Vay Canına
Forum Üyesi
#1
Ceddimiz önce insandı
Ecdadımızın savaşçı yönü dünya çapında ün yapmıştır. Bu özelliklerimizi bilmeyen yoktur. Bunun yanında ceddimiz her şeyden önce insandı. Ve doğası gereği güzel olan her şeye gözü de gönlü de açıktı. Maalesef ceddimizin bu yönü yabancılar tarafından kasıtlı olarak görmemezlikten gelinmiş. Hatta barbar olarak lanse edilmişler. Bizim sözde aydınlarımızda uzun bir müddet onların dümen suyuna girmiş adeta onların avukatlığına soyunmuşlar. Son yıllarda yapılan ön yargısız ve taassuptan uzak kapsamlı araştırmalar gerçekleri su yüzüne çıkarmaya başlamıştır. Her biri büyük bir âlim olan Osmanlı padişahları sanatçı ruha sahip insanlardı. Bu sebeple padişahların büyük bir bölümü ya bir sanatı icra ediyordu veya bir zanaat dalında mahirdi. Bunun yanında ilim adamlarına, sanatçıya ve zanaatkâra büyük bir muhabbet besledikleri, onları teşvik ettikleri, koruyup kolladıkları bilinmektedir.
Sanatçı ve zanaatkâr olan padişahlara misal olarak; Sultan I. Mehmed Yay ve Kiriş ustası, II. Mehmed, Ressam ve Bahçıvan, I. Selim, Kuyumcu, Kanuni Sultan Süleyman, Kuyumcu aynı zamanda “Muhibbi” mahlasıyla şiirleri vardır. Sultan II. Selim, Hacıların Hac yolunda kullanmaları için asalar yapardı. III. Murad, Ok yapardı. I. Ahmed, Kaşık ustasıdır. Okçuların kullandığı özel yüzükler yapardı. IV. Murad şiir ve musiki ile yakından ilgilenmiştir. Şiirlerini "Muradi" mahlası ile yazmıştır. I. Mahmud "Sebkati" mahlası ile şiirler yazmış ve eserler bestelemiştir. III. Selim Türk musikisinin en büyük bestekârlarından birisidir. Ney üfleyip, tambur çalardı. "İlhami" mahlası ile şiirler yazmış ve bu şiirleri bir divanda toplamıştır. II. Mahmud "Adli" mahlası ile şiirler yazmıştır. Ney üflemiş ve tambur çalmıştır. Sultan Abdülaziz ney ve lavta çalardı. Cennet mekân Sultan II. Abdülhamid Han, Marangozluğunun yanı sıra Kakma ve Süsleme sanatıyla da ilgilenmiştir. Yine bu cümleden olmak üzere birçok peygamber in’de çeşitli zanaat dallarında mahir oldukları bilinir. Bunlardan Hz. Nuh marangoz, Hz. İdris terzi, Hz. Davud demirci, Hz. Zekeriyya marangozluk yapardı. Yukarıda da zikrettiğimiz üzere Osmanlı insan odaklı bir yönetim biçimini esas almıştı. İnsana değer verirdi. Her şey onun içindi… Sanata sanatçıya destek verirdi. Tabii olarak böyle toplumun içinde yetişenlerde eşine ender rastlanan, medeniyet bilinci oldukça gelişmiş güzide insanlar olurdu. Bu yazımızda işte bu güzide insanlardan birini, eserini ve oldukça zarif nüktesini kısaca anlatmaya çalışacağız
Niye ‘Nazlı’ denmiş bilinmez zât
Eyüpsultan’ın girişinde, Feshane karşısında Defterdar Caddesi üzerinde mütevazı bir cami bulunmaktadır. Defterdar Mahmud Çelebi Camii… Caminin banisi Kânunî Sultan Süleyman Han devri Osmanlı mâliyesinde yaklaşık yedi yıl maliye bakanlığı yapmış, yegâne söz sahibi olmuş Defterdar Mahmud Çelebi’dir. Kendisi İstanbulludur. Nazlı Mahmut Çelebi olarak bilinir. Hat sanatıyla ilgilenip, bu yolda devir açan Şeyh Hamdullah’dan altı cins yazıyı meşketmiştir. Nazlı Mahmud Çelebi’ye niçin “Nazlı” dendiği bilinmez. Fakat Mahmud Çelebi’nin baş defterdarlığı esnasında belki hazineden para isteyenlere nazlandığından dolayı bu lakabı aldığı düşünülebilir!
