Türkiye Mart 2018'den beri ağır buhran içerisinde ve bu süreç Kasım 2021'den itibaren enflasyon sarmalıyla boyut değiştirdi. Enflasyon hayatımızın bir süre yeni normali olacak ve bununla yaşamaya çalışacağız. Ekonomik güvende veya küresel finansal koşullarda keskin bozulma gerçekleşmediği ve sert bir şekilde duvara çarpmadığımız müddetçe; maliyet ve talep enflasyonunun iç içe geçtiği bir dönemde hayatta kalmak temel güdümüz. Ücret zamlarıyla günü kurtarmak ana yöntem, diğer taraftan ekonominin uzun vadeli büyüme potansiyelini tüketip gelecekteki refahı bugünden sarf edilmiş olacak. Bunların sonucu uzun vadede olumsuz, fakat 5 yıldır yoksullukla sınanan insanların doğal içgüdüsü bu olacak. Çünkü uzun vade düşünülemeyecek kadar uzak, halbuki günlük giderler; yani barınma, ısınma ve beslenme harcamaları an kadar yakın. Tabii herkesin pazarlık gücü aynı değil; yaşanılan şehir, oy tercihi, yaş grubu, mesleki yetkinlik ve işverenin kim olduğuna bağlı olarak herkesin kaybı ayrışacak.
En büyük ortaklıksa uzun vadedeki yoksulluk ile varlık sahibi olmanın zorlaşması olacak. Yani kısa vadede günü kurtarırken uzun vadede yoksullaşacağız. Bunu ilk olarak hayat pahalılığı sonucunda satın alma gücümüzün kaybı olarak gözlemleyeceğiz. Daha baskın ama şimdilerde daha az fark ettiğimiz veya fark etsek bile göz ardı etmek zorunda kaldığımız kısımsa varlık sahibi olma imkanının buharlaşması. Yani ticari bir işletme kurmak için gerekli sermayeye sahip olamayacağız veya bir otomobili satın alamayacağız, konut sahipliği ise bir hayal haline gelecek.
Enflasyon sarmalı ve onunla iktidarın alışılmadık yöntemlerle mücadelesinin doğal sonucu bu. Her şey pahalılaşıyor, öncelik günlük giderlere veriliyor ve bu esnada sermaye birikimi veya varlık sahipliği imkan dışı kalıyor. Çünkü düşük faiz oranları yatırımı tetiklemekten öte varlık fiyatlarını artırıyor. Döviz kurlarının yapay baskı altında tutulması, varlık sahibi kişilerin döviz cinsi dahi zenginleşmelerini sağlıyor. TL cinsi gelir kazanan dar gelir grubunun tasarruf şansı yok, döviz kurlarındaki yatay durumdan faydalanmaları mümkün değil. Düşük faizli kredilere erişebilenlerle ve mevcut halde sermaye birikimi ve varlıkları olanlar geriye kalan büyük kesimden kopuyor.
Bu durum en çok nesiller arasındaki servet adaletsizliği olarak kendisini gösterecek. Kendi gözlemlerim doğrultusunda 1995 sonrasında doğanların yurt dışında çalışmadan veya aileden miras almadan ev sahibi olmaları artık çok zor. 1980 sonrası ama 1995 öncesi doğan nesilse gelir açısından kendisini kısmen koruyabilse de servet adaletsizliğinden büyük hasar alıyor. Görece ev ve araba alma şansları sonraki nesle göre daha yüksek, ancak tasarruflarının bir kısmı özelleştirilmiş sağlık ve eğitim hizmetlerinde tüketildiği için, önceki kuşaklara kıyasla çok geride kalıyorlar. Üstelik ev alabildiklerinde de ait olduklarını düşündükleri veya ailelerinin ev aldıklarının gerisinde olan sosyoekonomik yapıdaki semtleri kabullenmeleri gerekiyor.
Mevcut halde mülk ve sermaye sahibi olmanın da bu süreçte tek başına avantaj sağlamadığını, özellikle konut fiyatlarındaki değişimde coğrafi farklılaşmanın had safhada olduğunu unutmamak gerekiyor. Sapanca'dan Çeşme'ye ve oradan da Alanya'ya kadar uzanan hilal görünümündeki geniş bölge haricinde konut mülkiyeti düşünüldüğü kadar kazanç sağlamıyor. Bu bölgede yabancıların konut talebi de daha yüksek. Ayrıca altyapısı daha güçlü ve özgürlükler daha yerleşik; haliyle bu bölgedeki konut talebi sadece dönemsel değil yapısal, yani kalıcı. Bu esnada gençleri işsizlik, düşük ücretler ve öğrenim kredisi borçları bekliyor. Düşük maliyetli kredilerden faydalanabilecek küçük bir grup ise piyango kazananlar gibi oldukça şanslı sayılacak.
