Türk ulusunun gururu Atatürk’ün kurduğu Türkiye Cumhuriyeti’nin 100. yılında dış politikanın nereden nereye geldiğini saptamak kolay çünkü dış politikada başarı -veya başarısızlık- ölçülebilir bir şeydir. Ölçü ise izlenen dış politikanın ülke çıkarlarını ne ölçüde gerçekleştirebildiği ve koruyabildiğidir.
Ne dediğini bilmeyen bazılarının, “çömez devlet” diyerek küçümsemeye, aşağılamaya çalıştığı,1923-1938 yıllarında Türkiye Cumhuriyeti’nin dış politikada neleri başardığına, son 21 yılda ise neler kaybettiğine bir göz atalım.
Atatürk Türkiye’sinin dış politikası
Cumhuriyet, 1923 yılında, “dünyada misli görülmemiş bir galibiyetin temsilcisi” olan ve Yunanistan’ı kullanıp Anadolu’yu işgal etmeye kalkan; Sevr Antlaşması’nı Türkiye’ye zorla kabul ettirmeye çalışan emperyalist ülkeleri dize getirip, Türkiye Cumhuriyeti’nin toprak bütünlüğünü, ulusun, ülkesi üzerideki egemenlik hakkını tescil eden, Lozan Antlaşması’nı imzalamak zorunda bıraktı. Lozan’da büyük bir diplomasi savaşı vererek kapitülasyonları kaldırdı. Yeni Cumhuriyet’in kendi kaynaklarına sahip çıkarak, kendi ekonomisinin patronu olmasını sağladı. Cumhuriyet’in ilk 15 yılında dünyayı şaşkınlığa sürükleyen, ekonomideki Türk mucizesinin temelinde bu diplomatik başarı yatar.
Cumhuriyet, 1936 yılında, örnek bir diplomasi girişimi ile Montreux Boğazlar Sözleşmesi’ni imzalayarak, Lozan’da eksik kalan Türk Boğazları üzerindeki mutlak egemenlik hakkını, tüm dünyaya kabul ettirdi. Türk askerini boğazlar bölgesine yerleştirerek Türkiye Cumhuriyeti’nin topraklarının en hassas bölgesindeki güvenlik sorununu da ortadan kaldırdı. Konferans sırasında Rusya tutum değiştirdiğinde Türkiye’ye İngiltere destek verdi.
1938 yılında, hasta yatağından kalkıp Adana’ya giden Atatürk’ün, Hatay’ın Türkiye Cumhuriyeti topraklarına katılması ile sonuçlanan girişimine, Milletler Cemiyetinde Fransa destek oldu.
Tüm dünyada gıpta ile izlenen Türkiye Cumhuriyeti, 1934 yılında Türkiye, Romanya, Yugoslavya ve Yunanistan arasında Balkan Paktı’nın; 1937 yılında, Türkiye, İran, Irak ve Afganistan arasında Sadabad Paktı’nın imzalanmasına öncülük etti. Böylece emperyalizme karşı bu devletlere destek olurken, yakın çevresini de güvenceye aldı.
1920’lerin, 30’ların Türkiye Cumhuriyeti, Milletler Cemiyeti’ne katılmaya davet edildiğinde, Cemiyet’in Şartı’nı inceleyip, “bu bize uymuyor. İstediğimiz değişiklikleri yapın. Sonra düşünürüz.” diyecek kadar itibarı olan bir devletti.
İtibar nedir?
Bir ülkenin itibarı ne kadar yüksekse dış politika yoluyla ülke çıkarlarını gerçekleştirmek ve korumak o kadar kolaylaşır. Yukarıda sıraladığım dış politika başarılarının kazanıldığı, Atatürk’ün devletin başında bulunduğu 1923-1938 yılları arasında bu itibar en üst düzeydeydi. Atatürk Cumhurbaşkanı olduğu dönemde tek bir yurt dışı seyahati yapmamış, tek bir yabancı devlet başkanına gitmemiştir ama başta, savaşta mağlup ettiği devletlerin başkanları, başbakanları olmak üzere herkes onu ziyarete gelmiştir. Bugün Türkiye’ye sürekli saldıran, aşağılayan dış basın, Atatürk döneminde Türkiye Cumhuriyeti ve Atatürk hakkında neredeyse her ay, hemen hepsi övgü dolu ve yüceltici ifadelerle dolu yazılar, Atatürk’le Ankara’da yapılmış söyleşiler yayınlamışlardı. Türkiye’nin o yıllarda tasarruf etmesine bile gerek olmayan sonsuz bir itibarı vardı ve bu itibar gösterişten inanılmayacak kadar uzak yaşayan, kendisini ülkesine, ulusuna adamış; her yönüyle dürüst bir kişinin, onun kişiliğinde vücut bulan bir devletin itibarıydı.
