2023’ün son günü Bodrum’dan yolu koyuldum. İzmir’e gidiyorum.
Bodrum. Tarihin babası Heredot’un yaşadığı hatta bir ara sürülüp sonra geri döndüğü, Antik Çağ’ın ünlü Halikarnassos kenti.
Sakın Yunan hatta Helen zannetmeyin. Öz be öz Karya kentidir. Adını da Luvi dilinden alır. Yunan’ın Halikarnassos ile tek bağlantısı, Büyük İskender’in, Asya Seferi sırasında kenti kuşatmasından ibarettir. Kaldı ki Büyük İskender de Yunan değil Makedonyalıdır. Makedonya Kralı Filip’in oğludur. Bir zamanlar hükümranlığı altında yaşadığı Makedonya, Yunan’ın korkulu rüyasıdır. Unutmayın, Yugoslavya dağıldıktan sonra Yunanistan yıllarca Makedonya’nın adını kabul etmedi. Sonunda Makedonya, Yunanistan’ın şantajına bir kez daha boyun eğen AB’nin de baskısı ile adını, “Kuzey Makedonya” olarak değiştirdi de Yunanistan rahat bir nefes aldı.
Bodrum’dan Milas’a giderken aradaki küçük antik yerleşimleri saymasak bile Antik Çağ’da balık pazarı ve deniz suyu katılmadan içilemeyecek kadar kötü şarabı ile ünlü Kıyıkışlacık-İassos mutlaka hatırlanmalıdır. O da bir Karya kentidir.
Milas (Milassa), çift ağızlı baltası ile tanınan Labranda, Gümüş Kesen Anıtı bir tarafa, Milassalıların, “sen öyle büyük bir belasın ki ne seninle olabiliyoruz, ne sensiz.” diyerek yeniden seçtikleri yöneticisi ile ünlüdür.
Milas’tan sonra Bafa Gölü gelir. Göl dediğime bakmayın, Bafa Gölü, Antik Çağ’ın Latmos Körfezi’dir. Büyük Menderes Nehri’nin getirdiği alüvyonlar önünü tıkayınca göl olmuştur. Körfezin en doğusunda Herakleia antik kenti vardır. Bugün Kapıkırı olarak bilinir.
Bafa Gölü, ay tanrıçası Selene’nin, güzel çoban Endymiyon’a aşık olduğu, Zeus’un Endymiyon’un da onayı ile onu uyutarak ölümsüzlüğe kavuşturduğu göldür. Böylece Selene, hiç yaşlanmayan Endymiyon ile her gece birlikte zaman geçirebilir. İşte bu efsanenin doğduğu Bafa Gölü’nün mehtapta gerçekten büyüleyici bir güzelliği vardır. Ben birkaç kez tanık oldum. Muhteşemdi.
Bafa Gölü bitip de (eğer güneybatıya, Apollon Tapınağı ile ünlü Didim’e değil de kuzeydoğuya, Söke’ye dönerseniz, yol üzerinde, solunuzda, bir zamanlar Latmos Körfezi’nin girişini kollayan, Antik Çağ’ın aynı isimle anılan deniz savaşı ve korsan yatağı olmakla ünlü Lade Adası (bugün artık sadece, ovada bir tepedir) sağda ise, Myus (Serçin/Sarıkemer Köyü) vardır. Balığı bol Myus, Pers Kralı’nın, damadına düğün armağanı olarak (bazı anlatımlarda ise dostluğunu kazanan Atinalı Themistokles’e) verdiği köydür. Bafa Gölü’nün batı kıyısındadır ve hala koca kefalleri ve onlardan çıkarılan balık yumurtası ile ünlüdür.
Yolun solundaki en ünlü antik kent ise Milet’tir. Arada da, paralel sokakları ile modern kent mimarisinin ilk örneği, Miletoslu ünlü mimar Hippodamos’un planına göre kurulmuş olan Priene antik kenti vardır.
Bafa Gölü ile Ege Denizi arasında kalan bütün bu antik yerleşimler, bir zamanlar Büyük Menderes Nehri’nin hayat verdiği havzadadır. Antik Çağ’da her şeyin olduğu gibi Büyük Menderes Nehri’nin de bir tanrısı ve ona adanmış bir tapınağı vardı. Bütün tanrılar gibi Menderes Nehri’nin Tanrısı da tapılan ancak taşıp ekinlere zarar verdiğinde de hesap sorulan bir tanrıydı. Bir keresinde yine taşıp da tarlaları sular altında bırakınca, köylüler tanrıyı dava etmişler, tanrı mahkûm olup, köylülerin zararını karşılamak zorunda kalmıştı. Yurttaşımız, Amasyalı tarihçi Strabon böyle yazar. Demek o zamanlar tanrılara bile hesap sorulabiliyormuş. “Neopatrimonyal sultanizm”de cumhurbaşkanlarına hesap sorulamıyor da!
Bafa-Söke arasındaki yolun yine batı yönünde, Anadolu Parsı’nın son sığınağı (şimdi durum değişmiştir. Pars her yerdedir.) Mykale-Samsun Dağı vardır.