Defterdarlığı sırasında Nazlı Mahmud Çelebi, Eyüpsultan-Ayvansarayı arasında sahile yakın bir yere bu camiyi inşa ettirmiştir ve Mimar Sinan eseridir. Semt, işte bu Nazlı Mahmud Çelebi’nin külliyesinden dolayı Defterdar ismini almıştır. Bu küçük külliyenin mektebi, medresesi ve çeşmesi de aynı yılda yapılmış, fakat mektep ve medrese zamanımıza gelmemiştir. Mahmud Çelebi’nin 1546’daki vefatından sonra, caminin kıble tarafına onun için kubbeli bir açık türbe de inşa edilmiştir. Ne yazık ki türbe içindeki mezar taşı ilgisizliğimiz yüzünden pek çok örneği gibi tahrip edilmiştir. Ne zaman, nasıl, kim, neden tahrip etmiştir? Bunların cevabı maalesef yoktur!.. Câminin genişçe olan haziresine 19.. yüzyıla kadar defin yapıldığı, burada bulunan mezar taşı kitabelerinden anlaşılmaktadır. Caminin kapısındaki 1541 tarihli manzum kitabe, caminin banisi Nazlı Mahmud Çelebi’ye aittir.
Hokkalı kalemli cami
Mahmud Çelebi bu camiyi inşa ettirirken minarenin hilâl biçimli olması gereken alemini, 90 dereceyle açılı ikiz şeklinde yaptırıp hilâllerin birleştiği yere mâdenî bir hokka, içine de mâdenî bir kalem koydurmuştur. Kaynaklar, bunun Nazlı Mahmut Çelebinin hüsn-i hatta olan muhabbetinden doğduğunu belirtmektedir. 1766 tarihindeki büyük İstanbul zelzelesinde kalemin yerinden düştüğü, caminin tamiri sırasında yeniden konulduğu kaynaklarda yazılıdır. Kalemin tekrar ne zaman düştüğü belirsizdir. Şiddetli bir fırtına sonrasında da hokkanın düştüğü sanılmaktadır.
Prof. Dr. Uğur Derman Hocamız, 2005 yılında yapılan Eyüp Sultan Sempozyumları çerçevesinde sunduğu bir tebliğinde minarenin tepesindeki hokka’nın 1971 veya 72 senesinde yerinde olduğunu hatta bunları fotoğrafladığını dile getirmiştir. Yani o yıllarda hokka yerinde duruyormuş. Bundan sonrasının Uğur Derman Hocamızın ağzından dinleyelim: “Herhalde 1980’li yıllarda oradan bir geçişimde, artık hokkanın da yerinde durmadığını esefle gördüm. Hemen içeri girip câmi vazifelisinden bu hokkayı sordum; böyle bir şeyin varlığından bile haberi yoktu; aradığım hokka, herhâlde daha önceden düşmüş ve belki de hurda toplayanların eline geçip satılmıştı.” Tebliğinin sonunda Uğur Derman Hocamız yetkililerden bahse konu hokka ve kalemin aslına uygun şekilde yerine konulmasını talep ediyordu…
Nihayet Uğur Derman Hocamızın bu feryadı yankı buldu. 2007’de Vakıflar Genel Müdürlüğü’nceedilen caminin minaresi de ihmal edilmedi. Bırakın İstanbul’umuzu dünyanın hiç bir yerinde, hiçbir medeniyetinde bu hokka-kalem nüktesiyle karşılaşamayız. İlme, irfana, sanata verilen değerin, duyulan muhabbetin sembolü olarak, dînî olmaktan daha çok benzersiz bir folklor malzemesi olan hokka ve kalem 30 Mayıs 2007’de bakan düzeyinde yapılan açılışta, âleme yeniden konuldu.
