Kurumuş, otsuz ve sapsarı bir arazi. Suyu çoktan bitmiş bir derenin son sularının yarattığı küçük bir çamur gölü. İşte tam bu çamur gölünün kıyısında karşılaştılar. Kısa boylu, elleri dizlerinden aşağıda, çıplak, çıkık alınlı ‘maymun adamlar’. Hayatta kalabilmek için bu çamurdan başka yaşayabilecekleri hiçbir yer yoktu ve buraya sahip olabilmek için ölümüne savaşmak zorundaydılar.
Savaştılar. Çakmak taşından yapılmış baltalarla, kemikten yapılmış bıçaklarla birbirlerinin gırtlaklarını kestiler. Gözlerini oydular. ‘Ay Gözcüsü’ kabilesi öteki kabileyi bire kadar kırdı ve savaşı kazandı. Ötekiler ölmüştü, onlar yaşayacaklardı. Ay Gözcüsü kabilesinin şefi, elindeki kemiği sevinçle havaya fırlattı. Gırtlağından yükselen harfe dökülmemiş seslerle zafer narasını patlattı. Çok iri bir aşık kemiği döne döne havaya yükseldi, sonra da aşağı inmeye başladı. Süzüldü, yavaşladı, havada adeta asılı kaldı ve ansızın binlerce yıldız arasından bir ışık seli halinde geçen, görkemli bir uzay gemisi oldu…
Bizler, yani sinema koltuklarında oturmuş, o güne kadarki belki de en büyük ‘jump-cut’ olan bu ‘zaman mekan kesmesini’ izleyen sinema seyircileri de yerimizde adeta asılı kaldık. Biraz önceki ‘maymun adamların’ yerini alan iki astronotu hayretle izlemeye başladık. Niçin o kadar sessizce konuşmaya çalıştıklarını merak ettik. Sonra ansızın onu gördük. Onu, HAL’i gördük. Belki de uzay gemisinin ta kendisi olan dev bilgisayarı gördük. Dehşetle fark ettik ki, HAL uzayın o mutlak sessizliğinde birbirleriyle fısıltıyla konuşmaya çalışan iki astronotun dudak hareketlerini izleyerek onların konuşmalarını ‘dinliyor’. HAL bunu onlara yani insanlara belli etmedi ve uzay gemisi kaptanıyla kıyasıya bir satranç maçına girişti. Derken, siyah taşlarla oynayan HAL, ‘İspanyol Açılışı’nın ‘Marshall Gambiti’ çeşitlemesini yaptı ve zavallı kaptanı ne olduğunu bile anlayamadan mat edip bıraktı. Sonra gümüş renkli uzay gemisi, yıldız ışıklarının kristal gibi parladığı derin siyah köşelere doğru kayıp gitti. Perde birkaç kez titredi ve ‘Son’ yazdı.
Dışarıya çıktık. 1970’lerin ıhlamur ve sarmaşık gülü kokulu baygın bir yaz gecesiydi. Ateş böcekleri gizemli kıvılcım dansları yapıyordu. Yakınımızdaki denizin sakin gelgitlerini duyuyorduk. Sonra başımızı kaldırıp yukarıya baktık. Yıldızlar kadife siyahı bir gökyüzünde birer kandil gibi asılı duruyordu. En eski atalarımızın havaya fırlattığı bir aşık kemiğini görkemli bir uzay gemisine çeviren ve onu içindeki dev bilgisayar sayesinde uzayın en bilinmez köşelerine gönderen adam, Arthur C. Clarke da o sıralarda herhalde yeni romanlar yazmak için hayatın bir yerlerinde duruyordu...