AKP iktidara gelinceye kadar Türkiye’nin dış politikada örneğin Kıbrıs Cumhuriyeti’ni kuran 1960 Londra ve Zürih Anlaşmaları gibi başka başarıları da var.
Türkiye Cumhuriyeti, 1950 yılından sona 2002 yılına kadar, hemen hemen kesintisiz olarak sağ partiler tarafından yönetilmiş. Arada kısa bir Ecevit’in başbakanlığındaki CHP-MSP iktidarı var ki o dönemde,1974 Kıbrıs Barış Harekâtı öncesinde Ecevit’in temasları ve nihayet harekât sonrasında yürütülen Cenevre Görüşmeleri yine diplomasimizin başarı hanesine yazılması gereken olaylar. Kuzey Kıbrıs Tük Devleti’nin 1983 yılında ilanı da yine böyle bir diplomasi başarısıdır.
Şimdi bir de AKP-Erdoğan iktidarının dış politika karnesine göz atalım.
AKP ve Erdoğan döneminin dış politikası
IŞİD’in, üç gün içinde taşınması, yoksa Süleyman Şah türbesinin imha edileceği tehdidi üzerine Türkiye Cumhuriyeti’nin yurt dışındaki tek toprağı olan Türbe’de bulunan İsmail Şah’ın kemikleri ve değerli eşyalar Urfa’ya getirildi.
Yunanistan ona bırakılmamış Ege adalarına bir bir el koydu. Askersizleştirilmiş 12 Ada’ya asker ve silah yerleştirdi.
Müttefikimiz (!) ABD, Irak’ta askerlerimizin başına çuval geçirdi. Hiç değilse nota verilemesini isteyenlere, “müzik notası mı bu?” yanıtı verildi. Yine ABD, Türkiye’ye “CAATSA” yani “ABD’nin Düşmanlarına Yaptırımlarla Karşı Koyma Yasası’nın hükümlerini uyguladı. Kısa bir süre önce, Kuzey Suriye’de bir Türk SİHA’sı, ABD F16’ları tarafından düşürüldü. Rusya Kuzey Suriye’de onlarca askerimizi öldürdü. Putin’e giden Cumhurbaşkanı Erdoğan, kapıda bekletildi.
ABD, parasını ödediğimiz ve ortak yatırımcısı/yapımcısı olduğumuz F35’leri vermedi. Paramızı da iade etmedi. “Bari F16 verin.” dedik. Bin türlü koşul ileri sürdüler.
ABD, Dedeağaç’tan başlayarak, Türkiye’yi kıskaca alacak üsler kurdu, Ege de askerden arındırılmış adlara asker ve silah getirdi.
Yine ABD; Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’ne uyguladığı silah ambargosunu kaldırdı. Yunanistan, Mısır, İsrail ve GKRY’nin birlik olduğu, Doğu Akdeniz’de Türkiye Cumhuriyeti’nin ulusal ekonomik çıkarlarını doğrudan ilgilendiren deniz alanları anlaşmazlığında Türkiye’nin karşısına dikildi. AB, Türkiye’nin Doğu Akdeniz’de ulusal çıkarlarını korumaya kalkmasını, “Akdeniz’de barış ve istikrarı tehlikeye atmak.” olarak tanımladı ve bu tutumundan vazgeçmesi için Türkiye’yi defalarca uyardı.
Emperyalizme karşı büyük bir savaş kazanılarak kurulmuş ve Atatürk döneminde Cumhuriyet’in bu niteliğini hiç unutmamış olan Türkiye Cumhuriyeti, en güçsüz ve yalnız olduğu dönemde, üstelik emperyalizmin dünyadaki en güçlü, neredeyse tek temsilcisi olan ABD’nin peşime takılıp, BOP Eş Başkanlığı’na soyunarak, Emevi Camisi’nde namaz kılmaya kalkışarak, başını büyük derde soktu, emperyalizmin ekmeğine yağ sürdü. Atatürk Türkiye’sinin 15 yılda yaptığı tüm fabrikaları, sanayi tesislerini satıp, savarak, inanılmaz diplomatik bir mücadele ile Lozan’da kaldırılmasını sağladığı kapitülasyonların Osmanlıya yaptığını bu kez AKP iktidarı yaptı. Ülkenin ekonomisini, tarımını, hayvancılığını yok ederek, 80 yılda yapılan dış borcun 5 katını 20 yılda yaparak ülkeyi iflasa sürükledi.
