Pazartesi sabahından beri bir zifiri karanlığın içindeyiz... Soğuğun ortasında; perişan, aç bîilaç, yardıma muhtaç... İki büyük zelzele Güneydoğumuzu tarumar etti çünkü!
Çoluk-çocuk, genç-yaşlı milyonlarca insan bu büyük felaketten etkilendi... Bazı evler kum taneleri halinde döküldü; un ufak oldu! Enkaz altında yatan çok kişinin hayali gibi!
Halk birçok durumda olduğu gibi bu felakette de kendi göbek bağını kendi kesmek zaruretinde bırakıldı...
Sosyal devlete sahip olamamanın acısını bu müşkil vaziyette bir daha duyduk...
Yıkıma uğramış birçok yere günlerce tek bir ekip gidemedi... Hiçbir hazırlığın yapılmamasının öfkesi yerini hiç dinmeyecek bir hüzne bıraktı... Milletçe kahrolduk, mahvolduk!
Büyük tahribata uğramış binalar arasından yükselen bağırışlar, çağırışlar ve yardım çığlıkları birkaç gün sonra yağan karın altında derin birer sessizliğe dönüştüler...
O illere düşen her kar tanesi bizim üzüntüden alevlenen yüreğimize düşüp eridi ve gözyaşı halinde milyonlarca şakaktan süzüldü...
Türkiye Cumhuriyeti'nde bırakınız insanları, canlıları; dağ üzüldü; taş, gök, derya üzüldü...
O günden beri gözlerim kan çanağı! Uyumak için girdiğim yatağımın sıcaklığı bana azap veriyor... O çöküntülerin altında, bu soğukta yaşam mücadelesi veren bîçâre yurttaşlarım çıkmıyor, çıkamıyor aklımdan... Kibirlerinde boğulan beceriksiz yöneticiler, kâtil müteahhitler de! Kendini bildi bileli bir üçüncü dünya ülkesi manzarası seyretmekten yorulan gözlerim kapanamıyor bir türlü...
Düşünüyorum da üzülüyorum bize: Sanki bu dünyaya sâdece acı çekmeye gelmiş gibiyiz!
Ne zaman umuma farklı gelen fikirlerimizden dolayı horlanmayacağız? Hangi gün sosyal devlet ilkelerince şeffaf bir idareyle yönetileceğiz? Ve ne vakit rahat, müreffeh ve huzurlu olacağız?
Şu an dillendirdiğimizde dahi bize pembe rüya kurma denilen hayallerimizin ne kadar sıradan ve kabullenilebilir olduğunun idrakine varacağımız günler yakın mı?
17 Ağustos 1999 Gölcük Depremi'nden yirmi dört yıl sonra bile, bu ülkenin, asla unutulmaması gereken bir sorunu karşısında ne kadar hazırlıksız olduğunu kederle yaşayarak gördük... Daha dün yapılan, hem de denetimden geçerek yapılan binaların iskambil kâğıdından kuleler misali yıkıldığını hıçkırıklarla seyrettik!
O günlerde mevcut idareciler depremle gelen yıkım karşısında ne kadar aciz yakalandıklarını itiraf etmişlerdi... Bugünkü yönetimden onu da duyamıyoruz!
Duysak ne duymasak ne! Her şey gün gibi ortada değil mi zaten? Hırsız müteahhitler ve aciz hükûmetler arasında ezilen bir halk... Yıllardır çektiği çilesi dolmamış, gözü yaşlı bir sessiz yığın!..
Hayat hele de bize daha zor, katreli zor...
Evleri iskambil kâğıdından, yöneticileri kâğıttan kaplan bir memlekette yaşamanın ıstırabına dayanmak hiç de kolay değil zira...
Cenap Şahabettin'in meşhur Tiryaki Sözleri kitabında yer alan bir vecizesi vardır, "Güç olan kahramanca ölmek değil, kahramanca yaşamaktır..." diye... Bu güçlüğü ne zaman sırtlayabileceğiz?
Bugünü bir geçirelim de gerisi kolay zihniyetine rağmen üstelik!
