Türkiye, herhangi bir Batı ülkesinin bir yılda tükettiği gündemi yine üç güne sığdırmayı başardı. İlk önemli haber 20 Ekim gecesi Fethullah Gülen’in ölümü oldu.
İlk çıkardığı derginin ismi olan Sızıntı’dan da anlaşılacağı üzere, en başından itibaren devlete sızarak dini temellere dayalı bir yapıya dönüştürme hedefindeki Gülen’in bu stratejisi pek de gizli değildi. Cumhuriyetin kuruluş felsefesine bağlı kesimler bunu görüyor, Necip Hablemitoğlu’ndan Hikmet Çetinkaya’ya, Faik Bulut’tan Zübeyir Kandıra’ya kadar çok sayıda yazar kaleme aldıkları kitaplarla bu tehlikeye dikkat çekiyordu.
Ancak bu uyarılara siyasiler tarafından neredeyse hiç kulak asılmadı; hatta dalga geçildi. “Kargalar bile güler” diyenlerden, “Hocaefendi dünya çapında kıymetli bir insandır” diyenlere kadar hemen herkes cemaate şirin gözükmek amacıyla yarıştı. Aynı yarış Pensilvanya’ya ziyaret konusunda da görüldü.
Ne zaman ki tehlike artık gözle görülür bir biçime ve çıkar çatışmasına dönüşmeye başladı, kavga da o zaman çıktı. 16 Aralık 2013 akşamı “Hocaefendi” olarak anılan kişi, ertesi sabah paralelin başı haline geldi. 15 Temmuz ise, doksanların başından itibaren uyarılarda bulunanların haklılığının son kesin kanıtı oldu. İlerici kesimlerin çekinceleri yıllar boyunca dikkate alınmamış, tehlikenin boyutu bizzat yaşanarak görülmüştü.
Bir başka deyişle, 2012 yılında ölse adeta bir kahraman ve özel kişi şeklinde lanse edilecek olan Fethullah Gülen, meydana gelen çıkar çatışmaları sebebiyle hain olarak görülmeye başlandı. Teşhis doğruydu ancak bunun için oldukça geç kalındığı ve bu sebeple özeleştiride bile bulunulmadığı da ortadaydı.
Gülen’in ölümünün ardından, ertesi güne Devlet Bahçeli’nin yeni bir çıkışı damga vurdu. “Şayet terörist başının tecridi kaldırılırsa, gelsin DEM Parti grup toplantısında konuşsun, terörün bittiğini, örgütün lağvedildiğini ilan etsin” diyen Bahçeli, 1 Ekim’den bu yana yaptığı çıkışları gölgede bırakan bir açıklama yapmış oldu.
Hemen herkes bu çıkışın bir devlet planı dâhilinde yapıldığında hemfikirdi. Ancak ittifakın AKP kanadından gelen belirsiz açıklamalar ve AKP’ye oldukça yakın olan Yeni Şafak’ın ertesi gün attığı manşet bunu yalanlar nitelikteydi.
23 Ekim’de TUSAŞ’a yapılan saldırıyı bu konuşmaya bağlı olarak değerlendirmek ise doğru olmaz. Böyle planlı bir saldırı için en azından günler öncesinden keşif ve planlama yapılması zorunlu olduğundan dolayı, saldırının Bahçeli’nin çıkışıyla ilgili olmadığı söylenebilir.
Burada öncelikli olarak üzerinde durulması gereken nokta, devletin güvenlik konusunda, hem de başkentinde halen nasıl bu kadar büyük bir zafiyet gösterebildiğidir. Bunda ihmali olanların, en alt kademeden en üste kadar kim varsa bedelini ödemeleri şarttır. En temel amacı halkının güvenliğini sağlamak olan devlet mekanizması, bu görevi bile tam anlamıyla yerine getiremiyorsa bunun mutlaka bir karşılığı olmalı ve gereken neyse yapılmalıdır.
İlk çıkardığı derginin ismi olan Sızıntı’dan da anlaşılacağı üzere, en başından itibaren devlete sızarak dini temellere dayalı bir yapıya dönüştürme hedefindeki Gülen’in bu stratejisi pek de gizli değildi. Cumhuriyetin kuruluş felsefesine bağlı kesimler bunu görüyor, Necip Hablemitoğlu’ndan Hikmet Çetinkaya’ya, Faik Bulut’tan Zübeyir Kandıra’ya kadar çok sayıda yazar kaleme aldıkları kitaplarla bu tehlikeye dikkat çekiyordu.
Ancak bu uyarılara siyasiler tarafından neredeyse hiç kulak asılmadı; hatta dalga geçildi. “Kargalar bile güler” diyenlerden, “Hocaefendi dünya çapında kıymetli bir insandır” diyenlere kadar hemen herkes cemaate şirin gözükmek amacıyla yarıştı. Aynı yarış Pensilvanya’ya ziyaret konusunda da görüldü.
Ne zaman ki tehlike artık gözle görülür bir biçime ve çıkar çatışmasına dönüşmeye başladı, kavga da o zaman çıktı. 16 Aralık 2013 akşamı “Hocaefendi” olarak anılan kişi, ertesi sabah paralelin başı haline geldi. 15 Temmuz ise, doksanların başından itibaren uyarılarda bulunanların haklılığının son kesin kanıtı oldu. İlerici kesimlerin çekinceleri yıllar boyunca dikkate alınmamış, tehlikenin boyutu bizzat yaşanarak görülmüştü.
Bir başka deyişle, 2012 yılında ölse adeta bir kahraman ve özel kişi şeklinde lanse edilecek olan Fethullah Gülen, meydana gelen çıkar çatışmaları sebebiyle hain olarak görülmeye başlandı. Teşhis doğruydu ancak bunun için oldukça geç kalındığı ve bu sebeple özeleştiride bile bulunulmadığı da ortadaydı.
Gülen’in ölümünün ardından, ertesi güne Devlet Bahçeli’nin yeni bir çıkışı damga vurdu. “Şayet terörist başının tecridi kaldırılırsa, gelsin DEM Parti grup toplantısında konuşsun, terörün bittiğini, örgütün lağvedildiğini ilan etsin” diyen Bahçeli, 1 Ekim’den bu yana yaptığı çıkışları gölgede bırakan bir açıklama yapmış oldu.
Hemen herkes bu çıkışın bir devlet planı dâhilinde yapıldığında hemfikirdi. Ancak ittifakın AKP kanadından gelen belirsiz açıklamalar ve AKP’ye oldukça yakın olan Yeni Şafak’ın ertesi gün attığı manşet bunu yalanlar nitelikteydi.
23 Ekim’de TUSAŞ’a yapılan saldırıyı bu konuşmaya bağlı olarak değerlendirmek ise doğru olmaz. Böyle planlı bir saldırı için en azından günler öncesinden keşif ve planlama yapılması zorunlu olduğundan dolayı, saldırının Bahçeli’nin çıkışıyla ilgili olmadığı söylenebilir.
Burada öncelikli olarak üzerinde durulması gereken nokta, devletin güvenlik konusunda, hem de başkentinde halen nasıl bu kadar büyük bir zafiyet gösterebildiğidir. Bunda ihmali olanların, en alt kademeden en üste kadar kim varsa bedelini ödemeleri şarttır. En temel amacı halkının güvenliğini sağlamak olan devlet mekanizması, bu görevi bile tam anlamıyla yerine getiremiyorsa bunun mutlaka bir karşılığı olmalı ve gereken neyse yapılmalıdır.
Misafirler için gizlenen link, görmek için
Giriş yap veya üye ol.