Söke’den sonra Kuşadası üzerinden devam ederseniz, bütün kıyı Antik Çağ yerleşim yerleri ile doludur. Sonunda Teos-Sığacık (Gerraiidai)-Seferihisar yolu ile İzmir-Çeşme otoyoluna çıkar ve çoğu kez antik Klezomenai-Urla ile karıştırılan Kilizman (şimdi Güzelbahçe) üzerinden, benim baba evimin bulunduğu Narlıdere’ye ve nihayet, yine Strabon’un, “Akdeniz’in en güzel kenti.” dediği İzmir’e gelirsiniz.
İzmir başlı başına bir tarihtir. Antik Çağ’da Amazon’lar tarafından kurulduğu Bayraklı’dan, Büyük İskender’in bir av sonrası yorgunluğunu atmak için daldığı uykusunda kendisine görünen perilerin telkinine uyarak, Kadifekale (Pagos) Dağı eteklerinde yeniden kurulmasını emrettiğinde bugünkü yerine taşınmıştır.
Bunca lafı neden ettim diye merak ediyor olabilirsiniz.
Bodrum’dan çıkıp İzmir’e gelirken, geçtiğim yerleri, oralarda binlerce yıl içinde doğmuş ve yaşamış Luvi, Leleg, Kar, parayı icat eden Lidya uygarlıklarını; o uygarlıkların yetiştirdiği, her biri insanlığın bugünlere gelmesine katkıda bulunan filozofları, heykeltıraşları, sanatçıları, yazarları, şairleri, mimarları ve tabii ki büyük devlet adamlarını, komutanları anımsadım. Anadolu uygarlığının büyük hayranı Halikarnas Balıkçısı Cevat Şakir Kabaağaçlı’yı; “bozulmuş, yel gibi kaçan düşman”ın peşinde, 9 Eylül 1922’de İzmir’e giren ve “Kordon’da oturup, gün batımına karşı bir kadeh rakı içmediyse Trikopis İzmir’i neden almaya çalışıyordu?” diye soran büyük önder Mustafa Kemal Atatürk’ü daha iyi anladım.
Bu toprakların, son yirmi yılda, dünya kurulduğundan bugüne kadar gördüğü en büyük cehalet, bilgisizlik, kültürsüzlük, seviyesizlik ve bağnazlığı hak etmediğini; sayıları az da olsa böylelerinin varlığının, kendilerinden önce bu topraklarda yaşamış olan insanlara da büyük haksızlık olduğunu düşündüm. Canım sıkıldı.
Bodrum. Tarihin babası Heredot’un yaşadığı hatta bir ara sürülüp sonra geri döndüğü, Antik Çağ’ın ünlü Halikarnassos kenti.
Sakın Yunan hatta Helen zannetmeyin. Öz be öz Karya kentidir. Adını da Luvi dilinden alır. Yunan’ın Halikarnassos ile tek bağlantısı, Büyük İskender’in, Asya Seferi sırasında kenti kuşatmasından ibarettir. Kaldı ki Büyük İskender de Yunan değil Makedonyalıdır. Makedonya Kralı Filip’in oğludur. Bir zamanlar hükümranlığı altında yaşadığı Makedonya, Yunan’ın korkulu rüyasıdır. Unutmayın, Yugoslavya dağıldıktan sonra Yunanistan yıllarca Makedonya’nın adını kabul etmedi. Sonunda Makedonya, Yunanistan’ın şantajına bir kez daha boyun eğen AB’nin de baskısı ile adını, “Kuzey Makedonya” olarak değiştirdi de Yunanistan rahat bir nefes aldı.
Bodrum’dan Milas’a giderken aradaki küçük antik yerleşimleri saymasak bile Antik Çağ’da balık pazarı ve deniz suyu katılmadan içilemeyecek kadar kötü şarabı ile ünlü Kıyıkışlacık-İassos mutlaka hatırlanmalıdır. O da bir Karya kentidir.
Milas (Milassa), çift ağızlı baltası ile tanınan Labranda, Gümüş Kesen Anıtı bir tarafa, Milassalıların, “sen öyle büyük bir belasın ki ne seninle olabiliyoruz, ne sensiz.” diyerek yeniden seçtikleri yöneticisi ile ünlüdür.
Milas’tan sonra Bafa Gölü gelir. Göl dediğime bakmayın, Bafa Gölü, Antik Çağ’ın Latmos Körfezi’dir. Büyük Menderes Nehri’nin getirdiği alüvyonlar önünü tıkayınca göl olmuştur. Körfezin en doğusunda Herakleia antik kenti vardır. Bugün Kapıkırı olarak bilinir.
Bafa Gölü, ay tanrıçası Selene’nin, güzel çoban Endymiyon’a aşık olduğu, Zeus’un Endymiyon’un da onayı ile onu uyutarak ölümsüzlüğe kavuşturduğu göldür. Böylece Selene, hiç yaşlanmayan Endymiyon ile her gece birlikte zaman geçirebilir. İşte bu efsanenin doğduğu Bafa Gölü’nün mehtapta gerçekten büyüleyici bir güzelliği vardır. Ben birkaç kez tanık oldum. Muhteşemdi.