“Laf çok, verecek cereme yok.” demiş eskiler. Ben de burada bırakayım.
Ne dediğini bilmeyen bazılarının, “çömez devlet” diyerek küçümsemeye, aşağılamaya çalıştığı,1923-1938 yıllarında Türkiye Cumhuriyeti’nin dış politikada neleri başardığına, son 21 yılda ise neler kaybettiğine bir göz atalım.
Atatürk Türkiye’sinin dış politikası
Cumhuriyet, 1923 yılında, “dünyada misli görülmemiş bir galibiyetin temsilcisi” olan ve Yunanistan’ı kullanıp Anadolu’yu işgal etmeye kalkan; Sevr Antlaşması’nı Türkiye’ye zorla kabul ettirmeye çalışan emperyalist ülkeleri dize getirip, Türkiye Cumhuriyeti’nin toprak bütünlüğünü, ulusun, ülkesi üzerideki egemenlik hakkını tescil eden, Lozan Antlaşması’nı imzalamak zorunda bıraktı. Lozan’da büyük bir diplomasi savaşı vererek kapitülasyonları kaldırdı. Yeni Cumhuriyet’in kendi kaynaklarına sahip çıkarak, kendi ekonomisinin patronu olmasını sağladı. Cumhuriyet’in ilk 15 yılında dünyayı şaşkınlığa sürükleyen, ekonomideki Türk mucizesinin temelinde bu diplomatik başarı yatar.
Cumhuriyet, 1936 yılında, örnek bir diplomasi girişimi ile Montreux Boğazlar Sözleşmesi’ni imzalayarak, Lozan’da eksik kalan Türk Boğazları üzerindeki mutlak egemenlik hakkını, tüm dünyaya kabul ettirdi. Türk askerini boğazlar bölgesine yerleştirerek Türkiye Cumhuriyeti’nin topraklarının en hassas bölgesindeki güvenlik sorununu da ortadan kaldırdı. Konferans sırasında Rusya tutum değiştirdiğinde Türkiye’ye İngiltere destek verdi.
1938 yılında, hasta yatağından kalkıp Adana’ya giden Atatürk’ün, Hatay’ın Türkiye Cumhuriyeti topraklarına katılması ile sonuçlanan girişimine, Milletler Cemiyetinde Fransa destek oldu.
Tüm dünyada gıpta ile izlenen Türkiye Cumhuriyeti, 1934 yılında Türkiye, Romanya, Yugoslavya ve Yunanistan arasında Balkan Paktı’nın; 1937 yılında, Türkiye, İran, Irak ve Afganistan arasında Sadabad Paktı’nın imzalanmasına öncülük etti. Böylece emperyalizme karşı bu devletlere destek olurken, yakın çevresini de güvenceye aldı.
1920’lerin, 30’ların Türkiye Cumhuriyeti, Milletler Cemiyeti’ne katılmaya davet edildiğinde, Cemiyet’in Şartı’nı inceleyip, “bu bize uymuyor. İstediğimiz değişiklikleri yapın. Sonra düşünürüz.” diyecek kadar itibarı olan bir devletti.
İtibar nedir?
Bir ülkenin itibarı ne kadar yüksekse dış politika yoluyla ülke çıkarlarını gerçekleştirmek ve korumak o kadar kolaylaşır. Yukarıda sıraladığım dış politika başarılarının kazanıldığı, Atatürk’ün devletin başında bulunduğu 1923-1938 yılları arasında bu itibar en üst düzeydeydi. Atatürk Cumhurbaşkanı olduğu dönemde tek bir yurt dışı seyahati yapmamış, tek bir yabancı devlet başkanına gitmemiştir ama başta, savaşta mağlup ettiği devletlerin başkanları, başbakanları olmak üzere herkes onu ziyarete gelmiştir. Bugün Türkiye’ye sürekli saldıran, aşağılayan dış basın, Atatürk döneminde Türkiye Cumhuriyeti ve Atatürk hakkında neredeyse her ay, hemen hepsi övgü dolu ve yüceltici ifadelerle dolu yazılar, Atatürk’le Ankara’da yapılmış söyleşiler yayınlamışlardı. Türkiye’nin o yıllarda tasarruf etmesine bile gerek olmayan sonsuz bir itibarı vardı ve bu itibar gösterişten inanılmayacak kadar uzak yaşayan, kendisini ülkesine, ulusuna adamış; her yönüyle dürüst bir kişinin, onun kişiliğinde vücut bulan bir devletin itibarıydı.