Nihai sonuç ise mülksüz ve bu esnada yurttaşlık bağı zayıflayacak nesiller olacak. "Bayrakları bayrak yapan üstündeki kandır; toprak, eğer uğrunda ölen varsa vatandır". Bu çok yerinde olan sözler maalesef artık kafi değil, çünkü gençler uğruna büyük fedakarlıklar yapılmış o topraklarda ebediyen kiracı olmakla sınanıyor. Eğer cumhuriyetin 2. yüzyılında yeni bir ulusal hikaye yazılacaksa, gençlerin bu toprakların mirasına ortak edilmesi şart. Aksi halde ülkesini bırakıp gideni milliyetçilikle ikna anlamsız kalıyor, üstelik onları bekleyen bir yurt dışı bile bulunmuyor.
En büyük ortaklıksa uzun vadedeki yoksulluk ile varlık sahibi olmanın zorlaşması olacak. Yani kısa vadede günü kurtarırken uzun vadede yoksullaşacağız. Bunu ilk olarak hayat pahalılığı sonucunda satın alma gücümüzün kaybı olarak gözlemleyeceğiz. Daha baskın ama şimdilerde daha az fark ettiğimiz veya fark etsek bile göz ardı etmek zorunda kaldığımız kısımsa varlık sahibi olma imkanının buharlaşması. Yani ticari bir işletme kurmak için gerekli sermayeye sahip olamayacağız veya bir otomobili satın alamayacağız, konut sahipliği ise bir hayal haline gelecek.
Enflasyon sarmalı ve onunla iktidarın alışılmadık yöntemlerle mücadelesinin doğal sonucu bu. Her şey pahalılaşıyor, öncelik günlük giderlere veriliyor ve bu esnada sermaye birikimi veya varlık sahipliği imkan dışı kalıyor. Çünkü düşük faiz oranları yatırımı tetiklemekten öte varlık fiyatlarını artırıyor. Döviz kurlarının yapay baskı altında tutulması, varlık sahibi kişilerin döviz cinsi dahi zenginleşmelerini sağlıyor. TL cinsi gelir kazanan dar gelir grubunun tasarruf şansı yok, döviz kurlarındaki yatay durumdan faydalanmaları mümkün değil. Düşük faizli kredilere erişebilenlerle ve mevcut halde sermaye birikimi ve varlıkları olanlar geriye kalan büyük kesimden kopuyor.
Bu durum en çok nesiller arasındaki servet adaletsizliği olarak kendisini gösterecek. Kendi gözlemlerim doğrultusunda 1995 sonrasında doğanların yurt dışında çalışmadan veya aileden miras almadan ev sahibi olmaları artık çok zor. 1980 sonrası ama 1995 öncesi doğan nesilse gelir açısından kendisini kısmen koruyabilse de servet adaletsizliğinden büyük hasar alıyor. Görece ev ve araba alma şansları sonraki nesle göre daha yüksek, ancak tasarruflarının bir kısmı özelleştirilmiş sağlık ve eğitim hizmetlerinde tüketildiği için, önceki kuşaklara kıyasla çok geride kalıyorlar. Üstelik ev alabildiklerinde de ait olduklarını düşündükleri veya ailelerinin ev aldıklarının gerisinde olan sosyoekonomik yapıdaki semtleri kabullenmeleri gerekiyor.
Mevcut halde mülk ve sermaye sahibi olmanın da bu süreçte tek başına avantaj sağlamadığını, özellikle konut fiyatlarındaki değişimde coğrafi farklılaşmanın had safhada olduğunu unutmamak gerekiyor. Sapanca'dan Çeşme'ye ve oradan da Alanya'ya kadar uzanan hilal görünümündeki geniş bölge haricinde konut mülkiyeti düşünüldüğü kadar kazanç sağlamıyor. Bu bölgede yabancıların konut talebi de daha yüksek. Ayrıca altyapısı daha güçlü ve özgürlükler daha yerleşik; haliyle bu bölgedeki konut talebi sadece dönemsel değil yapısal, yani kalıcı. Bu esnada gençleri işsizlik, düşük ücretler ve öğrenim kredisi borçları bekliyor. Düşük maliyetli kredilerden faydalanabilecek küçük bir grup ise piyango kazananlar gibi oldukça şanslı sayılacak.
Nihai sonuç ise mülksüz ve bu esnada yurttaşlık bağı zayıflayacak nesiller olacak. "Bayrakları bayrak yapan üstündeki kandır; toprak, eğer uğrunda ölen varsa vatandır". Bu çok yerinde olan sözler maalesef artık kafi değil, çünkü gençler uğruna büyük fedakarlıklar yapılmış o topraklarda ebediyen kiracı olmakla sınanıyor. Eğer cumhuriyetin 2. yüzyılında yeni bir ulusal hikaye yazılacaksa, gençlerin bu toprakların mirasına ortak edilmesi şart. Aksi halde ülkesini bırakıp gideni milliyetçilikle ikna anlamsız kalıyor, üstelik onları bekleyen bir yurt dışı bile bulunmuyor.