihtiyaç duyduğu nitelikli iş gücünün yetişmesini engelliyor. Bugün sıhhi tesisatçı, kalıpçı, demirci, inşaat ustası, asansörcü bulamıyor insanlar ihtiyaç duyduklarında. Çobanımızı bile Afganistan’dan ithal ediyoruz düşünsenize…
Ekonomik krizi, 1950’lerden bu yana hız kesmeden süregiden köyden kente göçü ve hızlı kentleşmeyi de eklediğinizde ülkede tarım ve hayvancılıkla uğraşacak insanların sayısı hızla azalıyor. Bir yandan ülkenin verimli toprakları boş kalırken, diğer yandan halk proteine, ete ve diğer temel gıdalara ulaşmakta zorlanıyor. Türkiye, tarımsal üretimi ihmal ederek ithalat bağımlılığına sürükleniyor. Brezilya’dan, Yeni Zelenda!dan, Fransa’dan, Polonya’dan, Sırbistan’dan, Karadağ’dan canlı veya kesik et, Kanada’dan mercimek, Hindistan’dan nohut ithal eder hale geldik. Aslında ortada tarım ve hayvancılığı canlandıracak genç bir nesil varken, bu potansiyel, eğitim politikaları nedeniyle heba ediliyor.
Üniversitelerdeki niceliksel artışın bir diğer sonucu, meslek dallarında gereksiz bir fazlalığın ortaya çıkması. Hukuk fakülteleri, gıda mühendisliği, diyetisyenlik, psikoloji, iktisat, işletme gibi çok sayıda bölüm fazlasıyla mezun veriyor. Çünkü eğitim eleğinin delikleri fazla sıkı, herkes üstte kalıyor. Zekâya, kapasiteye ya da mesleğe uygunluğa bakılmaksızın üniversiteler dolup taşıyor. Geçişler kolay, mezuniyetler hakeza… Ünvan peşinde koşan gençlerin sayısı ziyadesiyle fazla. Sonuçta, o mesleklerin saygınlığı da azalıyor, mezunlar iş bulamıyor ve eğitimdeki bu kısır döngü derinleşerek devam ediyor.
Bu durumun bir diğer nedeni ise, Türkiye’de meslek ve branş planlamasına yönelik bir öngörünün eksikliği. Tarım ya da diğer sektörlerde nasıl ülkenin ihtiyaçları doğrultusunda planlama yapılması gerekiyorsa, üniversite eğitimi için de Türkiye’nin hangi branşlarda ne kadar mezuna ihtiyacı olduğuna dair bir planlama yapılması gerekiyor. Ancak, bu tür bir stratejik öngörü maalesef mevcut değil, bu da gereksiz mezun fazlası ve istihdam sorununu tetikliyor.
Ancak gelinen noktada Türkiye, hem üniversite mezunu işsizler ordusuyla, hem niteliksiz beyaz yaka çalışanlarla, hem de teknik ve ara eleman eksikliğiyle boğuşuyor.
***
Eğitimin dinselleşmesi, krizin diğer boyutu. Cumhuriyet’in hedefi, fikri hür, vicdanı hür bireyler yetiştirmekti. Ancak bugün, eğitim sistemimiz, kader, şükür ve itaat anlayışıyla yoğrulmuş bir “pedagojik” yapıya evriliyor. Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli adı altında dini değerler, yalnızca din dersleriyle sınırlı kalmayıp, fen bilimlerinden sosyal bilimlere kadar her dersin içinde öyle ya da böyle işleniyor. Eğitimin bu şekilde dinselleştirilmesi, çocukların özgür düşünce yapısını engelliyor, sorgulama yetilerini köreltiyor. Oysa çağdaş eğitim, bireylerin eleştirel düşünme becerilerini geliştirmeyi ve bağımsız bir zihin yapısını teşvik etmeyi hedeflemelidir.
Dahası, bu süreç eğitim yönetiminde de kendini gösteriyor. Din dersi öğretmenleri, birçok okulda idari pozisyonlara atanırken, laik ve bilimsel eğitimi savunan öğretmenler ve akademisyenler sistemin dışına itiliyor. Bu dönüşüm, eğitimde yalnızca dinsel içeriği artırmakla kalmıyor, aynı zamanda nitelikli eğitimi de yok ediyor.
Zaten AKP iktidara geldiğinde 500 olan imam hatip lisesi sayısının bugün 4500’e çıkmış olması, amaçlanan dönüşümün en somut göstergelerinden biri…
Kendi çocukluklarında mahalle okullarına giden bugünün velileri, eğitimdeki laik ve bilimsel yapının erozyona uğraması sebebiyle çocukları için alternatif arayışlar peşine düşüyor. Yoksa kimse temel bir hak olan eğitimi çocuğuna sağlamak için servet dökmeye çok hevesli değil… Özel okullar, kurslar, dershaneler ve diğer ticari eğitim hizmetleri, eğitimdeki boşluğu doldurmaya çalışırken, eşitsizlikler giderek derinleşiyor. Bilimsel eğitim artık herkesin eşit şekilde erişebildiği bir kamu hizmeti olmaktan çok uzak.
Bugün orta sınıf aileler, evlerine giren iki maaştan birini özel okul ücretlerine feda etmek zorunda kalıyor. Bir zamanlar kamu okullarıyla kıyaslandığında başarı oranları daha düşük kabul edilen, “başka türlü okuyamayacak” durumda olan çocukların gönderildiği kolejler (bir elin parmaklarını geçmeyecek sayıdaki büyük özel okulu hariç tutarak), şimdi neredeyse bir zorunluluk haline geldi.
