Renkli fotoğrafa iyi bakın. Orada, yaşamlarını Türkiye’nin, denizi, ormanı, akarsuyu, gölü, sulak alanı, dağı taşı ile doğasını; kurdu, kuşu, balığı, kertenkelesi, kelebeği, ağacı hatta mantarı ile yaban yaşamını korumak için bütün bunları yok etmeye adeta yemin etmiş kişiler ve kurumlarla mücadele ederek geçirmiş, üç kocamış adam göreceksiniz. Soldan sağa, Tansu Gürpınar, Serhan Göksu ve Süha Umar. Binbir badireyi her nasılsa postu deldirmeden, telef olmadan atlattıktan sonra, nihayet sakin bir köşede, sevdikleri, dava arkadaşları ile o günleri anarak, iki çift laf etmenin keyfini çıkaran yorgun savaşçılar. Geçen yıl, Bodrum-Gündoğan’daki son buluşma. Son yemek!
İnsanlar vardır, çok az kişi onların nice kahraman olduklarını bilir. Hep sessiz, sakindirler. Nehirlerin en derin yerleri gibi. Yaptıklarını anlatmaktan, eylemleri, başarıları ile öğünmekten hoşlanmazlar. Buna zamanları da yoktur. Hep çok işleri vardır. Kimsenin ilgilenmek, üstlenmek istemediği işleri. Onlar, amaçlarına odaklanmışlardır. Gözleri başka hiç bir şey görmez. Başka şey düşünmezler.
Tansu Gürpınar, Türkiye’de sayıları hiç bir dönemde iki elin parmaklarını geçmeyen o adanmış insanlardandı. Doğaya âşıktı çünkü doğanın tanrı, tanrının doğa olduğuna, doğadan başka tanrı olmadığına inanıyordu. Bütün ömrünü doğanın ve yaban yaşamının korunması için harcamaya yeminliydi çünkü ormanın, denizin, gölün, sulak alanın, kurdun-kuşun, böceğin sağlıklı olmadığı bir doğada, insanın yaşayamayacağını biliyordu.
Devlet Su İşleri (DSİ) 1950’li yıllarda ülkemizin, Demirel’in “bataklık!” ve “sivrisineklik!” diye tanımladığı sulak alanlarını hatta göllerini ortadan kaldırmaya çalışırken; 1960’lı-70’li yıllarda birileri ormanları, meraları yok ederken; diğer birileri akan her suyun önüne set, gölet, baraj yaparken; kaçak avcılar, balıkçılar ülkenin yaban hayatını, balıklarını insafsızca katlederken, Tansu Gürpınar, Nihat Turan, Avni Nebioğlu, İsmet Özer gibi bir avuç insan, doğanın dengesi için, aslında tüm canlıların ve nihayet insanoğlunun hayatta kalabilmesi için vazgeçilmez olduğunu bildikleri ama önemini, değerini kimselere anlatamadıkları bu doğal varlıkları korumaya çalışıyorlardı.
Bir gün Konya-Bozdağ’da, üç beş tane kalmış Anadolu Yaban Koyunu’nu; ertesi gün Antalya-Düzlerçamı’nda, neredeyse tükenme sınırına gelmiş Alageyikleri, Dağ Keçileri’ni; daha sonraki gün, Kayseri-Sultan Sazlığında, tarım zararlıları ile mücadelede insanın en büyük dostu ördekleri, kazları, pelikanları, flamingoları; Ankara-Beypazarı’nda, Aydın-Dilek Yarımadası, Samsun (Mykale) Dağı’nda, neslinin tükendiği düşünülen Anadolu Pars’ını; Burdur Gölü’nde, bütün dünyada sadece birkaç yüz adet kaldığı bilinen Dikkuyruk Ördeği’ni, Birecik-Urfa’da, Kelaynak Kuşu’nu korumak için amansız ama kimsenin kazanılabileceğine inanmadığı bir savaşı sürdürüyorlardı.