Yararlanılan Kaynaklar:
Prof. Dr.Uğur Derman: Eyüp Sultan Sempozyumları, 2005, s..365/369
Abdullah Karahisarlı: Sanatkâr ve Zanaatkâr Padişahlar
Yahya Arslan: İslam İktisat Doktrini üzerine Mülahazalar
Mustafa Cambaz: Defterdar Cami
Nidayi Sevim
Ceddimiz önce insandı
Ecdadımızın savaşçı yönü dünya çapında ün yapmıştır. Bu özelliklerimizi bilmeyen yoktur. Bunun yanında ceddimiz her şeyden önce insandı. Ve doğası gereği güzel olan her şeye gözü de gönlü de açıktı. Maalesef ceddimizin bu yönü yabancılar tarafından kasıtlı olarak görmemezlikten gelinmiş. Hatta barbar olarak lanse edilmişler. Bizim sözde aydınlarımızda uzun bir müddet onların dümen suyuna girmiş adeta onların avukatlığına soyunmuşlar. Son yıllarda yapılan ön yargısız ve taassuptan uzak kapsamlı araştırmalar gerçekleri su yüzüne çıkarmaya başlamıştır. Her biri büyük bir âlim olan Osmanlı padişahları sanatçı ruha sahip insanlardı. Bu sebeple padişahların büyük bir bölümü ya bir sanatı icra ediyordu veya bir zanaat dalında mahirdi. Bunun yanında ilim adamlarına, sanatçıya ve zanaatkâra büyük bir muhabbet besledikleri, onları teşvik ettikleri, koruyup kolladıkları bilinmektedir.
Sanatçı ve zanaatkâr olan padişahlara misal olarak; Sultan I. Mehmed Yay ve Kiriş ustası, II. Mehmed, Ressam ve Bahçıvan, I. Selim, Kuyumcu, Kanuni Sultan Süleyman, Kuyumcu aynı zamanda “Muhibbi” mahlasıyla şiirleri vardır. Sultan II. Selim, Hacıların Hac yolunda kullanmaları için asalar yapardı. III. Murad, Ok yapardı. I. Ahmed, Kaşık ustasıdır. Okçuların kullandığı özel yüzükler yapardı. IV. Murad şiir ve musiki ile yakından ilgilenmiştir. Şiirlerini "Muradi" mahlası ile yazmıştır. I. Mahmud "Sebkati" mahlası ile şiirler yazmış ve eserler bestelemiştir. III. Selim Türk musikisinin en büyük bestekârlarından birisidir. Ney üfleyip, tambur çalardı. "İlhami" mahlası ile şiirler yazmış ve bu şiirleri bir divanda toplamıştır. II. Mahmud "Adli" mahlası ile şiirler yazmıştır. Ney üflemiş ve tambur çalmıştır. Sultan Abdülaziz ney ve lavta çalardı. Cennet mekân Sultan II. Abdülhamid Han, Marangozluğunun yanı sıra Kakma ve Süsleme sanatıyla da ilgilenmiştir. Yine bu cümleden olmak üzere birçok peygamber in’de çeşitli zanaat dallarında mahir oldukları bilinir. Bunlardan Hz. Nuh marangoz, Hz. İdris terzi, Hz. Davud demirci, Hz. Zekeriyya marangozluk yapardı. Yukarıda da zikrettiğimiz üzere Osmanlı insan odaklı bir yönetim biçimini esas almıştı. İnsana değer verirdi. Her şey onun içindi… Sanata sanatçıya destek verirdi. Tabii olarak böyle toplumun içinde yetişenlerde eşine ender rastlanan, medeniyet bilinci oldukça gelişmiş güzide insanlar olurdu. Bu yazımızda işte bu güzide insanlardan birini, eserini ve oldukça zarif nüktesini kısaca anlatmaya çalışacağız
Niye ‘Nazlı’ denmiş bilinmez zât
Eyüpsultan’ın girişinde, Feshane karşısında Defterdar Caddesi üzerinde mütevazı bir cami bulunmaktadır. Defterdar Mahmud Çelebi Camii… Caminin banisi Kânunî Sultan Süleyman Han devri Osmanlı mâliyesinde yaklaşık yedi yıl maliye bakanlığı yapmış, yegâne söz sahibi olmuş Defterdar Mahmud Çelebi’dir. Kendisi İstanbulludur. Nazlı Mahmut Çelebi olarak bilinir. Hat sanatıyla ilgilenip, bu yolda devir açan Şeyh Hamdullah’dan altı cins yazıyı meşketmiştir. Nazlı Mahmud Çelebi’ye niçin “Nazlı” dendiği bilinmez. Fakat Mahmud Çelebi’nin baş defterdarlığı esnasında belki hazineden para isteyenlere nazlandığından dolayı bu lakabı aldığı düşünülebilir!