Bafa Gölü bitip de (eğer güneybatıya, Apollon Tapınağı ile ünlü Didim’e değil de kuzeydoğuya, Söke’ye dönerseniz, yol üzerinde, solunuzda, bir zamanlar Latmos Körfezi’nin girişini kollayan, Antik Çağ’ın aynı isimle anılan deniz savaşı ve korsan yatağı olmakla ünlü Lade Adası (bugün artık sadece, ovada bir tepedir) sağda ise, Myus (Serçin/Sarıkemer Köyü) vardır. Balığı bol Myus, Pers Kralı’nın, damadına düğün armağanı olarak (bazı anlatımlarda ise dostluğunu kazanan Atinalı Themistokles’e) verdiği köydür. Bafa Gölü’nün batı kıyısındadır ve hala koca kefalleri ve onlardan çıkarılan balık yumurtası ile ünlüdür.
Yolun solundaki en ünlü antik kent ise Milet’tir. Arada da, paralel sokakları ile modern kent mimarisinin ilk örneği, Miletoslu ünlü mimar Hippodamos’un planına göre kurulmuş olan Priene antik kenti vardır.
Bafa Gölü ile Ege Denizi arasında kalan bütün bu antik yerleşimler, bir zamanlar Büyük Menderes Nehri’nin hayat verdiği havzadadır. Antik Çağ’da her şeyin olduğu gibi Büyük Menderes Nehri’nin de bir tanrısı ve ona adanmış bir tapınağı vardı. Bütün tanrılar gibi Menderes Nehri’nin Tanrısı da tapılan ancak taşıp ekinlere zarar verdiğinde de hesap sorulan bir tanrıydı. Bir keresinde yine taşıp da tarlaları sular altında bırakınca, köylüler tanrıyı dava etmişler, tanrı mahkûm olup, köylülerin zararını karşılamak zorunda kalmıştı. Yurttaşımız, Amasyalı tarihçi Strabon böyle yazar. Demek o zamanlar tanrılara bile hesap sorulabiliyormuş. “Neopatrimonyal sultanizm”de cumhurbaşkanlarına hesap sorulamıyor da!
Bafa-Söke arasındaki yolun yine batı yönünde, Anadolu Parsı’nın son sığınağı (şimdi durum değişmiştir. Pars her yerdedir.) Mykale-Samsun Dağı vardır.
Söke’den sonra Kuşadası üzerinden devam ederseniz, bütün kıyı Antik Çağ yerleşim yerleri ile doludur. Sonunda Teos-Sığacık (Gerraiidai)-Seferihisar yolu ile İzmir-Çeşme otoyoluna çıkar ve çoğu kez antik Klezomenai-Urla ile karıştırılan Kilizman (şimdi Güzelbahçe) üzerinden, benim baba evimin bulunduğu Narlıdere’ye ve nihayet, yine Strabon’un, “Akdeniz’in en güzel kenti.” dediği İzmir’e gelirsiniz.
İzmir başlı başına bir tarihtir. Antik Çağ’da Amazon’lar tarafından kurulduğu Bayraklı’dan, Büyük İskender’in bir av sonrası yorgunluğunu atmak için daldığı uykusunda kendisine görünen perilerin telkinine uyarak, Kadifekale (Pagos) Dağı eteklerinde yeniden kurulmasını emrettiğinde bugünkü yerine taşınmıştır.
Bunca lafı neden ettim diye merak ediyor olabilirsiniz.
Bodrum’dan çıkıp İzmir’e gelirken, geçtiğim yerleri, oralarda binlerce yıl içinde doğmuş ve yaşamış Luvi, Leleg, Kar, parayı icat eden Lidya uygarlıklarını; o uygarlıkların yetiştirdiği, her biri insanlığın bugünlere gelmesine katkıda bulunan filozofları, heykeltıraşları, sanatçıları, yazarları, şairleri, mimarları ve tabii ki büyük devlet adamlarını, komutanları anımsadım. Anadolu uygarlığının büyük hayranı Halikarnas Balıkçısı Cevat Şakir Kabaağaçlı’yı; “bozulmuş, yel gibi kaçan düşman”ın peşinde, 9 Eylül 1922’de İzmir’e giren ve “Kordon’da oturup, gün batımına karşı bir kadeh rakı içmediyse Trikopis İzmir’i neden almaya çalışıyordu?” diye soran büyük önder Mustafa Kemal Atatürk’ü daha iyi anladım.
Bu toprakların, son yirmi yılda, dünya kurulduğundan bugüne kadar gördüğü en büyük cehalet, bilgisizlik, kültürsüzlük, seviyesizlik ve bağnazlığı hak etmediğini; sayıları az da olsa böylelerinin varlığının, kendilerinden önce bu topraklarda yaşamış olan insanlara da büyük haksızlık olduğunu düşündüm. Canım sıkıldı.
Misafirler için gizlenen link, görmek için
Giriş yap veya üye ol.