Sonuç olarak; eğitimdeki bu iki temel eksen – piyasa odaklı özelleşme ve dinselleşme – Türk eğitim sistemini hızla çöküşe sürüklüyor.
Geçmişte Fransız bakalorya sistemi gibi farklı modelleri örnek alan Türk eğitim sistemi, zaman içinde bu sistemleri terk ederek eğitim politikalarını yazboz tahtasına çevirdi. Her gelen bakanın beraberinde getirdiği farklı düzenlemeler eğitim sisteminin bütünüyle istikrarsızlaşmasına neden oldu. Bakalorya sistemi, öğrencilerin belirli akademik dallarda uzmanlaşmasını ve çok yönlü bir eğitim almasını sağlayan kapsamlı bir sınav modelidir. Öğrencilerin fen, sosyal bilimler ve edebiyat gibi alanlarda derinleşmesini teşvik ederek geniş bir akademik yetkinlik kazandıran bir modeldir. Bu sınavların önemli bir özelliği, okulun kendi öğretmenleri tarafından değil, dışarıdan atanan bağımsız kişiler tarafından yapılmasıdır. Türkiye’de zaman zaman bazı okullarda ve sistemlerde Bakalorya benzeri uygulamalara yer verilmiştir. Ancak, bu tür uygulamalar sürekli ve istikrarlı bir şekilde hayata geçirilememiştir.
Uluslararası arenada kabul görmüş, başarısı kanıtlanmış bu gibi sistemleri bir biçimde takip etmeye, hayata geçirmeye çalışan eğitim kurumları hala var ama bir elin parmaklarını geçmiyor.
Bugün eğitimde iki uç senaryo dikkat çekiyor: Bir yanda uluslararası standartlarda programlar ve yurtdışına gitme hayali kuran öğrenciler, diğer yanda ise yoksulluk nedeniyle okulu bırakan, çocuk işçiliğine yönelen ve eğitimden uzaklaşan çocuklar var. Bu durum, eğitim sisteminin eşitsizliklerle dolu yapısını ve sosyoekonomik krizlerin eğitime erişimi nasıl olumsuz etkilediğini gösteriyor.
Tüm bunların yanında, Türkiye’nin en köklü üniversitelerinden Boğaziçi ve ODTÜ gibi prestijli kurumlarda yaşanan rektör atamaları, eğitim sisteminin çöküşünü daha da hızlandırıyor. Akademik özerklik hiçe sayılarak yapılan bu atamalar, yalnızca bu üniversitelerin saygınlığını zedelemekle kalmıyor, aynı zamanda bilimsel üretim ve özgür düşünceye dayalı bir gelecek inşa etme fırsatını da yok ediyor. Akademik özerklik, yalnızca üniversitelerin değil, toplumun aydınlanmasının temel taşıdır. Ancak bu özerkliğin ortadan kaldırılması, gelecek nesillerin bağımsız düşünce yeteneğinden yoksun kalmasına ve toplumsal gelişimin ciddi şekilde tehlikeye girmesine yol açacaktır. Bu müdahaleler, Türkiye'nin bilimsel ve entelektüel birikimini köreltebilir ve akademik özgürlüğü ortadan kaldırarak, geleceğe dair umutları karanlığa gömebilir.
Eğitim sistemimiz, yalnızca dinselleşme ekseninde değil, aynı zamanda piyasalaşma, akademik özerkliğin zayıflaması ve sosyoekonomik eşitsizliklerin dahil olduğu bir çoklu krizle karşı karşıya. En büyük maliyet ise ülkenin geleceği. Nitelikli eğitime erişebilenler ve bu imkândan mahrum kalanlar arasındaki uçurum büyüyor. Bu uçurum, yalnızca ekonomik eşitsizlikleri değil, aynı zamanda kültürel ve toplumsal ayrışmaları da derinleştiriyor.
Nitelikli eğitime erişim, yalnızca bir grup insanın ayrıcalığı olmaktan çıkıp, toplumsal bir hak haline gelmeli. Çünkü eğitim, bireyin ve toplumun geleceğini şekillendirirken, bugünkü adımlarımızı da doğrudan etkiler. Yarın nasıl bir dünya hayal ediyorsak, o dünyayı inşa etmek için bugünden atmamız gereken adımlar eğitimle başlar. Hayat, ileriye doğru umutla yaşanır; yarınlardan ne beklediğimiz, bugün yaptığımız seçimlerle şekillenir. Eğitimde attığımız her adım, toplumun geleceğine yön verir.
Ancak geriye dönüp baktığımızda, geçmişte yapılan hatalar ve eksiklikler daha net anlaşılır. Eğitimin bugünkü sorunlarına baktığımızda, çocuklarımızın yarınlarına dair yapılan hataları görmek zorundayız.
Hayat ileriye doğru yaşanır, geriye doğru anlaşılır.
Geleceği umutla inşa etmek için, geçmişin yanlışlarından ders almalı ve her çocuğun nitelikli eğitime erişmesini sağlamalıyız.
Sadık ÇELİK
sadikcelik.gorus@gmail.com
Misafirler için gizlenen link, görmek için
Giriş yap veya üye ol.