Defterdarlığı sırasında Nazlı Mahmud Çelebi, Eyüpsultan-Ayvansarayı arasında sahile yakın bir yere bu camiyi inşa ettirmiştir ve Mimar Sinan eseridir. Semt, işte bu Nazlı Mahmud Çelebi’nin külliyesinden dolayı Defterdar ismini almıştır. Bu küçük külliyenin mektebi, medresesi ve çeşmesi de aynı yılda yapılmış, fakat mektep ve medrese zamanımıza gelmemiştir. Mahmud Çelebi’nin 1546’daki vefatından sonra, caminin kıble tarafına onun için kubbeli bir açık türbe de inşa edilmiştir. Ne yazık ki türbe içindeki mezar taşı ilgisizliğimiz yüzünden pek çok örneği gibi tahrip edilmiştir. Ne zaman, nasıl, kim, neden tahrip etmiştir? Bunların cevabı maalesef yoktur!.. Câminin genişçe olan haziresine 19.. yüzyıla kadar defin yapıldığı, burada bulunan mezar taşı kitabelerinden anlaşılmaktadır. Caminin kapısındaki 1541 tarihli manzum kitabe, caminin banisi Nazlı Mahmud Çelebi’ye aittir.
Hokkalı kalemli cami
Mahmud Çelebi bu camiyi inşa ettirirken minarenin hilâl biçimli olması gereken alemini, 90 dereceyle açılı ikiz şeklinde yaptırıp hilâllerin birleştiği yere mâdenî bir hokka, içine de mâdenî bir kalem koydurmuştur. Kaynaklar, bunun Nazlı Mahmut Çelebinin hüsn-i hatta olan muhabbetinden doğduğunu belirtmektedir. 1766 tarihindeki büyük İstanbul zelzelesinde kalemin yerinden düştüğü, caminin tamiri sırasında yeniden konulduğu kaynaklarda yazılıdır. Kalemin tekrar ne zaman düştüğü belirsizdir. Şiddetli bir fırtına sonrasında da hokkanın düştüğü sanılmaktadır.
Prof. Dr. Uğur Derman Hocamız, 2005 yılında yapılan Eyüp Sultan Sempozyumları çerçevesinde sunduğu bir tebliğinde minarenin tepesindeki hokka’nın 1971 veya 72 senesinde yerinde olduğunu hatta bunları fotoğrafladığını dile getirmiştir. Yani o yıllarda hokka yerinde duruyormuş. Bundan sonrasının Uğur Derman Hocamızın ağzından dinleyelim: “Herhalde 1980’li yıllarda oradan bir geçişimde, artık hokkanın da yerinde durmadığını esefle gördüm. Hemen içeri girip câmi vazifelisinden bu hokkayı sordum; böyle bir şeyin varlığından bile haberi yoktu; aradığım hokka, herhâlde daha önceden düşmüş ve belki de hurda toplayanların eline geçip satılmıştı.” Tebliğinin sonunda Uğur Derman Hocamız yetkililerden bahse konu hokka ve kalemin aslına uygun şekilde yerine konulmasını talep ediyordu…
Nihayet Uğur Derman Hocamızın bu feryadı yankı buldu. 2007’de Vakıflar Genel Müdürlüğü’nceedilen caminin minaresi de ihmal edilmedi. Bırakın İstanbul’umuzu dünyanın hiç bir yerinde, hiçbir medeniyetinde bu hokka-kalem nüktesiyle karşılaşamayız. İlme, irfana, sanata verilen değerin, duyulan muhabbetin sembolü olarak, dînî olmaktan daha çok benzersiz bir folklor malzemesi olan hokka ve kalem 30 Mayıs 2007’de bakan düzeyinde yapılan açılışta, âleme yeniden konuldu.
Yararlanılan Kaynaklar:
Prof. Dr.Uğur Derman: Eyüp Sultan Sempozyumları, 2005, s..365/369
Abdullah Karahisarlı: Sanatkâr ve Zanaatkâr Padişahlar
Yahya Arslan: İslam İktisat Doktrini üzerine Mülahazalar
Mustafa Cambaz: Defterdar Cami
Nidayi Sevim