Bilimkurgunun babası sayılan, Stanley Kubrick’in yönettiği “2001: Bir Uzay Efsanesi” filmi ile uzaya ve insanlık tarihine bakışımızı allak bullak eden Sir Arthur Charles Clarke 16 Aralık 1917’de İngiltere’de doğdu. Liseyi bitirdikten sonra Richard Huish Üniversitesi'nde okumaya başladı ama parasızlık nedeniyle, aynı üniversitenin öğrenci yurdunda çalıştı. II. Dünya Savaşı sırasında radar teknisyenliği yaptı. Hava kuvvetlerinin geliştirdiği ’erken radar uyarı sistemi’ projesinde görev aldı. Savaştan sonra ünlü King’s College’ın matematik ve fizik bölümünü bitirdi. O sıralarda küçüklüğünden beri meraklı olduğu bilimkurgu alanında yazmaya başladı. Nedir, Clarke’ın öteki bilimkurguculardan farklı bir yanı vardı. Uzmanı olduğu matematikten de yararlanarak, daha gerçekçi, daha olabilir bir ‘başka dünya’ sunuyordu insanlara. Üstelik Clarke, insanoğlunun kendisinden kaçmak için yarattığı ‘korkunç uzaylı’ klişelerine hiç yüz vermiyor, uzayda olabileceklerin de yine sadece insanlar ya da insanların yarattığı bilgisayar, robot ve uzay gemisi gibi makineler aracılığıyla meydana gelebileceğini söylüyordu.
Bunlar, genel olarak geleceği bilmek isteyen insanoğlunun hoşuna gidiyordu ama aslında Clarke’ın bu denli sevilmesinin asıl sebebi, onun insanoğlunun hep yalnız olduğunu yazması olmuştu. Clark’ın romanlarındaki bütün insanlar yalnızdılar. Arkadaşları bazen bir uzay gemisi, bazen her şeyi bilen bir bilgisayar, bazen de bir robot oluyordu. Yani onun romanlarındaki insanlar yalnızdı ve o ucu bucağı olmayan uzay da aslında yalnızlığın elle tutulur somut bir simgesiydi.
Clark, Rama serisinde insanlarla iletişim kurmayan, bunu reddeden ya da “yalnızlığı seven” bir uzay gemisini yazdı. Stanislaw Lem de aşağı yukarı aynı nitelikteki bir uzay gemisi olan Solaris’i yazmıştı. Clark’ın Rama’sı, insanların iletişim kurma çabalarına pek kulak asmadan, vakti geldiğinde uzayın derinliklerinde kayboluyordu.
Yıl 2008: Arthur C. Clarke zamanın sonsuzluğunda görkemli bir ‘jump-cut’ yapıp, aşık oynayan çok uzak atalarımızın yanına gitti.
Bir uzay gemisi olarak yeniden dönmek üzere…
Savaştılar. Çakmak taşından yapılmış baltalarla, kemikten yapılmış bıçaklarla birbirlerinin gırtlaklarını kestiler. Gözlerini oydular. ‘Ay Gözcüsü’ kabilesi öteki kabileyi bire kadar kırdı ve savaşı kazandı. Ötekiler ölmüştü, onlar yaşayacaklardı. Ay Gözcüsü kabilesinin şefi, elindeki kemiği sevinçle havaya fırlattı. Gırtlağından yükselen harfe dökülmemiş seslerle zafer narasını patlattı. Çok iri bir aşık kemiği döne döne havaya yükseldi, sonra da aşağı inmeye başladı. Süzüldü, yavaşladı, havada adeta asılı kaldı ve ansızın binlerce yıldız arasından bir ışık seli halinde geçen, görkemli bir uzay gemisi oldu…
Bizler, yani sinema koltuklarında oturmuş, o güne kadarki belki de en büyük ‘jump-cut’ olan bu ‘zaman mekan kesmesini’ izleyen sinema seyircileri de yerimizde adeta asılı kaldık. Biraz önceki ‘maymun adamların’ yerini alan iki astronotu hayretle izlemeye başladık. Niçin o kadar sessizce konuşmaya çalıştıklarını merak ettik. Sonra ansızın onu gördük. Onu, HAL’i gördük. Belki de uzay gemisinin ta kendisi olan dev bilgisayarı gördük. Dehşetle fark ettik ki, HAL uzayın o mutlak sessizliğinde birbirleriyle fısıltıyla konuşmaya çalışan iki astronotun dudak hareketlerini izleyerek onların konuşmalarını ‘dinliyor’. HAL bunu onlara yani insanlara belli etmedi ve uzay gemisi kaptanıyla kıyasıya bir satranç maçına girişti. Derken, siyah taşlarla oynayan HAL, ‘İspanyol Açılışı’nın ‘Marshall Gambiti’ çeşitlemesini yaptı ve zavallı kaptanı ne olduğunu bile anlayamadan mat edip bıraktı. Sonra gümüş renkli uzay gemisi, yıldız ışıklarının kristal gibi parladığı derin siyah köşelere doğru kayıp gitti. Perde birkaç kez titredi ve ‘Son’ yazdı.