AKP iktidara gelinceye kadar Türkiye’nin dış politikada örneğin Kıbrıs Cumhuriyeti’ni kuran 1960 Londra ve Zürih Anlaşmaları gibi başka başarıları da var.
Türkiye Cumhuriyeti, 1950 yılından sona 2002 yılına kadar, hemen hemen kesintisiz olarak sağ partiler tarafından yönetilmiş. Arada kısa bir Ecevit’in başbakanlığındaki CHP-MSP iktidarı var ki o dönemde,1974 Kıbrıs Barış Harekâtı öncesinde Ecevit’in temasları ve nihayet harekât sonrasında yürütülen Cenevre Görüşmeleri yine diplomasimizin başarı hanesine yazılması gereken olaylar. Kuzey Kıbrıs Tük Devleti’nin 1983 yılında ilanı da yine böyle bir diplomasi başarısıdır.
Şimdi bir de AKP-Erdoğan iktidarının dış politika karnesine göz atalım.
AKP ve Erdoğan döneminin dış politikası
IŞİD’in, üç gün içinde taşınması, yoksa Süleyman Şah türbesinin imha edileceği tehdidi üzerine Türkiye Cumhuriyeti’nin yurt dışındaki tek toprağı olan Türbe’de bulunan İsmail Şah’ın kemikleri ve değerli eşyalar Urfa’ya getirildi.
Yunanistan ona bırakılmamış Ege adalarına bir bir el koydu. Askersizleştirilmiş 12 Ada’ya asker ve silah yerleştirdi.
Müttefikimiz (!) ABD, Irak’ta askerlerimizin başına çuval geçirdi. Hiç değilse nota verilemesini isteyenlere, “müzik notası mı bu?” yanıtı verildi. Yine ABD, Türkiye’ye “CAATSA” yani “ABD’nin Düşmanlarına Yaptırımlarla Karşı Koyma Yasası’nın hükümlerini uyguladı. Kısa bir süre önce, Kuzey Suriye’de bir Türk SİHA’sı, ABD F16’ları tarafından düşürüldü. Rusya Kuzey Suriye’de onlarca askerimizi öldürdü. Putin’e giden Cumhurbaşkanı Erdoğan, kapıda bekletildi.
ABD, parasını ödediğimiz ve ortak yatırımcısı/yapımcısı olduğumuz F35’leri vermedi. Paramızı da iade etmedi. “Bari F16 verin.” dedik. Bin türlü koşul ileri sürdüler.
ABD, Dedeağaç’tan başlayarak, Türkiye’yi kıskaca alacak üsler kurdu, Ege de askerden arındırılmış adlara asker ve silah getirdi.
Yine ABD; Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’ne uyguladığı silah ambargosunu kaldırdı. Yunanistan, Mısır, İsrail ve GKRY’nin birlik olduğu, Doğu Akdeniz’de Türkiye Cumhuriyeti’nin ulusal ekonomik çıkarlarını doğrudan ilgilendiren deniz alanları anlaşmazlığında Türkiye’nin karşısına dikildi. AB, Türkiye’nin Doğu Akdeniz’de ulusal çıkarlarını korumaya kalkmasını, “Akdeniz’de barış ve istikrarı tehlikeye atmak.” olarak tanımladı ve bu tutumundan vazgeçmesi için Türkiye’yi defalarca uyardı.
Emperyalizme karşı büyük bir savaş kazanılarak kurulmuş ve Atatürk döneminde Cumhuriyet’in bu niteliğini hiç unutmamış olan Türkiye Cumhuriyeti, en güçsüz ve yalnız olduğu dönemde, üstelik emperyalizmin dünyadaki en güçlü, neredeyse tek temsilcisi olan ABD’nin peşime takılıp, BOP Eş Başkanlığı’na soyunarak, Emevi Camisi’nde namaz kılmaya kalkışarak, başını büyük derde soktu, emperyalizmin ekmeğine yağ sürdü. Atatürk Türkiye’sinin 15 yılda yaptığı tüm fabrikaları, sanayi tesislerini satıp, savarak, inanılmaz diplomatik bir mücadele ile Lozan’da kaldırılmasını sağladığı kapitülasyonların Osmanlıya yaptığını bu kez AKP iktidarı yaptı. Ülkenin ekonomisini, tarımını, hayvancılığını yok ederek, 80 yılda yapılan dış borcun 5 katını 20 yılda yaparak ülkeyi iflasa sürükledi.
“Laf çok, verecek cereme yok.” demiş eskiler. Ben de burada bırakayım.
Misafirler için gizlenen link, görmek için
Giriş yap veya üye ol.