Ölmeye alışmayalım, yaşayacağımız hem de doyasıya yaşayacağımız günler de gelecek...
Çoluk-çocuk, genç-yaşlı milyonlarca insan bu büyük felaketten etkilendi... Bazı evler kum taneleri halinde döküldü; un ufak oldu! Enkaz altında yatan çok kişinin hayali gibi!
Halk birçok durumda olduğu gibi bu felakette de kendi göbek bağını kendi kesmek zaruretinde bırakıldı...
Sosyal devlete sahip olamamanın acısını bu müşkil vaziyette bir daha duyduk...
Yıkıma uğramış birçok yere günlerce tek bir ekip gidemedi... Hiçbir hazırlığın yapılmamasının öfkesi yerini hiç dinmeyecek bir hüzne bıraktı... Milletçe kahrolduk, mahvolduk!
Büyük tahribata uğramış binalar arasından yükselen bağırışlar, çağırışlar ve yardım çığlıkları birkaç gün sonra yağan karın altında derin birer sessizliğe dönüştüler...
O illere düşen her kar tanesi bizim üzüntüden alevlenen yüreğimize düşüp eridi ve gözyaşı halinde milyonlarca şakaktan süzüldü...
Türkiye Cumhuriyeti'nde bırakınız insanları, canlıları; dağ üzüldü; taş, gök, derya üzüldü...
O günden beri gözlerim kan çanağı! Uyumak için girdiğim yatağımın sıcaklığı bana azap veriyor... O çöküntülerin altında, bu soğukta yaşam mücadelesi veren bîçâre yurttaşlarım çıkmıyor, çıkamıyor aklımdan... Kibirlerinde boğulan beceriksiz yöneticiler, kâtil müteahhitler de! Kendini bildi bileli bir üçüncü dünya ülkesi manzarası seyretmekten yorulan gözlerim kapanamıyor bir türlü...
Düşünüyorum da üzülüyorum bize: Sanki bu dünyaya sâdece acı çekmeye gelmiş gibiyiz!
Ne zaman umuma farklı gelen fikirlerimizden dolayı horlanmayacağız? Hangi gün sosyal devlet ilkelerince şeffaf bir idareyle yönetileceğiz? Ve ne vakit rahat, müreffeh ve huzurlu olacağız?
Şu an dillendirdiğimizde dahi bize pembe rüya kurma denilen hayallerimizin ne kadar sıradan ve kabullenilebilir olduğunun idrakine varacağımız günler yakın mı?
17 Ağustos 1999 Gölcük Depremi'nden yirmi dört yıl sonra bile, bu ülkenin, asla unutulmaması gereken bir sorunu karşısında ne kadar hazırlıksız olduğunu kederle yaşayarak gördük... Daha dün yapılan, hem de denetimden geçerek yapılan binaların iskambil kâğıdından kuleler misali yıkıldığını hıçkırıklarla seyrettik!
O günlerde mevcut idareciler depremle gelen yıkım karşısında ne kadar aciz yakalandıklarını itiraf etmişlerdi... Bugünkü yönetimden onu da duyamıyoruz!
Duysak ne duymasak ne! Her şey gün gibi ortada değil mi zaten? Hırsız müteahhitler ve aciz hükûmetler arasında ezilen bir halk... Yıllardır çektiği çilesi dolmamış, gözü yaşlı bir sessiz yığın!..
Hayat hele de bize daha zor, katreli zor...
Evleri iskambil kâğıdından, yöneticileri kâğıttan kaplan bir memlekette yaşamanın ıstırabına dayanmak hiç de kolay değil zira...
Cenap Şahabettin'in meşhur Tiryaki Sözleri kitabında yer alan bir vecizesi vardır, "Güç olan kahramanca ölmek değil, kahramanca yaşamaktır..." diye... Bu güçlüğü ne zaman sırtlayabileceğiz?
Bugünü bir geçirelim de gerisi kolay zihniyetine rağmen üstelik!
Ölmeye alışmayalım, yaşayacağımız hem de doyasıya yaşayacağımız günler de gelecek...