Dışarıya çıktık. 1970’lerin ıhlamur ve sarmaşık gülü kokulu baygın bir yaz gecesiydi. Ateş böcekleri gizemli kıvılcım dansları yapıyordu. Yakınımızdaki denizin sakin gelgitlerini duyuyorduk. Sonra başımızı kaldırıp yukarıya baktık. Yıldızlar kadife siyahı bir gökyüzünde birer kandil gibi asılı duruyordu. En eski atalarımızın havaya fırlattığı bir aşık kemiğini görkemli bir uzay gemisine çeviren ve onu içindeki dev bilgisayar sayesinde uzayın en bilinmez köşelerine gönderen adam, Arthur C. Clarke da o sıralarda herhalde yeni romanlar yazmak için hayatın bir yerlerinde duruyordu...
Bilimkurgunun babası sayılan, Stanley Kubrick’in yönettiği “2001: Bir Uzay Efsanesi” filmi ile uzaya ve insanlık tarihine bakışımızı allak bullak eden Sir Arthur Charles Clarke 16 Aralık 1917’de İngiltere’de doğdu. Liseyi bitirdikten sonra Richard Huish Üniversitesi'nde okumaya başladı ama parasızlık nedeniyle, aynı üniversitenin öğrenci yurdunda çalıştı. II. Dünya Savaşı sırasında radar teknisyenliği yaptı. Hava kuvvetlerinin geliştirdiği ’erken radar uyarı sistemi’ projesinde görev aldı. Savaştan sonra ünlü King’s College’ın matematik ve fizik bölümünü bitirdi. O sıralarda küçüklüğünden beri meraklı olduğu bilimkurgu alanında yazmaya başladı. Nedir, Clarke’ın öteki bilimkurguculardan farklı bir yanı vardı. Uzmanı olduğu matematikten de yararlanarak, daha gerçekçi, daha olabilir bir ‘başka dünya’ sunuyordu insanlara. Üstelik Clarke, insanoğlunun kendisinden kaçmak için yarattığı ‘korkunç uzaylı’ klişelerine hiç yüz vermiyor, uzayda olabileceklerin de yine sadece insanlar ya da insanların yarattığı bilgisayar, robot ve uzay gemisi gibi makineler aracılığıyla meydana gelebileceğini söylüyordu.
Bunlar, genel olarak geleceği bilmek isteyen insanoğlunun hoşuna gidiyordu ama aslında Clarke’ın bu denli sevilmesinin asıl sebebi, onun insanoğlunun hep yalnız olduğunu yazması olmuştu. Clark’ın romanlarındaki bütün insanlar yalnızdılar. Arkadaşları bazen bir uzay gemisi, bazen her şeyi bilen bir bilgisayar, bazen de bir robot oluyordu. Yani onun romanlarındaki insanlar yalnızdı ve o ucu bucağı olmayan uzay da aslında yalnızlığın elle tutulur somut bir simgesiydi.
Clark, Rama serisinde insanlarla iletişim kurmayan, bunu reddeden ya da “yalnızlığı seven” bir uzay gemisini yazdı. Stanislaw Lem de aşağı yukarı aynı nitelikteki bir uzay gemisi olan Solaris’i yazmıştı. Clark’ın Rama’sı, insanların iletişim kurma çabalarına pek kulak asmadan, vakti geldiğinde uzayın derinliklerinde kayboluyordu.
Yıl 2008: Arthur C. Clarke zamanın sonsuzluğunda görkemli bir ‘jump-cut’ yapıp, aşık oynayan çok uzak atalarımızın yanına gitti.
Bir uzay gemisi olarak yeniden dönmek üzere…
Misafirler için gizlenen link, görmek için
Giriş yap veya üye ol.