Serhan Göksu ile ben onu tanıdığımızda 1960’lı yılların sonu idi. Tanrılar ne düşünmüşlerse düşünmüşler ve bizi buluşturmuşlardı. Tanrılar karar vermedikçe bir daha da ayrılmayacaktık. Ayrılmadık ta.
Anadolu’nun, Trakya’nın dağında- bayırında, gölünde-sulak alanında, ormanında-meralarında, denizinde-göllerinde-akarsularında sırt sırta verdik ve başlattıkları mücadeleyi bugünlere kadar getirdik. Tansu kılavuzumuz, örnek savaşçımızdı.
Tansu ve ben bu mücadeleyi yurt dışında da sürdürdük. Türkiye’de yaban yaşamının, doğanın korunması projelerine Avrupa Konseyi’nden destek bulduk. Antalya-Düzlerçamı, Alageyik Projesi sayesinde alageyik, nesli tükenmekten son anda kurtuldu. Kurutulmaya çalışılan Manyas Gölü’nün Avrupa Konseyi A sınıfı diploması alması sayesinde hem göl hem binlerce su kuşu kurtuldu. Daha nice başarılı eylemler, projeler yaşama geçirildi. Kısacası Tansu ve bir avuç doğa savaşçısı, kimsenin değiştirilebileceğine inanmadığı, Türkiye’nin “makûs talihini “ değiştirdi. Hikâyesi uzundur.1 (1 Büyük Beyaz Adam. Süha Umar. Boyut Yayıncılık)
Bu kadar mı? Hayır. Tansu Türkiye’nin en iyi yaban hayatı fotoğrafçısı idi. Sadece olağanüstü kuş fotoğrafları değil, ağaç, orman, göl hatta mantar fotoğrafları bile görenin bir daha unutmayacağı güzelliktedir. Bu fotoğraflar Türkiye’nin değerli bir hazinesi, arşividir. Yıllarca onun izinden gidip doğa, kuş ve her tür flora-fauna fotoğrafı çektiysem, hala da çekiyorsam bu merakımı ve çektiğim her işe yarar fotoğrafı Tansu’ya borçluyum. Tansu keskin bir doğa gözlemcisiydi. Birkaç yıl önce Şubat ayında Bodrum-Gündoğan’da çektiğim bir Manisa Lalesi fotoğrafıma bakmış ve “desene iklimler gerçekten değişiyor. Dünya ısınıyor. Şubatta Manisa Lalesi mi açardı?” demekten kendisini alamamıştı.
Tansu bu ülkenin yetiştirdiği, sessiz, gösterişsiz ama en değerli insanlarından biridir.
Bizi tanrılar bir araya getirmişti. Yine tanrılar 25 Kasım’da ayrılmamızı uygun gördüler. Belki de Tansu’nun amacına ulaştığını ama çok yorulduğunu, artık cennetin bahçelerinde dinlenmeyi hak ettiğini düşünmüşlerdir. Kim bilir? Tanrıların, doğanın hikmetinden sual olunmaz. Kanunlarına karşı gelinmez.
Bodrum’daki son yemek buluşmamızda bugünlerde kentlerin içinde, pazar yerlerinde, otoparklarda, yollarda dolaşan yaban domuzlarını; kentler arası karayollarına çıkan, köylere inen yaban keçilerini; ikide bir sağda solda ortaya çıkan, “ormanın sessiz hayaleti” vaşakları, Milas Tuzla’daki pembe ayaklı flamingoları hatta artık neredeyse her ay basına haber olan, Anadolu Pars’ını konuştuk. Tansu’nun gözlerinin içi gülüyordu. Başarı en çok o ve onunla birlikte savaşan bir avuç insanındı ama o hiç bundan söz etmedi.
Cennetteki kuşlara bir bak bakalım sevgili Tansu, fotoğraf makinesi getirmeye değer mi?
Eşin Gaye, oğlun Doğan, gelinin Arina Tolkun, arkandan piyanosunda veda parçası çalan torunun Fatriya ve hepimiz seninle gurur duyuyoruz.
Misafirler için gizlenen link, görmek için
Giriş yap veya üye ol.